Yerleşik medeniyetin “kurucu ötekisi”: İsrail Devleti!
Ezilen bir toplumdan ezen ulus milliyetçiliğine dönen bir toplum.
Kendisi Avrupa’da “öteki” iken Filistin yerleşik bir uygarlıktı. Şimdi kendi toprağında “öteki” olan Müslüman Araplardır. Topraksız öteki nasıl işgalci bir güç olmuştur? Öteki öteki ’nin halinden anlar deyişini ters yüz eden Yahudi Siyonizm’i, ezilen bir toplumdan ezen ulus milliyetçiliği yaratmakla dünyada bir ilki gerçekleştirmiştir.
Ekim Devrimi sonrasında Yahudi toplumunun sosyalizmle olan organik ilişkisi, ikinci emperyalist savaştan sonra İsrail Devleti’nin kurulmasıyla başka bir nitelik almıştır. Yahudi sekülarizmi ve modernitesi ile birlikte Yahudi solculuğu da çözülmeye, gericileşmeye başlamıştır. Başlıktaki “yerleşik medeniyetin kurucu ötekisi” deyimi, Filistin coğrafyasının “dışsal bir kötülük” tarafından işgalini tanımlamaktadır. Avrupa ulusları içinde “yabancı bir gövde” olarak dışlanan Yahudi toplumu, aynı kendine yapıldığı gibi Filistin toplumunu hem de kendi topraklarında nasıl dışsallaştırmıştır? Filistin dosyamız dahilinde bunun kısa tarihine değineceğiz.
18.yüzyılın sonlarından itibaren, Aydınlanmacılıkla birlikte Yahudilik giderek dar cemaat ideolojisinin sınırlarını aşarak laik-seküler bir hayat biçimini benimsemeye başlamıştır. Bu özgürleşme sayesinde yaşadıkları ülkelerin yabancı, “dışsal” bir unsuru olmaktan çıkıp siyasi planda “vatandaş” oluyorlardı. Yahudi aydınlanması Yidiş dili ve kültürünün kendini korumasıyla birlikte farklı coğrafyalara dağılmış olsalar da ulusal bir özellik almayı başarmıştır. Topraksız, “coğrafya dışı” bir halkın çok özgün bir uluslaşmasıdır bu.
İmparatorluklar, farklı etnik grup ve kültürlere, farklı dil ve dinlere ulus/devletlere nazaran çok daha esnek hatta deyim yerindeyse ‘demokratik’ yaklaşıyorlardı. Osmanlı, Habsburg, Rus Çarlığı, Endülüs İspanyası ve Polonya monarşisinde yaşayan Yahudilerin kültürlerini koruyup geliştirmeleri ve ekonomik zenginleşmelerinin önemli bir nedeniydi bu. Yahudiler çok uluslu imparatorlukların kritik görevlerini yerine getiren, deyim yerindeyse en önemli dolgu maddesiydiler. Bu sayede Avrupa ticaret, sanayi ve finans burjuvazisi içinde çok önemli yerlere geldiler, Fransa’da 400 patrondan 100’ü, Almanya’da 600 vergi mükellefinden 30 u Yahudi’ydi.(1) Yine Osmanlı sarayına borç veren Galata bankerlerinin hemen hepsi Yahudi’ydi. Dahası Weimar Cumhuriyeti’nin Alman ekonomi bakanı Yahudi sosyalist Rudolf Hilferding ’ti. Kendisi bilindiği üzere “finans kapital” in yazarı, Alman sosyal demokratlarının şef teorisyeniydi. Öte yandan birbirine düşman olan Fransız Thiers’in ile Alman Bismarck’ın bankerleri de Yahudi zenginleriydi. Weimar Cumhuriyet anayasasını yazan yine Yahudi asıllı bir avukattı.(2) İktisadi alandan kültüre, felsefeden tıbba bilimsel akışın sağlanmasında önemi yadsınamaz rol oynamaları Yahudi dünyasını çok uzun yılların ardından salt sinagoglar etrafında kümelenen dini cemaatler olmaktan çıkarıyordu. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen Avrupa milliyetçiliklerinin güçlü baskısı ve vazgeçemedikleri ayrımcı zihniyetleri karşısında Yahudiler hala “görünmezlik” ve “kamusal alandan dışlanmışlık” la mustarip olmayı sürdürüyorlardı.
19.yüzyılda imparatorlukların zincirleme çöküşünden sonra 1919’da imzalanan Versay anlaşmasıyla birlikte Yahudiler başta Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya olmak üzere tüm Avrupa’da milliyetçi muhafazar güçlerin yeniden hedefi olmaya başladılar. Büyük imparatorlukların çok uluslu çok dinli ‘demokratik’ konforundan yoksun kalan Yahudiler, yükselen milliyetçiliklere maruz kalan savunmasız bir azınlık, Avrupa’nın kendi iç savaşının günah keçisi haline geldiler. Siyonizm’in doğuşu da bu noktada başlar zaten. Siyonizm 19.yüzyıl Avrupa milliyetçiliklerinin çocuğudur. İlerleyen dönemde Yahudi hareketleri içinde sadece Siyonizm, Yahudi halkını “ulusal bir varlığa” dönüştürerek, geçmişini “epik-destansı” bir hikâyeye çevirip devletleştirebilecekti.
Eğer 20.yüzyılın ilk yarısı Franz Kafka, Sigmund Freud, Walter Benjamin, Rosa Luxemburg ve Leon Troçki’nin dönemiyse, ikinci yarısı da daha çok Raymond Aron’un, Levi Strauss’un, Henry Kissinger ve Ariel Sharon gibi Siyonistlerin dönemi oldu. Günümüzde de eleştirel düşüncenin Yahudi geleneğinde hala canlı kaldığını gösteren Noam Chomsky ve Judith Butler gibi aydınlar olsa da, Gazze savaşı sürecinde Hariri, Zizek ve Habermas gibi Yahudi aydınlar İsrail’in saldırılarını kınamak bir yana HAMAS’a karşı “meşru müdafaa” saldırıları olarak görerek sürdürülen soykırımı meşrulaştırmışlardır.
Yahudi modernitesi 1750 ile 1950 arasında iki yüz yıla yayılır. Avrupa tarihiyle ayrılmaz bir bütündür. Aydınlanma çağı reformlarıyla Fransız ulusal meclisinde 1791’de onaylanan kararnameyle Rus Çarlığı hariç 19.yüzyıl boyunca Avrupa’daki tüm Yahudiler vatandaş olmuşlardır. (3) Yahudi modernitesinin tarihsel sınırlarını bir yanda Yahudizmden laik-seküler Yahudiliğe geçiş diğer yanda soykırım ve İsrail Devleti’nin kurulması belirler. Avrupa ise bunun beşiği olmaktan çıkıp mezarı ve mirasçısı olmuştur. Böylece Yahudi dünyasının ekseni Avrupa’dan çıkıp ABD ve İsrail Devleti’ne geçmiştir. 2.Paylaşım savaşı arifesinde Avrupa’da 10 milyon Yahudi yaşarken 90’lı yıllarda bu sayı 2 milyona düşmüştür. (4) Savaştan sonra Yahudiliğin merkezi olan Polonya, Ukrayna, Litvanya, Almanya ve Avusturya’da ise fiilen varlığı son bulmuştur. Yahudiler yeni bir ulusal varlık yaratmak için, Eskidünya’da ulusal egemenliklerin krize girdiği bir sırada, dini bir cemaat ile laik-seküler bir hayat tarzı arasında gidip gelen bir “Yahudi halkı” temelinde kök salmak isteğindeydi. Sonuçta “Yahudi Devleti” Filistinlileri dışlamak suretiyle homojen bir ulus-devlet şeklinde ortaya çıktı. “Yahudi sorunu” Avrupa’da eriyip kayboldu. Öte yandan İsrail’in kuruluşu, bir “Filistin sorunu” yarattı.
Yahudi sorunu tüm dünya için “sorun” olmaya devam ediyor. Mağduriyetin, günah keçisi ilan edilmenin, ucube görülmenin, paryalığın ve soykırımın tarihinden emperyalizmin Ortadoğu’daki garnizon devleti olmaya, dünya ‘demokrasisinin’ aynası olmaya devam ediyor. İsrail, emperyalizmin üzerinde çok düşünüp taşındığı bir devletleşmedir. Bunda Avrupa’daki Yahudi sermayesine el konulması ya da en azından ortak olunması kadar, Yahudi nüfustan kurtulup onu Ortadoğu’ya tebelleş etme ve onun üzerinden bölgeyi kontrol etme amacı da vardır.
Tartışmalı olduğu kadar ünlü olan gençlik dönemi makalelerinde Karl Marx; Yahudilik dininin, modernitenin kaynağı ve kapitalizmin de “Yahudi dinine girmiş bir dünyanın sonucu” olduğunu ileri sürmüştür. Kapitalizmin kökenlerine ilişkin ilginç bir değerlendirmedir. İktisadi olmaktan ziyade siyasi bir değerlendirmedir. Keza kapitalizmde artı değerin oluşumunun kaynağını “çitleme” ile kanıtlayan da Max’tır. Yahudi zenginlerin kölecilik ve plantasyon kapitalizminin içinde yer almış olmaları ve sanayi kapitalizminin gelişiminde köle emeği ve plantasyonların ciddi bir etkisi olması Marx’ın bu yaklaşımını önemli kılmaktadır. Keza Marx bu sözleriyle Yahudilikle kapitalizm ve moderniteyi dolaysız olarak birbirine bağlamaktadır. Yahudilerin ortaçağdan beri ticaret akışları üzerinde etkili, özel bir rolleri olduğu açık bir gerçektir. Ticaret, bankacılık, hukuk, tercüme vb. çoğu zaman Yahudilerin varlığı sayesinde örgütlendi. Bu bağlamda 20.yüzyıl aynı anda hem bir ‘Yahudi yüzyılı’ hem de antisemitizm yüzyılı olmuştur. Bir taraftan “ilerleme” kavramının yüklenicisi olurlarken öte yandan muhafazakâr siyasi rejimlerin ayrıcalıklı hedefi haline geldiler.(5) Tüm bunlarla birlikte “Yahudi sorunu” nu Marksizm’in “kör noktalarından” biri olarak görüp yeniden ele almakta büyük fayda olacağını düşünüyoruz. Sonuçta Marx ne 20.yüzyıl Yahudi hareketliliğini (Aliyah-Filistin’e Yahudi göçleri) ne de Holokost’u görmüştür.
“Spinoza, H.Hein, Marx, Rosa Luxemburg, Troçki, Freud, onlar Yahudilik dininin bütün sınırlarını aştı ve Yahudilik dinini çok dar, çok arkaik, çok kısıtlayıcı buldu. Onların hepsi ideallerini Yahudiliğin ötesinde aradı. Felsefe, sosyoloji, ekonomi ve politika alanlarında son üç yüzyıldır üretilen derin değişimlerin toplamı ve özüydüler.” (İsaac Deutscher)
Onlar bir dini cemaate ait olmamanın düşünülemez olduğu bir toplum ve zamanda “Yahudi olmayan birer Yahudi” olarak sapkın, dışlanmış, sıra dışı entelektüeller olarak yaşamışlardır. Zamanında Fransa’da Dreyfus’ un yanında yer alan devrimci Yahudilerden bugün eser yoktur. Filistin’e yönelik Siyonist katliamların karşısında duran ABD üniversitelerindeki rektör ve öğretim üyelerini yalnız bırakmaktadırlar. Yahudi Sol’u onca tarihsel birikimine rağmen çözülmüştür.
Yahudilerle sol arasındaki ilk kopuş Mc Cartizm Amerika’sında yaşandı.1930’lar boyunca giderek olgunlaşan ve radikalleşen içlerinde New York’u merkez alan Troçkizme yakın entelektüellerin çoğunlukta olduğu Yahudi solculuğu kapitalizmin krizinin etkisi altında umutlarını kaybetmekle kalmadı, anti-stalinizm anlayışlarını antikomünizme kadar ilerletti. (6)
11 Eylül sonrası gelişen Amerikan neo-muhafazakârlığının köklerini buralara kadar takip edebiliriz. İdeolojik kırılma Avrupa’da daha geç, 1967 yılında “Altı Gün Savaşı” sırasında olacaktı. Bu olay antifaşizm ve sosyalizmle anılan Yahudiliğin sol damarının son nefesi olacaktır. Bu değişim bilhassa 1980’li yıllardan sonra çok daha görünür hale geldi. Önce anti-stalinist ‘komünist’, sonra da antikomünist oldular. İsrail Siyonizm’i günümüzdeki “yeni faşizm” ya da “neo-liberal faşizm” tartışmalarının asıl kaynağı olarak görülmelidir. Neo-muhafazakâr ve neo liberal saflarda eski Troçkist yeni post modern Yahudi entelektüellerin sayısı ve liderliği arttı. New York ve Paris bugün neo liberal ve neo-muhafazakâr Yahudi aydınlarının merkezidir. Önceki iki-üç kuşakta sosyalizm “Mesih umudunun” seküler bir versiyonuydu. (7) İkinci paylaşım savaşından sonra bu amaç Amerikan emperyalizminin “özgür dünya” ideolojisiyle yer değiştirmeye başladı. Bu, bilindiği gibi üstü kazındığında altından antikomünizm çıkan emperyalizmin demagojik bir sloganıydı. 1990’lı yıllarına gelindiğinde bu aydınlar güruhu İsrail’i artık koşulsuz olarak desteklemeye başlamışlardır. Bugün ABD’nin Ortadoğu’daki “gözcüsü” ve sözcüsü konumundadırlar.
Hannah Arent’e ait olan “Totalitarizmin Kökenleri” kavramı o gün de bugün de hala yanlış olarak SSCB’yi kötülemek için, sadece onun için yaratılmış bir kavrammışçasına, onu hedef alarak kullanılagelmiştir. Totalitarizm SSCB ile hep özdeş görülmüştür. Totalitarizmde sadece SSCB vardır, Avrupa yoktur, ABD hiç yoktur! Oysa Arentçi analiz bu kavramı Batı Avrupa’nın kendi tarihsel gelişimi içinde gerçekleştirilen kölecilik, sömürgecilik, etnik temizlik ve soykırımlar için kullanmıştır. Bu bizce gözden kaçırılan ya da gözden “ bizzat kaçırılan” çok çarpıcı politik bir karartmadır. Arentçi “totalitarizm” aslen 19.yüzyıl kolonyalizmi, Nazizm ve emperyalizm arasındaki organik hatta ‘genetik’ ilişkilerin tam merkezinde yer alır. Her üçünün tarihsel devamlılığının çözümlenmesidir. Bu ilişki henüz kısmen keşfedilmiş tarihsel bir ünlem işaretidir. İsrail devleti, batı kolonyalizmi ile emperyalizmin uzun tarihinin bir ürünüdür. İcat edilmiştir.
Nazizm’i yenen, tarumar eden SSCB’nin savaştan çok kısa süre sonra “totaliter bir tehlike”, ABD ve Avrupa’nın ise bu “tehlike” ye karşı “Özgür Dünya’yı” ve ”batılı değerleri” temsil eden liberal demokrasinin öncüsü ilan edilmesi, emperyalizmin bu büyük yalanı, gerçekleri inanılmaz ölçüde alt üst edişi kayda değer bir başarıdır doğrusu. Hatta ideolojik bir zaferdir denilebilir! Kendi totaliter köklerini SSCB’ye mal etme başarısı, Nazizm’in yenilgisini de Aydınlanma ’nın yeni zaferi olarak ilan etmesi; tüm bu ideolojik dizgenin üstesinden gelmek devrimcilerin teorik-pratik borcudur. İsrail Siyonizm’i, bizzat Theodor Herzl ’in rüyalarını süsleyen Alman idealizmi ve Prusya militarizmi ile Avrupa’nın Afrika’daki beyaz yerleşimciliğinin bir sentezidir.
Siyonizm’in verdiği mücadele, Yahudilere yapılan kötülüklerin bir karşılığı olduğu kadar, bu kötülüğü yapan güçlerle eşit konuma gelmek için de verilmiştir. Hatta sonuncusu daha baskındır. Onunkisi ta en baştan ‘Yeter ki bir devletim olsun, Dünya ulusları içinde ‘hak ettiğim yeri’ alayım da ne olursa olsun ‘ şeklinde bir yaklaşımdır. Tabi burada özenle belirtilmesi gereken, hak edilen şeyin, 1.yüzyıldan itibaren başladığını iddia ettikleri diasporada çektikleri acı ve çilelerin bir karşılığı olması gerektiğidir. Siyonizm, en başından beri Yahudilerin “binyıldır yaşadığı” kefaretin bedelinin karşılığı olarak bir Yahudi Devlet’ini tek kurtuluş olarak görmüştür. Kendi devlet ve iktidar gelenekleri olmadığı için bunu, zaman zaman önemli görevler de üstlendikleri Avrupa devlet ve imparatorluklarının tarihsel birikimi üzerinden gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır. Kendisine kötülük yapsa da benzemek istediği gücün zulüm tarihini ve dışsallaştırma pratiklerini kendine esas almıştır.
Peki, gerçekten her şey bu kadar karmaşık bir tarih üstücülükle mi açıklanmalıdır? Elbette hayır! “Ata topraklarına dönüş” binyıllık bir tutku olarak destansı bir çehreye büründürülse de, aslında olay tümüyle 19.yüzyıl sonunda T.Herzl yönetiminde Avrupa’da azınlık bir ulusal topluluğun milliyetçi hareketi içinde şekillenmiştir. Kimi Yahudi solcularında Yahudi milliyetçiliğinin “emperyalizm adına hareket etmiyordu ama onsuz da başarılı olacağına inanmıyordu” şeklindeki Siyonizm’i yapıp ettiklerinden masum kılma çabaları büyük bir yanılgıdır. Bu mantık, aynı zamanda Yahudi Devleti’ni tarihin kaçınılmaz bir ürünüymüş gibi göstermek gibi sinsi bir yan taşır. Kaçınılmaz değil, bizzat icat edilmiştir. Çünkü Siyonizm en başından beri klasik kolonyalizmden farklı bir duruş sergilemiştir. Amacı hiçbir kafa karışıklığına izin vermeyecek netliktedir. Kafasındaki düşünce, klasik kolonyalizm gibi ne yerli toplumun kaynaklarını yağmalamak ne de ucuz iş gücüdür; yerli halkı yurdundan sürerek kendine yeni bir toplum yaratmaktır. Bu anlamda oldukça kendine özgü (sui generis) bir milliyetçilik ve kolonyalizmdir. Öte yandan SSCB’de İsrail Devleti’nin kuruluşunu öncesini hiç hesaba katmaksızın salt Holokost’un karşılığı olması gereken bir savaş ganimetiymiş gibi ele almasıyla büyük bir yanılgının sahibidir. Yoketme kamplarında katledilen 6 milyon Yahudi’den geriye sağ kalan yüzbinlere hak ettikleri yeni bir yaşamı sağlamak elbette ertelenemez ve devredilemez bir insanlık göreviydi. Ama bunu Yahudilerin devlet kurma hakkına yükseltirken kullandıkları gerekçeler tamamıyla bir dış politika taktiğiydi.
Dönemin Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko 1947’de BM konuşmasında şöyle diyordu: “ Hiçbir Batılı Avrupa devletinin, Yahudi halkının en temel haklarının savunulması güvencesini vermemesi ve faşist cellatlar tarafından gördükleri şiddete karşı onları koruyamamış olması, Yahudilerin kendi devletlerini kurma isteğini açıklar. Onların bu hakkını inkâr etmek haksızlık olacaktır”
Peki ya Filistinliler! Kurulacak olan devletin toprakları üzerinde yaşayan, ülkenin gerçek sahipleri, bu konuda Sovyetler ne söylemiştir, bilen var mı? Sadece şu kadarını biliyoruz, 1948’de Filistinliler Yahudilerin Haganah ve İrgun isimli milis örgütleri tarafından katledilirken kullandıkları silahları Ruslar ’ın organizasyonu ile Çekoslovakya üzerinden elde etmişlerdi! Gromiko devlet kurma hakkını Avrupalıların Yahudileri Nazilerden koruyamamış olmasına indirgiyordu. Yahudi teolojisinin 1000 yıldır bu sevda ile yanıp tutuştuğunu bilmiyor olamazdı. Dahası Filistin’i göz göre göre feda ediyordu. Avrupa’da “faşist cellatlarca” soykırıma uğrayanların 1948’den itibaren “etnik temizlik” yapmalarına seyirci kalıyordu. İsrail devlet kadrosu, “etnik temizlik” kavramının eski Yugoslavya savaşına atfedilmesinden 40 yıl önce “temizlik” ve “arıtma” anlamına gelen İbranice “Tihur” sözcüğünü kullanıyordu. (8)
Sovyetler ileride bu yanlışından dönecektir ama Ortadoğu’nun kalbinde emperyalizmin garnizon devleti çoktan kurulmuş olacaktır. İkinci paylaşım savaşının en ölümcül, en trajik iki olayı vardır. İlki Yahudi soykırımı ise diğeri Sovyetlerin anayurt savaşında verdiği milyonları bulan kayıplarıdır. Bu anlamda Sovyetlerden beklenen en azından Arap ve Yahudi halklarının federal bir devlet çatısı altında birliğini sağlayacak bir politika yürütmesiydi. Çok adaletli olmasa bile iki devletli bir çözüm bile Filistin sorununun bugün geldiği noktadaki çözümsüzlüğünü çok önceden bertaraf edebilirdi. Nazileri tarumar eden, Yahudi esirlerin çoğunu kurtaran, antifaşist zaferin kahramanı ve savaşın gerçek galibi Sovyetlerin elbette bunu yapacak gücü vardı.
O, (Yahudi) önceleri sinagoga bağımlı özgürlük istemeyen bir köledir. Sonra asimile olmayı ya da ”iki dinli” yaşamayı bile yeğleyebilmiştir. İlerleyen dönemde Arentçi deyimle bilinçli, devrimci bir paryadır. Daha sonra ise kendisini efendilerle eşit gören, artık bunu hak ettiğini düşünen özgürlük yanılsaması içinde bir milliyetçi. Tam da bu anda soykırım vahşetiyle büyük bir insanlık suçunun kurbanı! Zenginliğinin zirvesinde ve eşit vatandaş olarak görülmenin eşiğinde gerçekleşen Holokost, Yahudi milliyetçiliğinin daha sonraki yıllardaki acımasızlığının da kök nedenidir. Modern tarihte büyük katliamlara uğrayan halklarda daha sonraları kendilerine yapılan tarzda misillemeci bir milliyetçiliğin gelişimini beklemek gerekir mi? Bilebildiğimiz kadarıyla, ne Kuzey ve Güney Amerikan yerlilerinde, ne Ermeni ve Kürtlerde, ne Süryani ve Cezayir Berberilerinde ne de Sahra altı Afrika’dan köle olarak ABD’ye satılan siyahi halklarda bunu görüyoruz. Ezilenden ezene evirilerek dönüşen bu misillemeci milliyetçiliği sadece Yahudilerde görüyoruz. Çünkü diğerlerinden farklı olarak kuruluş ve gelişiminde emperyalizmin çok büyük bir desteği söz konusu olmuştur. ABD emperyalizmi Yahudi milliyetçiliğinde çok güçlü bir hayatta kalma isteği gördü, bunu payelendirdikçe, bölgede kendine mutlak boyun eğecek gücü yaratacağına inanıyordu. ABD’deki Evanjelik Hristiyanlığın Yahudilikle yakın ilişkisinin tarihi çok eskidir. İsrail devleti “büyük güçler arasındaki çelişkilerden” elbette faydalanmıştır ama son tahlilde stratejik hamlesinde (devlet inşası) ABD emperyalizmi olmadan başarılı olamazdı.
Bağımsız devlet nasıl kurulur? Sömürgeci yabancı devletlere ya da işbirlikçi komprador burjuvaziye karşı mücadele vererek değil mi? Modern tarihte, (daha önce değil) hiçbir ulusal topluluk kendisinin olmayan, başkalarının ekip biçtiği ve uygarlık kurduğu toprakları işgal ederek, toprağın asıl sahiplerini yurtlarından sürerek kendine yeni bir devlet kurmuş değildir. Devlet sahibi bir topluluk da bunu yapmamıştır. İşgal etmiştir, sömürge yapmıştır ama kesinlikle kendi teritoryal devleti olarak ilan etmemiştir. Bu anlamda ezenlere değil ezilenlere karşı savaşılarak kurulmuş ilk devlettir İsrail! Avrupa’dan topladığı büyük sermaye gücü ve ABD’nin diplomatik desteği, Rusya’nın silah desteği (Çekoslovakya üzerinden sağlanan!) ve İngiltere’nin de Manda siyasetinin son demlerindeki bilinçli kayıtsızlığı ve 1948 katliamına seyirci kalmasıyla kendine bir işgal coğrafyası yaratmıştır. İsrail’in sıradan bir devlet olmamasının nedeni işte budur. Sadece Filistinliler için değil tüm dünya halkları karşısında kötülüğün vücut bulmuş en uç halinin emperyalizm tarafından el üstünde tutuluşu, sürekli kayırılması, tüm haksızlık ve zulümlerine göz yumulması; İsrail’i adeta dünya semalarında sürekli dolaşan uğursuz bir hayalete dönüştürmüştür.
Bu o kadar öyledir ki Avrupa sağı ve neo-faşizm artık antisemitizmi parantez içine almıştır. Yahudiler ve aşırı sağ birbirine zıt güçler ya da ayrı dünyaların insanları değildir artık! Yeni ortak düşman Müslümanlar, göçmenler, mülteciler ve azınlıklar karşısında ortak bir cephededirler.
Özellikle “İslamofobi” Siyonizm’le neo-faşizmi tarihte ilk kez bir araya getirmiş, birleştirmiştir. İslamofobi ve göçmen karşıtlığı Avrupa’da özellikle, Kuzey İtalya, Avusturya, Hollanda/Flamanlar, Belçika, Danimarka ve İsveç’te yeni aşırı Sağ’ın kurucu ögesi olmuştur. ‘Çağdaş’ denilen Avrupa’da göçmen, Müslümandır zaten! Göçmenler bütün sosyal patolojilerin müsebbibi olarak görülüyorlar. 19.yüzyılın “baldırı çıplak” tehlikeli sınıflarının halefleri oldular diyebiliriz. Geçmişin antisemitizmi günümüzde İslamafobiye dönüşmüştür. Nasıl ki 19.yüzyıl sonu ile 2.paylaşım savaşı arasında Avrupa milliyetçiliklerinin çimentosu antisemitizm olduysa bugün de İslamafobi aynı işlevi görüyor. Edward Said’in deyişiyle popüler düşmanlık Yahudi’den Müslüman ve Arap’a geçmiştir. Geçmiş yüzyılın Yahudileri aşağılayan karikatürleri ile günümüz Müslümanlarını küçük düşürenler arasında hiç fark yoktur. Politik planda da geçmişin Yahudi-Bolşevik terörizminin yerini de İslamcı terörizm almamış mıdır?
Ve… Modernitenin Sonu
Kökenleri itibarıyla Siyonizm Yahudilerin modern bir ulus devlet olmasını istiyordu. Onun ideolojisi bütün milliyetçilikler gibi, geçmişe ait mitlerin geleceğe izdüşümünden oluşuyordu. Bin yıllık cemaat maceralarını modernizmin en son katı, şeref locası “devlet” ile taçlandırmak istiyorlardı. 20.yüzyılın büyük değişimleri ona projesini gerçekleştirme imkânı verdi ama tarihin cilvesi olarak İsrail, kendi modernizmine de son verdi! Diaspora Yahudiliği, Batı dünyasının eleştirel bilinciydi. İsrail ise şimdi onun gardiyanıdır.
Eleştirel entelektüel Yahudiliğin sonu, düzen Yahudiliğinin başlangıcı; bu, hiç te yeni değildir. Eskimiştir, yeni olan dünyanın tüm burjuvalarının, hâkim sınıfların tüm organik entelektüellerinin Yahudileşmiş olmasıdır.
(1-2-3-4-5-6-7-8/ Yahudi Modernitesinin Sonu/ Enzo Traverso/ Ayrıntı Yayınları)