İtalyan komünist A. Gramsci faşizmi 3. Enternasyonal’den farklı ve daha doğru biçimde, küçük burjuvazi temelinde yükselen “uzun bir üst yapı savaşı” ve bu şekilde finans kapitale de kendini kabul ettiren bir devlet biçimi olarak tanımlarken dünya devrimci hareketlerine büyük bir katkı sunmuş oluyordu.
31 Mart seçimleri, bu anlamda AKP’nin pro-faşizminin çok uzun süren üst yapıyı ele geçirme savaşında ciddi bir kırılmadır denilebilir. Özellikle 15 Temmuz ‘darbe içinde darbe’ sürecinden sonra ordu, yargı, medya, sendikalar, üniversiteler ve bürokrasinin siyasal olarak etkili kesimlerini iyiden iyiye ele geçiren ve iktidarı döneminde oluşturduğu sivil toplum örgütlerinin tabanını da genişletme imkânı bulan AKP, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini de yerleştirerek burjuva parlamentarizmini etkisizleştirmiş ve TC için yeni tipte diyebileceğimiz bir faşist diktatörlüğe ilerlemiştir. Bu yeni olağanüstü devlet biçiminde Erdoğan şahsında kişi kültünün alabildiğine yüceltilip, devlet ve toplumun en merkezi yerine konulduğuna ve adeta tanrılaştırıldığına da gün be gün şahit olduk.
Ama şimdi içten içe yanan bir fitil var, yıllar içinde Reis mertebesine taşıdıkları insanın giderek ne kadar merhametsiz bir diktatöre dönüştüğünü gören yüzbinler var! Bu artık bizzat desteğini aldığı kitleler tarafından yıkılacak olan bir rejimdir. Bu AKP’nin gün batımıdır! Birlikte yürüdük biz bu yollarda dediği İstanbul’un yoksul milyonları artık onun mezar kazıcısıdır.
Erdoğan en başından beri neo-liberalizmin üzerinde ittifakla hem fikir olduğu bir politikacıydı. Neden? Çünkü o yoksul halk sınıflarının içinden geliyordu. Onların dilini konuşuyordu, onlardan biriydi. Geldiği sınıf İstanbul’un gecekondularında politik yaşamdan dışlanmış, sorunlarına ilgi duyulmayan, kendi içlerine büzülmüş ama kendi yağında da kavrulmayı başarabilmiş ‘dik duran’ insanlardan oluşuyordu. Erdoğan bu dik duran insanları İslamcı popülizmle siyaset sahnesinin aktörleri haline getirmiş, böylelikle ‘kendi vatandaşlarını’ yaratmıştır.
Faşizmin kitle temeli işte böyle bir “habitus” ile şekillendirilmeye başlandı. Hemen hemen hiç farkına varmadan dahası büyük bir coşkuyla kendi öz çıkarlarının karşıtlığı temelinde kendi elleriyle Erdoğan’ı yükselttiler, O’nu Reisleri yaptılar. Erdoğan emperyalist kapitalizmin gözünde Türkiye halkını neo-liberal politikalara, -özünde IMF’siz IMF politikalarına- ikna edebilecek en gözü kara liderdi. Adeta bulunmaz bir Hint kumaşıydı. Sadece neo-liberal politikalar değil, O’nun eliyle tarihsel olarak güçlü asker-sivil bürokrasi geleneğini de kırabilecekler ve Türkiye’yi emperyalizme daha açık hale, en az direnme çizgisine çekebileceklerdi.
Emek düşmanı neo-liberal politikalar uygularken bundan en çok zarar gören kesimlerin ikna edilerek desteklerinin alınması sadece ve sadece ezilenlerin içinden devşirilmiş böyle bir liderlikle gerçekleştirilebilirdi. Erdoğan usta bir mistifikatör, cevval bir demagog olarak rolünü hakkıyla oynamaya başlamıştır artık. Her konuşmasında Cumhuriyet’in seçkinci kültürüne karşı sıradan insanların çıkarlarını savunmuş, yoksulların yaşadığı sefaleti toplumun gözünün içine sokarak onları görünür kılmış, TOKİ’ler ve belediyeler üzerinden gerçekleştirdiği sembolik projelerle toplumun en alt kesimlerini içerden fethetmiştir. Böylece neoliberal politikalar onların aleyhine olsa da kısa vadeli çıkarlar adına; ama daha önemlisi artık insan yerine konulmalarının toplumca kabul edilmelerinin karşılığında gelecekte daha ağır bir bedel ödemeye razı olmuşlardır. Ta ki 2018 ekonomik-mali krizine değin!
2018 ekonomik-mali kriziyle her biri yapısal birer sorun olan enflasyon, işsizlik, yoksulluk, cari açık ve dış borç 31 Mart seçimlerinin ön gününde hızından hiçbir şey kaybetmeksizin sürüyorken, bu iktisadi gerçeklikten ekonomik bir mucize çıkarmanın elbette hiçbir imkânı yok. Hele ki yerel seçimlerde alınan yenilgi ortadayken.
Bu koşullarda AKP’nin “kendi vatandaşları” üzerinde oluşturduğu “habitus” u elinin tersiyle iterek artık onları ikna etmeye dönük çabalardan ziyade “IMF’siz IMF” programını daha sert ve tavizsiz olarak uygulayacağını öngörmek gerekiyor.
Gücün yanında yer almasına rağmen nihayetinde bu gücün kendisini de insanlıktan çıkardığının farkına varabilmiş ciddi bir kitle var. Nasıl varmasın ki? Dolar krizinden sonra İstanbul, Gebze ve Ankara’nın en eski ve yerleşik organize sanayi bölgelerinde yıllar boyunca aynı dolmuşa binip aynı işçi lokantasında yemek yedikleri arkadaşlarının işten çıkarılmalarını büyük bir hüzünle izlememişler midir? O kadar da vicdanlarını kaybetmemişlerdi. İşte alacakaranlığın içinde ki değişen ruh hali, ışık huzmesi tam da budur!
AKP’ye oy verdiği halde sonuç itibarıyla oy çokluğunun aslında çok şey ifade etmediğini, AKP’nin hem maddi hem de psikolojik olarak ciddi bir yenilgi sürecine girdiğini kavramış insanlar var karşımızda. Alınan yenilginin hala zafer olarak gösterilmek istenmesinin hiç de onurlu bir davranış olmadığını düşünen, kendi aralarında bu acı gerçeği itiraf etmekten hiç çekinmeyen yüzbinlerden bahsediyoruz.
AKP’li kitleler yıllarca kendi çıkarlarıyla uyumlu olarak görüp destekledikleri bu iktidarla olan hesaplarını artık kapatmak niyetindedirler. Yönelim budur. Kitlelerin dönemlere göre değişen psikolojisi tarihsel politik bir gerçektir. Bu kırılma anında bunu hakkıyla analiz etmenin ne kadar önemli olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Kitleler İslami burjuvazinin üzerlerine giydirdikleri ideolojik gömleğin güve yenikleri ile lime lime olduğunu görmüyorlar mı dersiniz? Hala İstanbul da Çırağan Sarayı’nda Fatihalar eşliğinde milyon dolarlık düğünlerle Lale Devri’ni sürdürme yüzsüzlüğünü göstermeleri ona oy verenlerin gözünden kaçıyor mu sanıyorsunuz? Bu insanlar zamanında Ecevit’i iktidara taşıdıktan 2-3 yıl sonra %3-5 oy vererek yerin dibine gömen insanlar, bu insanlar Erbakan’ı iktidara taşıdıktan sonra 28 Şubat’ta yapa yalnız bırakan insanlar, bu insanlar Gezi sürecinde gençlere sahip çıkan insanlar… Ve belki de bu insanlar artık “dayanılmaz olanın yönetilmesi” noktasında suç ortağı olmanın ağırlığını boyunlarında daha fazla taşımak istememektedirler. Evet bu insanlar bizim insanlarımız…
AKP’nin daha en baştan hedefi toplumun en yoksul, en ‘mağdur’ kesimleriyle alabildiğine demagojik tarzda kendini özdeşleştirme girişimiydi. Burada ciddi yol kat ettiği inkâr edilemez. Gerçek başarısı, bu kesimler üzerinden Türkiye toplumu için elverişli bir örgütlenme biçimi bulmuş olmasıdır. AKP’yi diğer burjuva partilerinden ayıran temel farklardan biri buydu. Eğitimli meslek sahibi İslami kadroların sevk ve idaresindeki yoksulların henüz ticari sermaye aşamasında olan Müslüman zenginlerle buluşturulmasıyla yakalanan moment giderek emperyalizmin de bölge çapında oluşturmak istediği “ılımlı İslam” projesiyle denk düşünce AKP’nin de yıldızı parlamış oldu. AKP Sol’u çok iyi gözlemlemiştir. Birleştirici bir ideoloji konusunda her zaman yetersiz kalmış olan Türkiye solunun bu tarihsel gediğini iyi tahlil ederek bu dinamiği popülist bir şekilde de olsa ete kemiğe büründürme çabası onu iktidara taşıyan ve orada tutan temel özellikleri içinde sayılmalıdır. AKP’nin bu kadar uzun süre iktidarda kalmasını sağlayan diğer bir şey, karşıt güçlerin zayıflığını güvenceye alan ve onları sürekli savunmada tutmayı başaran politikalar üretebilmiş olmasıdır.
Gelinen aşamada konkordatolar, işçi kıyımları, devalüasyon ve paralarını yurt dışına kaçıran sermayedarlar ile sonuçlanan ekonomik-mali kriz, milyarlarca doları bulan savunma sanayii ve savaş harcamaları, Suriye’de içine girilen irredantizm ile malul siyasi bataklık ve en nihayetinde 31 Mart’la birlikte “yenilmez olduğu” psikolojik eşiğin aşılmış olduğunun seçim sonuçlarıyla kanıtlanmış olması o kulağa çok hoş gelen “gün batımının” işaret fişekleri olmuşlardır.
Türkiye Devrimci Hareketi’nde HDP destekli seçim ittifakına karşı ‘sol’dan yapılan eleştiriler olduğunu biliyoruz. Ama sınıflar mücadelesi öyle bir aşamaya gelmiştir ki, burjuva muhalefetinin bile başını kolay kolay kaldıramadığı, Erdoğan şahsında rejimin onu toplum üzerinde adeta Sezarlaştırma girişiminde bulunduğu koşullarda buna dur diyecek bir formül kendini acımasızca dayatmıştır. Biz tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki faşizm koşullarında geleceğe dair az da olsa bir umut ışığı olacaksa devrimci cesaretle en güvenilmez ittifaklara dahi girilebilir! Yakın tarih, İtalya’dan Almanya’ya, İspanya’dan İran ve Endonezya’ya değin hemen hepsinde faşizmin kitleler içindeki başarısının kilit noktasını işçi sınıfı ve devrimci hareketlerin siyaseten edilgen, kararsız ya da yetersiz pratikleri üzerinden yakaladığını görüyoruz. Son noktada dünya tarihinde faşizmi iktidara taşıyan hep ya devrimcilerin pratiksizliği ya da iradelerinin kırılması olmuştur.
Evet, öyle zamanlar olur ki, şimdi bizden bahsediyoruz, sermaye ve devletin bir kesiminin çıkarları ile halkın özlem ve talepleri iktidardaki egemen sınıfa karşı geçici ya da suni bir denge şeklinde de olsa ortaklaşabilir. İçinden geçilen dönemin özelliği tam da budur! Egemen sınıfın sözcüleri “31 Mart seçimlerinde Türkiye’ye seçim üzerinden darbe yapılmıştır” (Yeni Şafak Gazetesi) diye bas bas bağırırken ve bunu da “çok uluslu akıl ve onun yerli işbirlikçilerine” bağlarken burada sol komünizmin açıklaması ya egemen sınıf fraksiyonlarının bir kesiminin bir restorasyon ihtiyacını zorunlu görmesinin yarattığı etki ve bunun da toplumda karşılık bulması şeklindedir ya da HDP şahsında Kürt hareketinin burjuva cenahlardan birini seçerek siyaseten intihar ettiği şeklindedir. Gerçek tablo bu mudur? Eğer böyle olsaydı seçim öncesinde geniş cephe muhalefetinin kritik yerlerdeki belediye başkan ve meclis üyelerini adeta “kırmızı bültenle aranan teröristler” olarak yazılı ve görsel basında günlerce kriminalize ederler miydi? Ya da seçim öncesi ittifakın burjuva kanadının demokratik Kürt hareketi ile yan yana geldiğinde gösterdiği tedirginlikle dolu hassasiyetin nedeni neydi? AKP faşizminin bir hafiye gibi izleyerek ittifakların her bir araya gelişinde ortaya koyduğu hezeyanları hatırlıyoruz değil mi? Ve Erdoğan’ın 50 günde tamı tamına 100 miting yapması da mı bir anlam ifade etmiyor! Meselenin püf noktası da burasıydı. Bunu sınıf mücadelesinin içinden geçtiği “çok özel bir durum” olarak analiz etmemiz gerekiyordu.
Rejimin bu seçimlere mevcut ekonomik-siyasi krizden sorumlu olarak 1 Nisan sabahının onun kâbusu olabileceği korkusuyla alabildiğine tedirgin olarak girdiği koşullarda bunun sıradan, alelade bir seçim olmayacağı, sonuçları itibarıyla olağanüstü önem arz ettiği kuşku götürmez bir gerçekti. Ve elbette burada alınan başarının büyük resme bakıldığında abartmamakla birlikte rejimin sınırlarını zorladığını, faşist duvarda ciddi bir gedik açtığını görmek ve burada halkın demokratik mücadelesinin hakkını vermek gerekir.
İtalyan komünist önder Antonio Gramsci, “Çağdaş Sezarizm, Bonapartizmin tersine askeri olmaktan çok polisiye bir niteliktedir. Çünkü karşıt ileri gücün görece zayıflığına güvenmektedir; mutlak biçimde devam etmesi gereken bir zayıflıktır bu” der. Kendi iktidarını sürdürmesinin temel koşulunu bizim ve demokratik halk muhalefetinin gerçek zayıflığına, mutlak biçimde devam ettirilmesi gereken zayıflığına bağlayan bir rejimle karşı karşıya olduğumuz tespitini çok önceden yapmamız gerekirdi. Türkiyeli devrimciler sadece zayıf da değil bir albatros kadar yalnızdırlar! Bu kadar yalnızken zayıf da olsa faşizmin oluşturmaya çalıştığı “tarihsel blok”ta bir gedik, bir çatlak oluşturma şansı yakalanan bir momentte sadece günceli ıskalamakla kalmıyor, geleceğe dair doğru politikalar üretme olanağını da heba ediyoruz… Çıkış yolunu göstermeyen sol komünizmin o üstünde çok yürünmüş eski patikalarını bunca deneyime rağmen hala yürümekte ısrar etmenin nedeni hakkında hala tartışmak gerekiyor demek ki!
Eğer birleşik devrime inanıyorsan, eğer parlamentoda devrimci demokrasiyi temsil eden bir grup varsa, bu grubun bir kısmı hapishanelerde ise taraftarları açlık grevlerinde ise; eğer yerel yönetimlerde emekçi halkın seçtiği insanlar yönetimdeyse bu temsilcilerin bir kısmı hapiste ve bir kısmı da kayyumlarca yerinden edilmişse ve mevcut faşizm için bu seçimler liderlerini “duçeleştirme”nin önemli bir kavşağı olarak görülüyorsa, böylesi koşullarda Türkiye devrimcilerinin seçim taktiği boykot olamaz(dı)!
Lenin’in Rus Yahudiliğini pogromlara karşı savunmak için “gericiliği yalnızlaştırmak” gerekliliğiyle Liberal ‘sol’ burjuvaziyle (Kadetler) ortak çalışılabileceğini Duma’daki yoldaşlarına bildirirken, buna elbette güncel taktiğin ötesinde bakıyordu. Biliyoruz ki Lenin değişik aşamalarda Karayüzler’i engellemek için Kadetlerle, Kadetleri engellemek için Trudoviklerle ittifakı savunuyordu. Aynı Lenin politik alanın alabildiğine daraldığı koşullarda Duma’ya ilk seçildiklerinde yoldaşlarına Rus Çar’ına biatı öngören gerici kutsal yemini etmelerinin bir ilke, bir prensip ihlali olmayacağını “bunu halkın anlayacağını” ifade ediyordu. Dahası bu gerici yemini imzalayarak “sahip olacakları dokunulmazlık sayesinde” partinin etkin sesi olabilirlerdi.
Tüm bunlara rağmen Lenin, hiçbir zaman sınıf siyasetini parlamentarizme tabi kılmamış ve kurban etmemiştir. Duma Menşevikler için “halk hareketinin bir organı” iken Bolşevikler için “devrimin bir aracı” idi. Birinci Duma’yı boykot eden Lenin ikincisini neden destekliyordu? Çünkü ilkinde parlamento-sokak diyalektiği henüz kitleleri devrime kanalize edecek kadar organik bir ilişkisellik içinde değilken, ikincisinde Duma artık devrimin önemli bir aracı haline gelmişti. Çok fazla bilinmeyebilir, Lenin, yukardaki paragrafta esinlendiğimiz “Sosyal Demokrasi ve Seçim İttifakları” başlıklı broşürünü yazarken aynı zamanda Ayaklanma ve SM’nin sonuçları üzerine de düşünüyordu. Peki, Türkiye devrimcilerini böylesi bir düşünüş tarzından alıkoyan nedir?
“Karayüzler’i Duma’dan bertaraf etmenin Karayüzler tehlikesini bertaraf etmek anlamına geldiğini düşünmek ne kadar çocukça” (age) ise, benzer şekilde yerel seçimlerde AKP’yi fiziki olarak geriletmenin psikolojik olarak ise yenilgi ruhuna hapsetmenin onu yok etmekle eş değer olduğunu düşünmek de o kadar safçadır! O zaman da bugün de AK ya da Karayüzler tehlikesinin üstesinden gelinebilecek tek yer sokaklardır!
Artık kitlelerin yönelişi, ona oy verenler dâhil AKP’nin gün batımıdır. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde alınan mağlubiyetin AKP’li kitlelerde oluşturduğu ruh hali nedir? İstanbul AKP eski İl Başkanı bakın ne diyor? “İstanbul liderimizin doğduğu şehir, 15 Temmuz’un işaret fişeğinin atıldığı yerdir. Sevdamızı çeyrek asır sonra kaybediyor olmamız içimizi acıtıyor….Toplum nezdinde ahlaken ve vicdanen seçimi kaybetmiş olmamız bizleri kahrediyor” Bunu üsttekilerden biri söylüyorsa tabandaki ruh halini varın siz düşünün. Burada demek ki AKP iki kere kaybediyor. Seçim sonuçlarını uzatmış olması kendi tabanında ikinci bir kırılmayı daha yaratmıştır. Yıllardır AKP’nin hem güçlü hem de ‘haklı’ olduğuna inandırılmış yüzbinler artık güçlünün mağlubiyetinden üzüntü duymamaktadırlar. Değişimi yakalamanın anahtarı işte buradadır. Koyu dinsellik, judaize tarikatlar ve medya tarafından etrafında demirden bir perde örülen insanların giderek daha sağlıklı bir düşünüş tarzına yönelmiş olmalarıdır.
Geleneksel İslam’ı yaşayan bu kitleler Kemalizm’i hiç hazzetmemişlerdi. Önce CIA destekli Fetullah Gülen ekibi tarafından sonra 15 Temmuz iktidar içi kanlı hesaplaşma ile bu kuruluş ideolojisi tarihinin en ciddi darbesini almıştı; ama gel gör ki Türkiye’de Kemalizm’in etkinliğinin azalması ülkede ekonomik siyasi şiddetin yeni bir başlangıcından başka bir şey getirmedi. Zaman içinde karşılarında gördükleri daha ceberut bir partiydi. Halka yukardan bakan jakobenizmin yerine gelen, İslam’ın tevekkül felsefesini kullanarak kitleleri kendi zenginleşmelerinin paryaları haline getirmeye çalışan oryantal bir despotizmdi. Devlet el değiştirmişti! Ama onlar için hangisi daha iyiydi acaba? Geçmişte devlette cisimleşen buyurganlık şimdi tek bir kişi de “Reis”te cisimleşiyordu! Türkiye halkı politikayı, politikacıları çok sever. Özellikle seçimlere büyük ilgi duyar. Ama bugüne kadar hiç vaki olmamıştır ki o çok sevdiği liderini Karaoğlan olsun, Demirel olsun, Erbakan olsun hatta Türkeş olsun devletinin üzerinde tutsun! Bu bizim de üzerinde düşünmemiz gereken tarihsel sosyolojik bir gerçektir. Halkın “milli irade” “sandık” “seçimler” meclis” gibi kendini ifade edebildiği yegâne değerlerin yapılan son 6 seçimde “duçeleşmek” isteyen bir adama hizmet ettiğini anlamış olmaları bu seçimin en demokratik sonuçlarından birisidir.
AKP’nin devleti bu denli transforme etme cesaretine girişmiş olmasını sadece objektif koşullara bağlamak hatadır. Hiçbir burjuva partisi bugüne kadar bunu hayal bile edememişti. Bunda onun kendi iç dinamiğini de görmek gerekir. Siyasi polis, MİT, Valiler ve savcılar, PÖH’ler ve JÖH’ler ağırlıklı olarak AKP’ye bağlı birer ideolojik-politik güce dönüşmüşlerdir. Devletin zor aygıtlarının Türkiye tarihinde ilk kez bu denli aleni şekilde “devlete sadakat” ten “partiye sadakat” biçiminde bir dönüşüme uğradığına şahit oluyoruz. Kadim devlet geleneğinin harbiye, mülkiye ve hariciye’de şekillenen “devlete sadakat, hükümete hizmet” düsturu böylece tarumar edilmiş oluyordu.
Egemenlerin tarihinden süzülüp gelen ve konusu “devrim” olan faşist “duvar” seçimlerde almış olduğu siyasi yenilgiye rağmen elbette fiziki olarak karşımızda durmaktadır. 15 Temmuz sonrasında bu tarihsel zor aygıtına daha öncekiler gibi (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat) onu besleyen, ama bu sefer sözde yeni bir tarih yazıcılığına soyunmuş farklı yeni bir “ur” eklenmiştir. Burjuva muhalefetini bile “terörizmin yardakçısı” şeklinde şeytanlaştıracak kadar mutlak iktidar hırsı ile gözü dönmüş böylesi bir “ur” Türkiye siyasi tarihinde bir ilktir! Türkiye tarihi bir partinin elde ettiği güç ve girdiği ittifaklarla sermaye ve devlet karşısında bu denli güçlü hale gelmesine daha önce hiç şahit olmamıştı. Bugüne kadar iktidardaki hiçbir parti kontrgerilla (güncel adı ‘Ergenekon’) ile bu denli iç içe geçmemiş ve Türkiye derin devleti de bugüne kadar hiçbir partiye bu denli ideolojik yakınlık duymamıştı. Tarihe faili meçhuller, hizbul-kontra ve Susurluk ile geçen Çiller-Ağar-Güreş ekibi dönemindeki Türk kontr-gerillacılığı ile bugünkü Ergenekon güçleri arasındaki en büyük fark, sonuncusunun ulusal sınırları aşan daha derin bir askeri etkinliğe ve uluslararası diplomaside de daha açık ve belirgin bir role sahip olmasıdır.
15 Temmuz ABD ve NATO ile iç içe geçmiş, Kemalizm’in muhafazakâr cumhuriyetçi kanadını oluşturan faşist generallerin kaybetmek üzere oldukları ulusal devletlerini yeniden ele geçirmek için giriştikleri, ABD’nin bir kesimi tarafından da, -Pentagon- olumsuz sonuçlanacağı olasılığını da hesap ederek yine de destekledikleri ümitsiz bir darbe girişimidir. ABD sonuç her ne olursa olsun bölgesel hegemonyası açısından karlı çıkacağını düşünerek belli askeri ve siyasi güçleriyle bu işin içinde ve takipçisi olmuştur.
Tüm dünyada Kemalizm ile özdeşleşen Türkiye Cumhuriyeti’nin bu hâkim ideolojisinin etkinliğinin hem dış politikada güç kaybettiğinin görülmesi hem de içeride Türkiye toplumu nezdinde giderek ortadan kaldırılması 15 Temmuz hükümet darbesini devreye sokmuştur. 15 Temmuz nihayetinde “devletin el değişimi”nin tamamlanmasının son durağı olmuştur. Böylece ideolojik referansını Abdülhamit’e kadar uzatan askeri-politik yönelimini Avrasyacı Ergenekon güçleriyle tahkim eden Neo-Osmanlıcı İslamizasyon yeni bir ivme kazanmıştır.
Yeni dönem
Erdoğan onca gücüne rağmen 50 günde 100 miting yaparak referanduma dönüştürdüğü bu mahalli seçimlerde ‘tarihsel blok’ oluşturamamış; ekonomik-mali krizle giderek büyüyen toplumsal muhalefet ve bu muhalefetin kendi çıkarlarıyla kesiştiğini gören sermayenin ve bürokrasinin ‘devletin gidişatını beğenmeyen’ belli kesimleri uluslararası durumu da gözeterek buna izin vermemişlerdir. Bu süreç artık iktidar, muhalefet, ezilenler cephesi ve devrimciler açısından kartların yeniden karıldığı kritik ve epey sancılı yeni bir döneme kapılarını açmaktadır. Ve düğmeye hiç gecikmeden ilk basan da Ergenekon tarafı olmuştur. Aynı İsrail gibi Türk egemenlik sisteminde de suikastlar, sabotajlar, linç girişimleri, toplum içinde siyasi şahsiyetlere atılan yumruklar kontrgerillanın politik dilidir. Kontrgerilla böyle konuşur! Bu tarihseldir. Başka ülkelerde güncel politikada bu denli belirleyici etkisi olan devlet güçlerine nadir rastlanır.
Seçim sonucu ile faşist duvarda oluşan çatlağın ilk dışa vurumu hiç kuşkusuz Kılıçdaroğlu’na yapılan organize saldırıdır. Bu hem seçim yenilgisiyle gemiyi terk etmeye hazırlananlara bir mesaj hem de daha çok seçimi Kürtlerle birlikte kazanan sosyal demokratlara devletin “kırmızı çizgilerini” hatırlatmadır. Kürtlerle yaptığın seçim ittifakını stratejik bir çizgiye dönüştürmeyi aklından bile geçirme diyorlar… Bu arada Bahçeli’nin olay üzerine beklenmedik şekilde oldukça uzun ve ayrıntılı mesajı onun Ergenekon’un gerçek sözcüsü olduğunu ayan beyan ortaya sermiştir. Buna gerek var mıydı? Yapılanı bir adım ileri çıkarak gerekçelendirmesi elbette bir güç gösterisidir. Bu anlamda iyice düşünüldüğünde bunun aslında AKP ye de bir meydan okuma anlamına geldiği görülecektir. Gelişmeler gösteriyor ki “Cumhur İttifakı”nın yakın gelecekte kendi içinde ciddi kırılmalar yaşayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Yeni dönemin devrimciler açısından en hayati meselesi sürece nasıl müdahale edileceğidir. Yazının son bölümünde kısa da olsa buna bir giriş yapacağız.
Seçim süreciyle yakalanan ama Ergenekon güçlerinin hızla bu başarıyı tersine çevirmek istedikleri koşullarda güncel ve en yakıcı olan görev en kısa sürede tüm demokrasi güçlerinin ve devrimci sosyalist yapıların tek bir şiarla ortak bir cephede bir araya gelmesinin asgari koşullarının yaratılmasıdır. Adı “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” olan bu faşist “duçe” rejimine karşı halkların eşit ve özgür temsilini esas alan demokratik bir anayasa için “Kurucu Meclis” şiarıyla işçi sınıfı ve ezilen halkların Demokrasi Cephesi’ni ilmek ilmek örmek günün görevi budur! Devrimcilerin Türkiye sınıflar mücadelesinin gerçek birer aktörü olabilmelerin de ön koşulu budur; faşizme karşı ortak bir mücadele hattı oluşturmak!
Faşizmi durduracak tek güç olduğu kadar, yanlış politikalarla onu gem alınmaz bir şekilde büyütecek olan da yine devrimcilerdir. Tüm destansı direnişine rağmen hendek savaşlarında yapılan politik hataların AKP faşizmini JÖH’ler PÖH’ler ‘efsaneleriyle’ nasıl da güçlendirdiği hafızalarımızda tazeliğini hala korumuyor mu? Faşizmin acımasız, en karanlık yüzünü bu denli gösterebileceğini onca savaş tecrübesine rağmen Özgürlük Hareketi bile görememişti!
Tarih karşısında mevcut diktatörlüğün çatlamaya yüz tuttuğu koşullarda onun kendini yeniden toparlamasına izin verecek yanlış politikaların sorumluluğu taşınmayacak kadar ağır olacaktır. Faşizme karşı şu basit halk deyişini “birlikten güç doğar” bile hayata geçirecek asgari ortak örgütlenmeleri yapamıyorsak biz niye ne için varız? Ne için yaşıyoruz?
Gitgide daha büyük ölçüde yasa otoritesinin yerine keyfine göre özel şiddeti geçiren, akıldışılıkta sınırları zorlayan, faşist şiddetinin hesap verilemezliğini toplumun gözünün içine sokan ve en asgari burjuva normlarını bile tekmeleyebileceğini defalarca gösteren bir diktatörlükte, ancak kitlesel ve toparlayıcı ortak bir mücadele hattının bu gidişi engelleyip dengeleri ezilenlerin lehine değiştirebileceğini söylüyoruz. Ve somut olarak Halkların ve Ezilenlerin Demokrasi Cephesi’ni öneriyoruz. Bu cephenin mücadele tarzı metropollerde Gezi Süreci’nde halklarımızın ortaya koyduğu pratiğin ta kendisi olacaktır. Gezi, uzun yılların ardından toplumun kendi sesinin yankısını yeniden işitmesini sağlayan devrimci bir kitle hareketi, bir isyandı. Bizim yıllar önce “Metropol kapitalizmi devrimci kitle hareketlerine gebedir” isimli çalışmamızın doğrulanmasıydı Gezi…
Bu isyan aynı zamanda hiç öngörülemeyen kesimleri bir araya getirmesiyle, gençliğin yaratıcı sloganlarıyla, militan sokak direnişleri ve barikat taktikleriyle ve karşıtlarıyla yaptıkları uzlaşmaz müzakere süreçleriyle Türkiye devrimciliğine yeni bir soluk vermiş, onu omuzlarından silkmiştir. Gezi’nin en devrimci sonucu, onun Rojava’da bir enternasyonal olmasıdır. Ama Gezi bitmedi hala sürüyor diyeceğiz. Onun Rojava’daki enternasyonal ruhunu yeniden İstanbul’a çağıracağız. Gezi’de somutlaşan pratikler toplamı demokrasi cephesinin yoluna ışık tutuyor.
Tüm güçlerimizle odaklanacağımız şey duvardaki çatlaktır. Bu çatlağı nasıl büyüteceğimizdir.
Tarihsel duvara karşı tavizsiz ideolojik duruş sergilerken en küçük sızıntıyı büyütmenin mücadelesi verilecek.
Devrimci olan budur.
Elbette o duvar o duvarlarınız vız gelir bize vız; ama şimdi “duvarda sarmaşık olma” zamanıdır!
“Ya yaşarken birlik oluruz ya da mezarda”! (*)
(*) Zygmunt Bauman
Not: Yazının devamında yeni dönemde devrimcilerin şehirli laik kesimler, Aleviler, ulusal topluluk ve azınlıklarla ilişkisi üzerinde durulacaktır.