“Bir insanın doğasındaki en özgün şey, genellikle en umutsuz olandır. O yüzden yeni sistemler dünyaya, var olanla yaşamanın acısına katlanamayanlar tarafından getirilir.”
–Leonard Cohen
İntihar haberlerini ve Cohen’in bu sözlerini beraber düşününce, bu sistem içinde çıkışsız ve umutsuz kalıp da intihar edenlere, sanki biz el uzatamamışız ya da bizim elimizden kayıp düşmüşler gibi bir hisse kapılıyor insan.
Kapitalizm bizim ölülerimiz üzerinden yükseliyor. Bir yanda sermaye çığ gibi büyürken diğer yanda bizim ölü bedenlerimiz çığlaşıyor. Ölümün adı sürekli değişiyor. Grizu oluyor, maden yutuyor; iş kazası oluyor, makine kapıyor; kimi yerde heyelan kimi yerde deprem oluyor, toprak alıyor; yağmur sağanak olup bastırıyor, sel alıp götürüyor cansız bedenleri. Covid sarıyor dünyayı; saraylara değil kulübelere kusuyor ölümü. O da yetmiyor yokluğun, sefaletin, işsizliğin, açlığın, kepenk indirmenin, kredi kartı borçlarının, ödenemeyen elektirik-su-doğal gaz faturalarının, artık kapatılan veresiye hesabın ve defterlerin, bu dünyada sesini duyuramamanın, öğrenilmiş çaresizlik girdabının; özcesi umutsuzluğun, çıkışsızlığın, depresyonun adı intihar oluyor, bir kez daha çalıyor kapımızı ölüm. Bu da yetmiyor kendisini tüm yeti ve yetenekleriyle gerçekleştirememenin, kapitalist sistemin sınırlarına çarpmanın, bu dünyada bir anlam bulamamanın adı da, bir ütopyaya bağlanıp bireysel ve toplumsal bir anlam arayışına girişmediğinde, yine intihar oluyor.
Hiç düşündünüz mü, tüm acılarını, yokluklarını, bireysel/toplumsal kıstırılmışlıklarını öfkelerine dinamit yapıp yürüyenlerle, ölüm-yaşam sarkacına takılı kalıp adımını ölümden yana atanları? Ölümü gözünde küçültenler neler yapmaz ki. Nerede bir devrim, nerede bir devrimci kalkışma varsa orada ölümü gözünde küçülten kitleler vardır. O halde kendi ölümüne çaresizlik, çıkışsızlık, umutsuzluk, ütopyasızlık içerisinde yürüyenlerin önünde başka bir kapı açabilmeliyiz. Adeta posasını çıkarırcasına ruhlarını paramparça edenleri, emeğini sömürenleri, kimliğini, kişiliğini yok sayanları hedef almalarını sağlayabilmeliyiz.
Jurek Becker‘in Yalancı Jakop filmini izleyeniniz veya kitabını okuyanınız var mı? Polonya’da bir Yahudi gettosunda yaşam Naziler tarafından cehenneme çevrilmiş durumdadır. İnsanlar, artık çaresizlikten, umutsuzluktan, aşağılanmış ve hayvan yerine konmaktan bıkmış, dirençlerini kaybetmiştir. İntihar ya da kendini koyverme (ki bir gettoda yaşama tutkuyla bağlanmadan ölüm makinası olan SS subaylarının ölüm kusan saldırılarından korunmanın imkânı yoktur) çözüm gibi gelmektedir. Jacop da bu ruh halinden farklı bir ruh halinde değildir. Tam bu süreçte, karakolda radyodan tesadüfen bir haber dinler. Sovyetler ilerlemeye başlamıştır. İçinde bir umut ışığı yanar. Bu haberin ayrıntısı yoktur. Belki ertesi gün bu ilerleme püskürtülmüş de olabilir. Hem bu ilerleme, kim bilir belki de Moskova kapılarına dayanan Nazilerin küçük de olsa gerilemiş olmasından başka bir şey değildir. Yani oldukça belirsiz ve fludur her şey. Ama ilerleme ilerlemedir. Nazilere karşı bir yerlerde savaşanlar vardır ve Nazileri püskürtmüştür. Kitabın kurgusunda dehşet bir çaresizlik ve tükenmişlik hali resmedilir. Hiçbir yerden ışık sızmayan kör bir kuyudur adeta yaşam. İşte böyle bir anda Jacop, ölüme yaşamdan daha yakın bir arkadaşını, bu ruh halinden kurtarmak için radyodan duyduğu bu haberi anlatır. Arkadaşı adeta canlanır. Depresif ruh halinden çıkar ve artık ölümü düşünmez. Sonrasında o da kendisi gibi ruhsal çöküntü içinde olan bir başkasına bu havadisi verir. Böylece bu haber dalga dalga yayılır gettoda. Her anlatan üzerine kendi umutlarını da eklemiştir. Artık kendi içine kapalı ve belki de Nazi subaylarının ne mermi kullanmalarına ne de ölüm fırınlarını çalıştırmalarına bile gerek kalmadan yok olup gidecek olan bu insanlar canlanıvermiş, getto nefes alıp vermeye başlamıştır. Elbette bu iş burada durur mu, efsane yayılır; Jacop’un bir radyosu vardır! Ve Jacop her gün bir ilerleme haberi anlatmak zorundadır. Alttan alta bir direniş gelişir. İnsanların artık hayatta kalmak için bir sebepleri vardır. Jacop’un yalanı “umudu dürt”müş, “umutsuzluğu yatıştır”mıştır. Bu umut, intiharları önlemiş, getto adeta yaşama tutunmuştur. Hikâye böyle uzayıp gider, biz kendi konumuza dönelim. Yalancı Jacop olmamıza gerek yok. Hem zaten yaşadığımız dünya da iletişimin, enformasyonun tek elden yayılıp yalancı umutların dağıtılabileceği bir dünya değil.
Neoliberalizm, insanı meta dünyanın geleceksizliğine mahkûm eder
Hayat katlanılmaz olsa da bunun geçeceğini, yarınların böyle olmayacağını düşündüğünüz an hafiflersiniz. Artık geleceği örmek için katlanıyorsunuzdur zorluklara. Oysa yarının bugünden daha felaket olacağını bildiğiniz, hiçbir umut ışığının olmadığı bir zamanda asılı kaldıysanız yaşamak artık katlanılmazdır. Niçin bugünkü yabancılaşmaya, dehşet ruhsal ve fiziksel eza ve yırpalanmışlığa katlanacaksınız ki… Gelecek diye bir şey yoksa, distopya dışında bir gelecek yoksa, bir gelecek tahayyülüne sahip değilseniz bu hayat tahammül edilmez hale gelir.
Neoliberalizm, bizi geçmiş değerler sisteminden koparttığı gibi gelecek tahayyülümüzü de parçalar. Birey şimdide asılı kalmıştır. Bu, belki neoliberalizmin krizinin söz konusu olmadığı zamanlarda çok sorun değildir. Ancak kriz, şimdi’nin bir distopyaya dönüşmesine yol açar. Neoliberalizmin ideolojik-siyasal hegemonyası sonucu, büyük anlatıların ipliği pazara çıkarılmış, tarihin sonu ilan edilmiştir! Birey şimdi’de asılı kalmıştır. Ve bu değişmeyecek, ilelebet sürecek olan şimdi; her anı, her saniyesi, her sanisesiyle artık katlanılmazdır. Tekrar hikâyemize dönecek olursak, Yalancı Jacob’un ayrıntılarla renklendirdiği için yalana dönüşen anlatısı, bir gelecek tahayyülü olarak, gerçektir. Umut vardır, zira Sovyetler ilerliyordur. Ve içinde olunan durum, yaşanılan hayat sürgit devam etmeyecektir. Naziler, birilerini öldürse de hatta gettoda kimse sağ kalmasa da bu böyledir. Bunun bilinci, bir direniş örüntüsü ile hayatın birdenbire çiçeklenmesini sağlar.
Neoliberalizmin ideo-kültürel hegemonyasını tesis etmesini sağlayan en büyük saldırısı, belki de kolektif bir gelecek düşünü ortadan kaldırmış ve bireyin gelecek planlarını kolektif kurgudan kopartarak inşa etmesini sağlamış olmasıdır. Bugünkü dünyanın suretinden başka bir şey olmayan bir gelecektir insanın önündeki. Her koyunun kendi bacağından asıldığı bir dünyanın gelecek tasarımlarına hapsolduk. Sonra artık her koyunun kendi bacaklarından asılacağı bir dalın da kalmadığı ve çukurun dibinde geleceksizlikte eşitlendiğimiz hissine gark olduk. İşte ne olduysa o zaman oldu, kolektif bir tasarım, düş olarak bir gelecek yoktu, kriz koşullarında daha da belirginleşmiş olansa kişisel kariyer planlarımıza imkan tanıyan bir geleceğimizin de olmadığıydı. Adeta dünya, biz de içinde olmak üzere kendi içine doğru çökmüştü. Buradan çıkış yok, sözlerinde ifadesini bulan bir durumdu bu.
Yaşamakta olduğumuz, toplumsal bir çöküş ve çürüme hali. Hiçbir değerler sisteminin kalmadığı bir çürüme. İşte burada kendi rolümüze gelebiliriz. Bu çöküş halini, çürümeyi tersine çevirmek; başka bir toplumsallık tahayyülünü oluşturmak durumundayız. Eski dayanışma ve sosyal koruyucu zırhlarının hepsinden soyundu toplum. Neoliberal birey durumuyla karşı karşıyayız. Neoliberalizm bireyde, sermaye birikim rejiminin görece kapsama ve toplumsal rıza üretme mekanizmalarının devrede olduğu dönemde, bir özgürleşme hissi de uyandırıyordu. Ancak bu yansılsamanın sınırlarına geldik. Adeta Truman Show’daki gibi film platosunun belirlediği ufuk çizgisinin yapaylığını gördü insanlar. İşte ne olduysa o zaman oldu. Özne’liğini yaşadığını varsayan birey, özne olmaktan çok kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkilerinin çepeçevre çevrelediği bir dünyada tutsak olduğunu gördü. Ve haliyle insanların aidiyet duyguları paramparça olmuş durumda. Kendisini anlamlandırmada, tariflemede referans sistemi çökmüş oldu.
“Yani ekonomik kriz intiharı arttırıcı faktörlerden bir tanesi. Fakat ekonomik krizin intihara sebep olması şu manaya geliyor; demek ki toplumsal olarak ekonomi dışında, ekonominin aracılığı dışında aidiyet hissiniz o topluma karşı yok. Yani ekonomik olarak siz kendinizi kaybetmiş hissettiğiniz zaman, diğer biçimlerde işte akrabalık, sevgi, ulusal kimlik, başka kimlikler olabilir. Bu kimlikler dolayımıyla bir aidiyet hissetmiyorsunuz. Ekonomik kriz ile intihar arasındaki ilişki bu.” Bu alıntı, Nazan Üstündağ’ın Mezapotamya Ajansı’yla yapmış olduğu röportajdan.[1] Tam da yukarıda ifade ettiğimiz gibi tüm ilişkilerin kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkileri dolayımıyla kurulabildiği bir dünyada, ekonomik anlamda yaşanacak bir kriz ve çöküş, tüm ilişkileri belirler hale gelmektedir. Bu ilişki dışında bir aidiyet oluşturamama ve kendini tanımlayamama söz konusu. Bir diğer şey geleceksizlik, korunaksızlık hali. Dün borçlanmış olanın kimse canını alacak değildi ya. Çünkü insan insana bir ilişki söz konusuydu. Ve bu insanlar bir toplumsallığın içerisinden geliyorlardı. Bu toplumsallığın perdeleyici kimi yönleri vardı. Oysa şimdi birey, neoliberal yapı ve kurumlarla tek başına karşı karşıya. Kredi kartı onun canavarıdır artık. Rakamların soğuk etkisinin dışına çıkamazsınız. Kredi derecelendirmede sıfırı tükettiğinizde bu dünyada artık yoksunuzdur. Kendinize alan açamazsınız.
Son dönemde artan intiharlara baktığımızda, hemen şunu söyleyebiliriz: Korona salgını sonrası derinleşen ekonomik krizin etkisi ile enkaz haline gelen hayatların altında kalkamayanların seçtiği yoldur intihar. Öte yandan, dünden bugüne artan intiharları sadece ekonomik kriz ve artan yoksulluğa, sefalete bağlamak da kolaycılık olur. Kuşkusuz en temelde yatan etkenlerden biridir bu. Ancak tek başına açıklayıcı olmaz. Geleceksizlik girdabının içine hapsolduğunu düşünüyor insanlar. Hiçbir hafifletici, soluk aldırıcı mekanizma da yok. Dünkü toplumsallık içerisinde kimi dayanışma ağlarıyla sistem karşısında tutunmaya çalışan emekçiler, bugün bir başınalar. Birey olarak korunaksızlar. Bu durum adeta bıçağın kemiğe dayanması etkisi yapıyor. Bir diğer şey, insanın kapitalizm koşullarında kendisini tüm yeti ve yetenekleriyle gerçekleştiremiyor olmasının verdiği bir anlamsızlık duygusudur. Tam da burada, bir ışık taşıyıcısına, devrimci bir ütopyaya ve bu ütopya uğruna savaşacak insanlar topluluğunun oluşturduğu kolektif bir özneye ihtiyaç var. Kapitalist sistemi ve devletini yıkabilecek devrimci bir strateji doğrultusunda savaşacak bir örgüte. İşte devrimci komünistlerin işi hem çıkış yolunu örgütlemek hem de bu çıkış yolunu örgütleme işini çoğullaştıracak örgütlenmeyi yaratmaktır.
Umut oluşturmak/Çıkışı örgütlemek
Her intihar edenin aslında ölmeseydi, bir komünist savaşçı olma imkan ve olasılığını kavrayabilmeli ve bu düzlemde, sistemden kopuş içinde olup da çaresiz olanları kavrayacak bir mücadele hattı örgütlemeliyiz. İntiharla nihilistçe yapılan sistem protestosundan kapitalizme karşı yıkıcı bir mücadelenin öznesi olmaya doğru bir adım attırmakla başlayacak her şey. Sonrası ölümü gözünde küçültenlerin, bir umutla buluştuğunda kazanacağı sarsılmaz enerji ve bilinç açıklığıyla gelecektir. Çünkü yakarsa bu dünyayı garipler yakar!
İntihar edenleri; sadece çıkışsız, çaresiz, yok ve yük sayılmış olarak tariflemek ve onları sistemin ölüme yolladığı mağdurlar olarak okumak, intiharın eşiğine gelmiş olan insanlara öznelik alanını açmamızı engeller. Oysa onlar, Allah ve dünyadaki temsilcisi olan devlet iktidarı tarafından ancak alınabilecek(!) bir canı, adeta ruhani ve dünyevi olan erk’e bir protesto mesajı gibi, kendi kendisine sonlandırmayı düşünen birer asi olarak da okunmalıdır. Dünyaya, geride kalanlara bir mesaj bırakma kaygısı vardır bu fiillerinde. Bir haksızlığı yüze vurma ve adeta ifşa hareketidir. Ancak onun cürmü bu kadardır. Başka bir şeyi örgütleyemez. İşte bu yüzden onlar kurulu sisteme, neoliberalizme, kapitalist meta dünyasına ve ilişkilerine, patriyarkaya adeta umutsuz bir isyan çığlığı bırakıverip giderler. Birçoğu, mevcut olanın devamına itirazını bedenlerini yok ederek geliştirir. Ama her bir ölümün geliştirdiği itiraz kendinden menkuldür. İntihar eden, itirazının başka itirazlara katıp toplumsallaştırma fırsatını da tepmiş, mesajını çıkış ve yeni bir yaşam için mücadeleye çağrı biçiminde örgütleyememiştir. Bu anlamda, yukarıda yazdıklarımız intihara bir güzelleme olarak okunmamalıdır. Sadece intiharın eşiğinde olanın, eğer biz bunun politikasını yapar ve örgütleyebilirsek komünar olma imkân ve ihtimalinin ne kadar güçlü olduğunu söylemek için bunları yazdık.
Kapitalizmin her şeyi metalaştırdığı, metaların suretinden bir dünya yarattığı koşullarda, belki de makine kırıcılar gibi bu metalaşmaya, metalar dünyasına ve ilişkilerine karşı bir kırıcılık eylemi geliştirmemiz gerekiyor. Zira şeyleşmiş dünyaya karşı, yaşamanın anlamlı olacağı bir dünyayı çıkartamadığımız koşullarda umut olamayız, çıkışı örgütleyemeyiz.
Kendi yaşamı üzerinde hiçbir söz hakkının, belirleyiciliğinin kalmadığı duygusu, insanda değersizlik hissini açığa çıkarıyor. Hiçbir konuda sözünün geçmediği, yok ve yük sayıldığı veya sadece sistemin bir dişlisi olarak emeğine, kendisine, etrafındakilere yabancılaşmış olarak yaşayabildiği bir dünyada yaşamak istememek bir kopuş halidir. Ancak bu kopuşu geleceğe, komünizme bağlayacak bir örgütlenme, bir idea, bir politika olmadığında insanların önünde tek bir şey kalıyor; yaşamlarından vazgeçmek! Bu yüzden intihar eden aslında bizim elimizden kayıp gitmiş oluyor.
Ezilen, sömürülen olmaktan; ezilmeyi ve sömürülmeyi ortadan kaldırmaya geçiş yapmaktır özne’lik. İntiharı karakterize eden şey ise; bir insanın artık özne’liğini inşa edemeyeceğini düşünmesi ve bu haliyle yaşamaya katlanamaz duruma gelmesidir, bir vazgeçiş ve artık bir nesne olarak yaşamaya tahammülsüzlük halidir. Belirlenmekten, itilip kakılmaktan, yok sayılmaktan, yük sayılmaktan, marjinal faydaya konu edilmekten bıkkınlık halidir. Dünyanın tüm ağırlığınca insanın üzerine çökmesi, bireyin de kendi içerisine doğru çöküşüdür. O halde, bizim yapacağımız; bu raddeye gelen insanlara ezildiğini, sömürüldüğünü anlatmaktan öte, bu ezilmeyi, bu sömürü ilişkilerini ortadan kaldırabilecek mücadele imkânlarını nasıl açığa çıkarabileceğimizi göstermektir. İntihar düşüncesinde olana mağdurluğunu ifade ederek elimizi uzatamayız. Özne olma imkânını yakalamalı o insan. Bu, kapitalist meta dünyasının içerisinde mümkün değildir.
Komünizm; ezme-ezilme ve sömürü ilişkisini, özcesi kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkilerini ortadan kaldırmanın yol ve imkânlarını tartışmak ve bunu mümkün kılacak kurtuluş iradesini açığa çıkarabilmekten beslenir. Buradan köklenir. Bu yazdıklarımız üzerinden şuraya gelmek istiyoruz, intiharlara çözüm bulmak istiyorsak, komünizmi “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket”[2]in kendisi olarak kavramak durumundayız. İşte bu “gerçek hareketi” örgütleyecek olan, devrimci bir savaş örgütüdür. Bu şeyleşmiş dünyaya karşı, sistem karşıtlığını yıkıcı eylemi ile örgütleyip savaşacak bir kolektif özne. Yaşamın tüm alanlarında, gözeneklerinde “gerilla tipi” örgütlenmeyle savaşı yürütecek bir örgüt. Sosyalist politikayı gündelik hayata indirgeyecek, sistem karşıtlığını yıkıcılıkla, devrimci şiddetin yeni olanı yeşertici gücüyle buluşturup ilerletecek bir alternatif olmalıyız. İşte o zaman yeni bir toplumsallığın imkânlarını aralayabilir ve bu dünyaya mahkûm olmadığımızın bilgisini işçi sınıfı ve emekçilere, gençliğe ve kadınlara verebiliriz.
İnsan evladının temel güdülerinden biri midir bilinmez ancak yaşarkalmak, ölümsüzlük uğruna verdiğimiz bunca çaba, bir şeyleri ifade etse gerektir. Kimileri soyunu sürdürerek bunu yapar, kimi sanatsal bir üretimle, kimileri de kolektif bir tahayyülü gerçek kılma mücadelesiyle ve yeni bir yaşamı var edecek bir devrimle… Neoliberalizm, insanları gelecek tasavvurundan kopartırken onları harekete geçiren motivasyonlardan biri olan ölümsüzlük ilahiyatından da kopartır. Ölümsüzlük iksirimiz yoktur ama ölümsüz olmak için dişimizle tırnağımızla didiniriz. Bireysel tüm yaşarkalma çabalarının bir yerde tıkandığını, tarihin sonunu ilan edenlerin dünyalarında böyle bir geleceğin olmadığını gören birey için, bir çıkışa işaret etmemiz gerekiyor. Bunu yapamadığımızda umutsuzluk burgacı insanların içine işler ve bazılarına, yaşama katlanmak artık zor gelir. Yaşamak cezasına son verip bedenini boşluğa/ölüme bırakıverir. Onlara kolektif bir aksiyonun içinde ölümsüzlük iksirini sunabilmeliyiz.
Gelecek düşlerimizin gerçek olup olmayacağı sorusuna verilen kötümser yanıtların bir nedeni de bu düşü, kendi yaşamlarımızın çizdiği sınırlar içinde düşünüp yanıt veriyor olmamızdır. Oysa daha önceki kuşaklar, gelecek ufkunu (bunu sadece biz devrimciler cephesinden söylemiyoruz) kendi ömürleriyle sınırlı ele almazlardı. Zira kolektif bir düştü gelecek ve bu kolektif düşe dönük herkes bir şeyler yapardı. O düşün ne zaman gerçek olacağından çok kolektifin er geç bu düşün gerçek olacağına dair inancı ve bu uğurda tüm yönleriyle enerjisini, birikimini mücadeleye seferber etmesi öne çıkıyordu. Oysa neoliberalizm zamanlarında, düşler kolektif olmaktan çıktı. Herkesin düşü kendineydi. Ve bu düşün insan ömrünün sınırları içerisinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği daha bir önem kazanmıştı.
İşte böyle bir dünyada, yaşamı değerli kılmak için ne yapmalıyız sorusuna verebileceğimiz en yalın cevap; kolektif bir düşün taşıyıcısı olmalıyız. İşçi sınıfı ve emekçilere, cins çelişkisini en derininde hisseden kadınlara, patriyarkal kapitalist sistemin ötekisi LGBTİ+lara, geleceksizlik girdabının içine hapsolan gençlere… yeni bir dünyayı kurmak için yürüteceğimiz mücadelenin, atacağımız her adımın, bizi birbirimize ve geleceğe bağladığını gösterebilmeliyiz. İntihar etmeyi tek çıkış olarak görenlere, toplumsal çöküş ve kriz halinin içerisinde bireysel çıkışsızlık, buhran ve umutsuzluk sarmalı içerisinde yitip gidenlere bir umut aşısı gerekiyor. Bu, elbette yalancı bir umut değil. Ezme-ezilme ve sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırıldığı yeni bir dünyanın toplumsallığı içinde birey olarak yaşayacağı sınırsız gelişimin mutluluğunu duyumsatabilmeliyiz. Bu uğurda verdiğimiz kavganın aynı zamanda yenidünyanın ilişkilerini öz olarak içinde taşıdığını, aslında bu yolda yürürken komünizme yakınsayan ilişkilerle insaniliğimizi yeniden yakaladığımızı da gösterebilmeliyiz. Bu, mücadeleye bir çağrı olmaktan öte, yeni bir yaşama da çağrıdır.
[1] http://mezopotamyaajansi29.com/tum-haberler/content/view/134816
[2] Alman İdeolojisi, Marx-Engels, Evrensel Basım, sf.43
*Resim: Matthew Laznicka