Türkiye’nin bugünkü sistemini; sermaye, siyasal temsilcileri ve müşterek egemenlik aygıtı devletin andaki durumunu; iç çelişkilerini doğru olarak anlamak önemlidir. Mevcut ortama baktığımızda, Türkiye’deki siyasal durumu hangi boyutlarıyla, nasıl değerlendirmeli, neyi öne çıkarmalı, nasıl kavramalıyız? Faşist iktidar koalisyonu şunları hedefliyor, gerici burjuva kamp bunları söylüyor, kontrgerilla böyle istiyor… Bunları es geçelim demiyorum, daha yakından bakalım. Bir bütün olarak burjuva faşist düzen güçleri, her biri kendince bir güç, kuvvet ve kitle desteğine sahipler ama muktedir değiller. Yüz yıllık cumhuriyetin büyük bölümü sıkıyönetimler ve faşist askeri darbeler altında geçti. Gelişen süreç, bugünkü dinci ve ırkçı faşist diktatörlükle sonuçlandı. Faşizm iktidarda ama topyekun bir diktatörlüğe dönüşemiyor ve Türkiye büyük bir çoklu kriz ortamında debeleniyor, gelinen aşamada artık yönetilemez durumda.
Marks, bir olayı aktörleriyle ve kişiyi kendi söyledikleriyle değil, onları bu veya şu şekilde davranmaya iten koşulları irdelemeyi esas alır. Bu anlamda, Türkiye toplumu nasıl bu hale geldi? Bütün burjuva klikleri, halk kitlelerini ve değişik güçleri, tüm güçleriyle keskin bir rekabetle sahaya süren nedir? İşçi sınıfını, çiftçileri, esnafları, gençliği, kadınları, Kürtleri, Alevileri toplumun tüm kesimlerini hepsini birden sahaya süren bu gerçekliklerin temelinde ne yatıyor? Burayı doğru kavrayamazsak, bu kapışmanın esas sebeplerini göremez ve sürecin ilerisine doğru bakamayız. Bunun için yakın geçmişten günümüze, devlet ve sistemdeki değişim sürecine göz atmak gerekir.
Türkiye yönetilemez durumdadır
Türkiye’nin tarihsel bir kırılma döneminden geçtiği açık. Bu ülkede tüm kırılma dönemleri sert çatışmalar, sıkıyönetimler, kanlı askeri darbeler eşliğinde yaşanmıştır. Türkiye’de öncesini dışta bırakarak; 1900 başlarından 2000’lere kadar sivil siyasetteki tıkanıklıklar ordunun devreye girmesiyle aşılıyordu. 31 Mart Vakası bunlardandır. Rumeli’ den yola çıkan Hareket Ordusu başkente gelip gerici ayaklanmayı bastırdı, merkezi hükumeti kurtardı. Cumhuriyetin kuruluşu ve 1950’lere kadar tek parti dönemi, ordunun hakemliğinde yürütülmüştür. 10 yıl sonra ordu, Demokrat Parti diktatörlüğüne karşı yükselen muhalefeti arkasına alarak 27 Mayıs askeri müdahalesini gerçekleştirdi. Bu döneme kadar siyasal krizler iktidar kanatları içindeki çatışmalar üzerinden gelişiyordu. 12 Mart ve 12 Eylül’deki faşist askeri darbeler düzenin krizi yanında, yükselen kitle muhalefetini bastırmak için gerçekleştirildi. Ordunun en son müdahaleleri Cumhuriyet Mitingleri ve “E-Muhtıra” denilen olaylarla son buldu. Ardından NATO ve TÜSİAD desteğiyle gerçekleştirilen Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla bu dönem sona erdi. Bu döneme kadar direğinde ordunun olduğu sıkı bir devlet ve bürokrasi vardı. Türkiye’de ekonomik, siyasal, toplumsal krizler derinleştiğinde, kriz anlarında ordu devreye girip rotayı belirliyordu. Ordu müdahaleleri çözüm getirmiyor, ama krizleri öteliyor ve sistemi yeni güçler dengesinde bir raya oturtuyordu. Bu, tarihsel bir geleneğin üzerine oturan muazzam bir mekanizmaydı. Bu mekanizma, Ergenekon, Balyoz operasyonları ve en son 15 Temmuz darbe girişimi ile paramparça oldu, bir bütün olarak bu mekanizma eski rolünü oynayamaz hale geldi ama yerine toplumsal kabul gören bir güç ortaya çıkamadı.
Dokunulmaz ordu, önce Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla allak bullak edildi, geleneksel dokunulmazlık zırhı delindi. Ama komuta ve kontrol mekanizması fazla zarar görmeden, hazır yeni bir dinamik olarak Fetullahçı kanat devreye girdi. 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasındaki tasfiyelerle ordu tarihsel güvenilirliği yanında, otoritesini ve merkezi yapısını kaybetti. Ergenekon artıkları, NATO generalleri, MHP’ci kanat, diğer tarikatların militanları, 40 yıllık Kürt savaşı sürecinde uyuşturucu ve kara para trafiğinin içinde oluşan mafyatik odaklaşmalar ve kendi içindeki geleneksel çizgi artıkları, farklı gruplar olmak üzere tam anlamıyla faşist kliklerin rekabet alanı durumundadır. Ordu içindeki, kapışma ve klikler savaşı ve tasfiyeler birçok olayda dışa yansıyor: 15 Temmuz kahramanı olarak lanse edilen genareller, Mavi Vatancılar, MHP militanı kara kuvvetleri komutanı bunlar arasındadır ve benzeri tasfiyeler devam ediyor.
TSK, zamanında bütün devlet sisteminin ve sivil devletçi siyasal güçlerin stratejik merkezi durumunda olduğundan, oradaki dağılma ve parçalanma, kontrgerilla başta olmak üzere tüm derin devlet yapılanmaları ve sivil uzantıları içinde parçalanma ve dağılmayı getirmiştir. Bu etki değişik düzeylerde MİT, Emniyet, yargı, yönetim bürokrasisi, siyasi partiler, mafyatik sivil faşist çeteler dahil bütün alanlarda yaşanmaktadır. Bütün bu karşı devrimci faşist kurumlar, varlıklarını devam ettiriyorlar hatta personel ve mali olarak büyüyorlar ama eskisi kadar muktedir değiller, parçalı ve kendi içlerinde klikler savaşı sürüyor.
Başka bir açıdan, benzer bir gelişmeyi dünya üzerinde de gözlemliyoruz. 1900 başlarına kadar dünya kapitalist sisteminde hegemonya iddiasında olan emperyalist merkezler vardı. Dünya kapitalizmi hiyerarşik olarak bu merkezlere göre şekilleniyordu. Ekim Devrimi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu dünya oluştu. 1990’larda iki kutuplu dünya sistemi sona erdi. ABD, bu boşluğu doldurmak için Balkanlar, Afganistan ve Irak işgalleriyle devreye girdi. Bu işgaller başarısızlıkla sonuçlandı, emperyalist kriz derinleşti ve dünya yeni bir emperyalist savaş sarmalına girdi.
Tüm ülkelerde merkez kaç kuvvetler öne çıkıyor
Türkiye ve hemen bütün ülkeler için bu dönemlerde, dünyayı ve tek tek ülkeleri yönetmek, merkezi bir kontrolü sürdürmek olanaklıydı, krizler şu veya bu biçimde zamana yayılıyor, geçici istikrar sağlanıyordu. Aynı zamanda bu dönemde gelişen siyasal süreçleri kavramak kolaydı. Bugün bir bütün olarak belirleyici merkezi odaklar zayıfladı, merkez kaç kuvvetler öne çıktı. Dünya için olduğu gibi Türkiye için de bu gelişmeler, çok önemli değişiklikler yaratmıştır; dünya ve yerel egemenlerin toplumsal meşruiyeti ve hakimiyeti zayıflamıştır.
Türkiye üzerinden devam edersek; ekonomik, siyasal, toplumsal olarak içinden geçtiğimiz dönemi içeride depremin, dışarıda küresel kapitalizmin etkilerinin daha da şiddetlendiği ortamda bu krizi belirli bir süreçte dengeleyecek kuvvetler yok. Bu eksikliğin Türkiye için çok önemli sonuçları ortadadır. Her taraftan merkez kaç güçler hareket halindedir. Hüda-Par, Erbakan’ın oğlu, Muharrem İnce, DSP, Sinan Ogan, Ümit Özdağ bunlar nedir; şimdi hepsi hareket halindedir, merkezlere baskı yapıyor ve etkili oluyorlar. Türkiye’de merkezileşmeye değil uçlara doğru kaçış var. Ama daha dikkatli baktığımızda, zaten eski geleneksel siyasal merkezler olabildiği kadar parçalanmıştır, şimdi daha uçlara savrulma yaşanıyor. Buradan çıkan sonuç açık, sistem açısından bugünkü gidişin kısa yoldan toparlanması mümkün değil. Bu durumun doğru anlaşılması gerekiyor; toplumsal ve siyasal parçalanmayı geçmişteki gibi, tarihsel otoritesiyle, toplumsal kabul gören büyük silahlı gücü ve yaptırım kuvvetiyle, herkesi yerli yerine oturturacak bir merkez yok. Ayrıca, bu dağılma ve parçalanma, yalnız devlet ve bürokrasiyle sınırlı değil; toplum aynı durumda, siyasal partiler aynı durumda, dağılma ve parçalanma her alanda yansıyor.
Parçalanma ve savrulmanın yanında bir başka dikkat çekici gelişme, geleneksel siyasal kutuplar parçalanıyor ve yeni farklı kutuplaşmalar oluşuyor. Geçmişte, klasik sağ, sol ayrımı vardı; yüzde altmış sağ, yüzde kırk sol olarak bu seçimlere kadar hep karşı kutupları oluşturdular. Bugün durum değişmiştir, hala eski kutuplar devam etse de giderek zayıflamaktadır ve bu olumlu bir gelişmedir.
Türkiye’de geleneksel siyasal kutuplaşma aşınıyor
Geçmiş sağ ve sol ayrımı sahte eksenler üzerinden kuruluyor ve sınıfsal bilinci gerileten bir rol oynuyordu. Bu ayrımlar ve çelişkiler bir gerçekliktir, buna ilgisiz kalamayız ama bu çelişkiler mevcut gerici sınıflar arasındaki çelişkilerdir. Ülkemizde solun bir kesimi, Kemalizm üzerinden kendisini, seküler ve dindarlar bölünmesinde taraf olarak konumlandırıyor. Bu tavır, onları sınıfsal çelişkileri öteleyen ve burjuvazinin bir kanadının destekçisi durumuna düşüyor. Marksistler, bu sahte kutuplaşmayı kırmak zorundadır. Marksizm, sınıf mücadelesini kültürel, dinsel çelişkiler üzerinden kurmaz. Devrimcilik, önce böler; dinler, kültürler ve ulus kategorisinde birleştirilen toplumu, önce sınıfsal kategoriler olarak böler ve bu düzenleme üzerinden kurduğu siyasal mücadele pratiğiyle birleştirmeyi hedefler.
AKP-MHP ekseni, halk düşmanlığı ve gericilikte birbirinden çok farkı olmayan geleneksel gericilik ve faşizm cephesini oluşturuyor. Geleneksel gerici kutup için, sol hatta komünist olarak görülen CHP ekseninde kurulan ittifak, bunu bozmuştur. Millet İttifakının içinde ne ararsan var. İçinde süzme faşistlerin de yer aldığı bu ittifakı olumlamıyoruz, bunlar sadece bir değişimi göstermek için belirtildi. Aynı biçimde Emek ve Özgürlük İttifakı da değişik renklerde sol muhalif güçlerden oluşuyor.
Burjuva cephesindeki ittifaklar, bir birliği gösterse de, ittifaklara öncülük eden büyük burjuva partileri kendi içlerinde paramparçadır. En büyük dağılma ve parçalanma, AKP içinde yaşanıyor. MHP, aynı durumdadır. İYİP, gene faşist ve gerici klikler koalisyonudur. CHP, hep birçok değişik kliklerin ittifak yaptığı bir parti olmuştur. Bugün faşist ve dinci artıkları, solcu, ulusalcı, liberal kliklerin cirit attığı bir yapıdadır ve seçimler sonrası, içte en büyük sorunları yaşamaya gebedir. Faşizan Ergenekon artıkları, yakın zamana kadar AKP destekçisi Cumhuriyet gazetesi ve Kemalist faşist azılı şoven, Kürt düşmanı Sözcü takımı, tornistan yapıp hızlı CHP destekçisi kesilmiştir. Bütün bu klikler, şimdiden partide hakimiyet için kılıçlarını bilemektedir.
Sömürgecilik ve faşizm iç içe geçmiştir
Dünya, askeri ve silahlanmada, ekonomide, politikada, teknolojide, diplomaside hemen her alanda kıran kırana, büyük ve küçük tüm güçleri içine çeken sürekli bir rekabet ve çözümsüz bir kriz ortamından geçiyor. Kriz, emperyalist merkezleri sarsarken geç kapitalistleşen ülkeleri çöküşe götürüyor. Türkiye orta gelişkinlikteki tüm kapitalist ülkelerin yaşadığı bunalımların aynısını yaşıyor, ek olarak tarihinden devraldığı sömürgeciliğin ağır bunalımını yaşıyor. Ekonomik ve siyasal çöküşün yanında onu çözümsüz bırakan 40 yıldır süren sömürge savaşıdır.
Dünya kapitalizminin derin krizinin etkileriyle Türkiye kapitalizmi yatalak hale gelmiştir, ne kadar derin olursa olsun hiçbir ekonomik kriz, burjuvazinin iktidarını kendiliğinden yıkamaz. Türkiye’deki ekonomik kriz, aynı zamanda burjuva siyasette keskin kırılmalar, devlette çatlamalar yaratarak derinleşiyor ama kriz, sadece bunlardan ibaret değil. Bütün bu krizlerin temelinde sömürgeci savaş yatıyor veya sömürge savaşı, krizi çözümsüz hale getiriyor. Seçimlere bakışta temel bir yanlış Türkiye gerçeğine yanlış bakıştan kaynaklanıyor. Türkiye, Kürdistan’ın en büyük parçasını sömürge statüsünde tutan faşist bir iktidarla yönetiliyor ve sömürgeci faşizm 40 yıldır Kürt halkına karşı sonuçsuz bir imha savaşı sürdürüyor. Sömürgecilik, Kürt direnişine karşı ancak faşizmi devam ettirerek karşı durabiliyor. Kırk yıllık Kürt direnişi, sömürge statüsünü geriletirken faşist diktatörlüğün tam hakimiyetini engelleyen en büyük politik ve askeri güç durumundadır. Türkiye’deki siyasal süreçleri bu gerçeklik dışında doğru kavrayamayız. Açık olarak seçimlerde alınan siyasal tavırlar ve Türkiye’nin geleceği, sömürgecilik ve faşizm gerçekliğinden kopuk kavranamaz, sömürgecilik ve faşizm iç içe geçmiş iki olgudur.
Sömürgecilik sistemi, birkaç ülke hariç geçtiğimiz yüz yılda değişik biçimlerde çözüldü. Türkiye, Osmanlıdan devraldığı Kürdistan’ın en büyük parçasını; toplu katliamlar, askeri işgaller ve 40 yıldır devam eden kanlı bir savaş üzerinden sömürge statüsünde tutuyor. Sömürgecilik, nasıl değişik ülkelerde değişik biçimlerde çözüldüyse, bu sorun, Türkiye’de de çözülebilirdi. Bu sorun geç kalmadan çözülebilirdi ama geç kaldığı için ve Kürt mücadelesi büyük bir hareket olarak, yıkıcı ve devrimci bir hareket olarak yükseldiği için Türkiye burjuvazisi bu sorunu çözemiyor.
Sömürgeciliğin etkileri, sadece ekonomik boyutuyla tam olarak anlaşılamaz. Türkiye kapitalizminin ağır krizi, ekonomik çöküş, bölgeye yayılmasının zorunlulukları, devam eden savaş ve yayılma istemleri, bütün bunlar; Kürt siyasallaşmasıyla daha ağırlaşarak çözümsüz bir hal almıştır. Kürt siyasallaşması geldiğimiz aşamada, Türkiye ile sınırlı değil, İran, Irak, Suriye ve Türkiye üzerinden bölgesel bir boyuta yükselerek, bölge üzerindeki küresel emperyalist rekabetin ortasına, büyük bir siyasal güç olarak yerleşmiştir. Aynı zamanda, bağımsız devlet stratejisini değiştirerek, 40 yıldır biriktirdiği, askeri, siyasal güçlerinden aldığı moral destekle; tüm bölgeyi kapsayan, konfederal bir Ortadoğu halklar birliğini hedefliyor.
Bu programın gereği olarak, Türkiye’den ayrılmak istemiyor, iktidara ortak olmak istiyor. TC egemenlik aygıtları için bu kabul edilemez bir taleptir ve sistem bunu “beka” sorunu olarak görüyor. TC sistemi, AKP eliyle “çözüm süreci” denilen dönemde, Kürtlere kırıntı kabilinden haklar sunarak bunu denemeye cesaret etti. Şovenizmle zehirlenmiş Türkiye toplumu, çözüm süreci aralığında kendine gelerek 2013 Haziranı’nda büyük Gezi isyanını gerçekleştirdi. Ardından, Türkiye’nin devrimci demokratik güçleri Kürt hareketiyle birleşerek 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’yi seçimlerde yenilgiye uğrattı. Bu sonuç sadece AKP’yi değil tüm sistemi ayağa kaldırdı ve TC egemen güçleri, Kürt sorununu ülkenin beka sorunu olarak ilan ederek içeride ve sınırların dışında Kürt olan tüm birikimi ezip dağıtmak için 7-8 yıldır kanlı bir savaş yürütüyor.
Kürt sorunu niye çözümsüz veya mevcut burjuva iktidarlar altında neden çözülemiyor? TC Devleti, 40 yıldır bütün güçleri ve olanaklarıyla yüklendiği halde ne askeri ne siyasal olarak bir başarı elde edemedi. Tersine, Kürtler bölgesel bir güç durumuna geldi ve bölgesel emperyalist rekabetin gündemine oturdu. Suriye sorununun göbeğinde yer alıyor, yalnız Suriye değil, Irak ne olacak, İran’da süreç nasıl gelişecek? Gelinen aşamada, yalnız Türkiye için değil, bölgedeki emperyalist güçler ve diğer bölge devletleri için de gözardı edilemez alternatif bir güç durumuna yükseldi. Bölgedeki emperyalist kamplar, kendi aralarındaki çelişkileri koruyarak, bu büyük bölgesel gücü, devrimci yanını tasfiye edip, terbiye ederek kontrol etmek için çabalıyor. Bunun için değişik biçimlerde Türkiye’nin saldırılarının önünü açıyor, gerektiğinde açık destekliyorlar. Ama bugüne kadar tüm emperyalist müdahaleler başarısız kaldı ve Kürt hareketi halkçı, devrimci özelliklerini korudu. Bundan dolayı, Kürt sorununun Türkiye’deki çözülmezliği, bölgesel çözümsüz bir sorun olarak devam ediyor.
Kısaca söylemek istediğimiz; Türkiye kapitalizminin ağır krizi altında ve bu krizi daha da ağırlaştıran Kürt sorununu şu veya bu biçimde çözmeden hiçbir alanda adım atamaz. Önümüzdeki süreç reformist sol muhalif kesimlerin çoğunun “güzel” beklentileri doğrultusunda gelişmeyecek. Ama bundan da önce, düzenin iç ve dış muktedirlerinin “ortak aklı” devreye girerek en istenir olanı tercih etse bile, egemenlerin istedikleri ve bekledikleri gibi de gelişmeyecektir. Ne cumhuriyetin restorasyon süreci olarak hedefledikleri “güçlendirlimiş parlamenter sistem” ne de topyekun bir faşist diktatörlük için zorunlu olan; iç savaşın derinleştirilmesi, darbe dahil başka düzenlemeler topyekun krizi aşamaya yetmeyecektir. Yani, bugün egemenler ne yapma ne yıkma konusunda kadir-i mutlak güce sahip değiller. AKP-MHP faşist iktidarının devamı veya CHP- İYİP ortaklığı vb. tüm sistemi tamir çabaları, iç ve dış, çözümsüz ağır kriz koşullarında gelip Kürt sorununa çarpmaktadır. Egemenler, ister ortak kararlarla restorasyon sürecini işletsinler; ister zorlanarak, derinleşen çatışmaların iç savaş düzeyine yükselmesiyle çare olarak baş vuracakları bir NATO darbesine mecbur kalsınlar, durum aynıdır. Her durumda düzenin geçici bir istikrarı için Kürt sorununda adım atmak zorundalar. Tarihin bu aşamasında, Türkiye’de Kürt sorununa dokunmadan alınacak yol yok ve bulunacak her çözüm çok kısa ömürlü olacaktır.
Kürt devrimi düzene sığmayacak kadar büyümüştür
Türkiye’de sorunu çözmek için burjuvazi birçok girişim yaptı; İlk girişim, İnönü liderliğindeki SHP ile atıldı, sonrasındaki adım Özal’dan geldi. Mesut Yılmaz: “Demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçiyor” diyerek sorunu gündeme getirdi. Demirel-İnönü koalisyonu, Kürt sorununda benzeri demokrasi ve özgürlük vaatleriyle işe başladı. Başbakan olduğunda Erbakan, kendince çözüm vaatlerinde bulundu. En ileri sözleri ve adımları Erdoğan attı, çözüm sürecini başlattı. Bütün bu girişimler anında sistemin karşı devrimci faşist müdahaleleriyle karşılaştı, ama uzun veya kısa sürede tüm bu girişimlerden Kürt Hareketi güçlenerek çıktı.
İnönü SHP’si ile yapılan seçim ittifakından nurtopu gibi HDP’ye varan Kürt siyasal partileri (HEP, DEP, DEHAP, HADEP, ÖZDEP, BDP) doğdu. Özal, Mesut Yılmaz, Demirel-İnönü, Erbakan iktidarlarının aynı yöndeki zoraki adımları, Kürt siyasallığını meşrulaştırdı. AKP ve çözüm süreciyle; cumhuriyet tarihinde ilk defa kendisine silah doğrultan bir örgütle devlet masaya oturmak zorunda kaldı. Bu andan itibaren Kürt siyasallığı, Türkiye’nin tüm sorunlarının göbeğine oturdu.
Kırk yıllık bu savaş, zaman zaman taraflardan birinin inisiyatifi kazandığı ama asıl olarak uzun bir pat haline sıkışmış durumda ve böyle devam ettirilemiyor. Devasa güçlerine rağmen, Türkiye ne askeri ve siyasi olarak hareketi ezebiliyor, ne de sistemin içine alabiliyor. Türkiye ortamındaki dinamik ve kitlesel gücünden dolayı, düzen güçleri kendi aralarındaki iktidar çatışmalarında, gündemdeki seçimlerde olduğu gibi, Kürt hareketiyle zorunlu ilişkiler geliştirmek durumunda kalıyor. Bu ilişki hemen bütün kritik durumlarda yaşanıyor. Böylesi durumlarda, sistem tarafından resmi olarak verilen en küçük bir kırıntı yok, ama zoraki kabul edilen, kırıntı kabilinden en küçük haklar, Kürt Hareketine bambaşka boyutlarda kazanımları getiriyor.
Bütün bu süreç boyunca, Kürt Hareketiyle geliştirilen her ilişki, düzende küçük büyük gedikler açıyor. Örgütlü, savaşçı, kitlesel gücüyle Kürtler, bu küçük gedikleri düzende büyük çatlaklara dönüştürüyor. Bu yöndeki her adım, tüm Kürt kitlelerine yansıyor, Kürt dinamiğini büyütüyor ve sistemin içine lök diye oturuyor. Türk egemen sınıfları, bu sistem karşıtı “yabancı” güce alan açılmasını, iktidarının devamı için büyük bir tehlike olarak görüyor. Öte yandan, gelinen aşamada Türkiye burjuvazisinin, sermeye birikimini büyütmek için bu meseleyi çözmesi gerekiyor. Ama gelinen aşamada düzen bu sorunu ne ezebiliyor ne çözebiliyor. Durum Nasrettin Hoca fıkrasına benziyor. Nasrettin hocanın oğlu, “baba hırsızı yakaladım” diye sesleniyor. Hoca, “tut getir” diyor. Oğlan “gelmiyor” diye cevap veriyor. Hoca, “bırak gel o zaman” diyor. Oğlan, “gelemem bırakmıyor” diyor.
Düzen açısından sorunu çözümsüz kılan, yalnız Kürtlere tanınacak hakların düzende açtığı yarıklarla sınırlı değil; Kürtlere tanınacak en küçük özgürlük ve haklar düzenin temellerini yerinden oynatıyor; Türkiye’nin yıllardır bastırılmış toplumsal kesimlerini harekete geçirecek etkiler yaratacağından korkuyor. Kürtlere tanınacak haklar, Türkiye emekçi ve yoksul kesimlerinin, kadınların, gençlerin, aydınların ve tüm muhalif siyasal güçlerin ekmek ve özgürlük taleplerinin, önünde durulamaz bir akım halinde sahaya çıkacağını görüyor.
Bu gerçekliği seçim sürecinde bütün açıklığıyla görüyoruz. Kürt sorunu, bu seçimlerde de düzen siyasetinin kendi aralarındaki rekabetin, çelişkilerin önüne geçmiş durumda. Gerici ve faşist burjuva odaklar, aylardır seçim propagandalarını bu sorun üzerinden yürütüyor. Kendileri kabul etsin veya etmesin, bu sorun aynı zamanda, düzen dışı tüm muhalif kesimlerin mücadelesiyle iç içe geçmiş durumda. Açık olarak görülüyor ki bu sorun, sistem içi veya karşıtı tüm sorunların ve çelişkilerin önüne geçmiş, önümüzdeki sürecin de en önemli belirleyici etkenlerinden birisidir.
Seçimler sürerken savaş da tüm hızıyla sürüyor: Kuzey Kürdistan’ın bütün dağlarında çatışmalar devam ediyor, şehirlerde operasyonlar sürüyor, Rojava’da, Şengal’de, Metina, Zap, Avaşin’deki gerilla alanları aralıksız uçaklar ve roketlerle bombalanıyor, tüm bu alanlarda son teknolojik ölüm makinalarıyla siyasi suikastlar devam ediyor. Hemen her gün Türk medyası, Kürt ölüm rakamlarını açıklıyor. Bütün bunlar, deprem sonrası ilan edilen ve seçimler döneminde de devam ettirilen ateşkes kararına rağmen yapılıyor. Kürt hareketi, seçimlere dönük taktiğini bu koşullar içinde belirliyor; burjuva faşist kanatlar arasındaki çatışmayı büyütmek, seçimlerde savaş cephesini bir adım olsun geriletmek için, Türkiye toplumunda birikmiş “Erdoğan gitsin” talebini daha ileri devrimci kazanımlara dönüştürecek bir taktik uyguluyor.
Devrim, her yerde düşman burjuva cephesinde keskinleşen çatışmalardan yararlanarak büyür. Karşı devrim cephesindeki parçalanma çok derindir ve gittikçe keskinleşmektedir. Böylesi dönemlerde devrimci hareket görünür bir güç olarak, alternatif olabilirse kitleler için bir anlam ifade eder. Türkiye’de en büyük eksiklik budur. TDH, faşizme karşı birleşik bir cephe olarak çıkamıyor, var olan birleşiklikler rollerini oynayamıyor, tek tek örgütler olarak başarılı olamıyor. Kürt devrim dinamiği, Türkiye, Kürdistan ve bölge için güçlü bir devrimci alternatiftir ama yalnız ve ittifaklardan yoksundur. Yayıldığı ülkelerde devrimci hareketler zayıftır. Bu durum, Kürt devrim dinamiğini her bakımdan zorluyor. Suriye’de özgül koşulları değerlendirerek ileri adımlar atılmıştır. Irak’taki durum daha farklıdır. İran ve Türkiye’de ezen ulus devrimciliği zayıf olduğu için tıkanmalar yaşıyor. Kuzey Kürdistan’da, Türkiye tarafına da etki eden büyük bir güç biriktirmiştir ama bu güç, tüm Türkiye’yi ayağa kaldırmaya yetmemektedir. Mevcut durumda güçlerini biraz daha geliştirebilir, büyütebilir ama bu 40 yıllık savaş sonucu büyüyen, keskinleşen ve Türk halk kitlelerini zehirleyen şovenist cepheyi parçalamaya yetmiyor. Mutlaka TDH’nin ayağa kalkması ve görünür hale gelmesi gerekiyor.
Devrimci güçler, andaki somut çelişkiler üzerinden kendisini güçlendirebilir; bu ideoloji, teori, politika bütünlüğü üzerinden kurulur, ama bunlar yetmez, bunları andaki taktik adımlarla somut görevler olarak kitleye taşır. O andaki somut görevler üzerinden hareket yaratabilirse kitleleri harekete geçirebilir. Kitlelerin katılmadığı süreçlerde, siyasal anlamda devrimci örgütten bahsedemeyiz. Kitleleri harekete geçiremediği müddetçe biz devrimci gruplardan, çevrelerden bahsedebiliriz. Siyasal devrimci örgüt, andaki temel çelişkileri doğru kavrayarak ve bu çelişkilerin hangi halkasını tutarak, hangi eksenlere asılarak, hangi güçlerle verili durumu bozacağına odaklanıp hareket yaratarak güç toplayabilir.
Seçimler: Faşizm ve anti faşist güçlerin hesaplaşma arenası
Seçimlere birkaç gün kalmasına rağmen, siyasal ortamda belirsizlik hakimdir; seçimlerin sonuçlarından önce, bu bir haftada yaşanacak gelişmelerle sonuçların kabul edilip edilmeyeceği hala çok bilinmeyenli bir denklem halindedir. Öte yandan, seçimlerden hangi sonuç çıkarsa çıksın, iki düşman kampa bölünmüş toplumun kaybeden tarafı sonucu rahatlıkla kabul etmeyecek, zaman kaybetmeden değiştirmek için harekete geçecektir. AKP-MHP faşist blokunun kaybetmesi muhtemeldir, ama bu durumda geçici bir rahatlama beklemek bile yanılgılıdır. Seçimler sonrası nasıl bir ortama gireceğimize dünyadaki örnekler üzerinden bakabiliriz. Amerika seçimleri sonrası yaşananlar biliniyor; Trump’dan Biden’a geçiş silahlı, çatışmalı neredeyse kısa bir iç savaşla sonuçlandı. Brezilya seçimlerini kaybeden faşist Bolsanaro darbe ve ayaklanma girişiminde bulundu. Yakın tarihteki Fransa seçimleri, toplumsal çelişkileri ve sınıfsal yarılmaları kısmen bile rahatlatmadı, tersine kutuplaşmayı keskinleştirip, somut kitlesel eylemlere dönüştürdü. Aylardır Fransa sokakları yanıyor. İsrail’de seçimler sonrası aylardır süren çatışmaları, siyonizmin her iki cephesi iç savaş tehlikesi olarak değerlendiriyor. Yunanistan’da seçim öncesi sokak savaşları sürüyor. Bütün bu ülkelerden daha ağır ekonomik, siyasal, toplumsal çelişkiler içinde debelenen Türkiye’de seçimler sonrası bir istikrar, geçici bir rahatlama beklemek hayalperestliktir.
Türkiye ve Kürdistan tarihinin çok sert bir kırılma anını yaşıyor. Buna özgül bir durum diyebiliriz. 20 yıl sonra Türkiye ve Kürdistan halkları “Erdoğan gitsin” istiyor, ama bunun sandıklara oy atılarak gerçekleşmesi imkansız. Ama bu durum, seçimleri önemsizleştirmiyor, tersine seçimler her zamankinden daha önem kazanmıştır. Bu dönemin kavramamız gereken halkası burasıdır ve gördüğümüz gibi; bu seçimler, sandıklara oy atma olarak değil, kıyasıya, tüm sınıf ve zümrelerin bütün güçleriyle sahaya girdiği çatışmalar olarak yaşanıyor. Ayrıca bu kapışma sürecini yalnız seçim dönemi olarak anlamamalıyız, seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, asıl kapışma seçim sonrasında yaşanacaktır. Seçimleri, Millet İttifakının kazanması faşizmin tasfiye edilmesi anlamına gelmiyor, geleneksel tüm gericilikleri etrafında toplayacak ve devlet içindeki güçlerle birleşik bir faşist ittifakın karşıda durduğu ve daha da aktifleşerek saldırıya geçeceği bir süreçle karşı karşıyayız. Devrimci güçler, tüm stratejisini bu özgül durumun yaratacağı tehdit ve olanakları değerlendirecek biçimde kurmalıdır. Bu seçimler, sadece sandıklara oy atma, parlamentarizm, düzen içi bir alan olarak görülemez. Önümüzdeki dönem, büyük bir alt üst oluş, bir kapışma, geleceği belirleyecek kıran kırana bir kapışma alanı olarak karşımıza çıkmıştır.
Birçok devrimci çevrede dillendirilen en beylik açıklamalarda şunlar söyleniyor: “AKP – MHP iktidarı neyse olası bir Millet İttifakı iktidarı da halk için aynıdır. Bunlar burjuva siyasetin farklı klikleridir, aralarında iktidar oyunu oynuyorlar. Geçmişte defalarca aynı şeyler yaşanmıştır.” Bu tespitler, bir devrim programı olarak yanlış değildir ama bir politik taktik olarak çok yanlıştır, sınıflar mücadelesinin geldiği aşamayı ve zorunlu görevleri es geçen ve devrimci güçleri hedefsiz ve taktiksiz bırakan bir anlayıştır. Daha önemli olarak işçi sınıfı, Kürdistan özgürlük güçleri, kadınlar, gençler ve tüm antifaşist güçleri somut görevlerden koparan bir sapmadır. Sürekli bu beylik değerlendirmeleri öne çıkaranlar ne yapmak istiyorlar? Sözler olarak, reformistlerden en ılımlısına sosyalizm iddiasında olan hiçbir siyasal eğilim farklı bir şey söylemiyor. Bunu ileri sürmek boş gösterendir, malumun ilanıdır. Bunun peşinden parlamentarizm eleştirileri ve seçimlerle birşeylerin değişmeyeceğini ileri sürüp ardından seçimlere karşı stratejik hedeflerini hatta daha ileri gidip programatik hedeflerini ileri sürmek tam bir şaşkınlık, tersten eleştirdikleri parlamentarizmin alanına savrulmaktır.
Bugünkü siyasal parçalanma ve kapışmayı kavramakta ciddi bir körlük var; sömürgecilik gerçeği ve onun yarattığı Kürdistan direnişi doğru anlaşılmadan, siyasal süreç bütünlüklü kavranamaz. Kürt mücadelesine kör kalanlar, siyasal süreci de, bu faşist cendereden çıkış dinamiklerini de doğru kavrayamaz. Kürt devrimine uzak duranlar kadar yan yana duranlar da doğru kavrayamıyor. Kürt devrimci hareketi seçimleri, bölge çapında yürüttüğü çok kutuplu savaşın bütünlüğü içinde ve devrimci savaş çizgisine bağlı olarak değerlendiriyor ve seçimlere sandıklara oy atmak olarak yaklaşmıyor; TC sınırları içinde ve dışında geniş bir alanda bildiğimiz savaş devam ediyor, en gelişkin teknoloji harikası ölüm makinaları Kürt mevzilerine ölüm yağdırmaya devam ediyor. Kürt hareketi seçimlere kanlı bir savaş içinde giriyor ve seçimlerdeki taktiğini bu koşullarda belirliyor.
Şu an rejim güçleri içinde yaşanan çatışmaların gösterdiği gibi; Türkiye kapitalizminin ekonomik ve politik krizi derileşmiş, çözümsüz ve topyekun çöküş aşamasına varmıştır. Çözümsüz kriz yalnız burjuva klikler arasındaki çatışmaları keskinleştirmiyor, aynı zamanda düzen ve düzen dışı, devrim ve karşı devrim dinamiklerini harekete geçirmiştir. Bu ivme, tüm toplumsal ve siyasal güçleri karşı karşıya getiriyor. Bu duruma, subjektif faktörü eksik devrimci durum diyebiliriz. Tarihten biliyoruz, böylesi süreçler, bazı durumlarda düzenin burjuva anlamda restorasyonuyla, çoğu durumda devrim ve karşı devrimin tam bir hesaplaşması sonucu, devrim veya karşı devrimle sonuçlanmıştır. Türkiye ve Kürdistan; daha karmaşık ve kapsamlı iç savaş, darbe veya devrimci güçler rolünü oynayabilirse, faşizmin devrimci bir yükselişle aşılması olanaklarına gebedir. Bu aşamada, burjuva klikler arasındaki çatışma öne çıkmıştır ama bu koşulu yaratan temel çelişki Kürdistan’da süren savaştır, derininde bu çelişki yatmakta ve her an öne çıkması ihtimal dahilindedir. Kürt savaşının öne çıkması, zorunlu olarak burjuva gerici ve faşist klikler arasındaki gerilimi geriletebilir daha önemlisi, iktidardaki faşist blok Kürdistan’daki savaşı öne çıkarmak için çabalamaktadır. Kürdistan devrimci hareketi faşizmin bu adımını hesaplayarak geçici ateşkesle karşılık vermiştir.
AKP, 2015 yılından bugüne MHP ve kontrgerillanın bir kanadıyla girdiği ittifakla topyekun diktatörlüğünü hakim hale getiremedi. İktidarının devamı ve meşruiyet zemini olarak seçimler, çok önem arzediyor. Bu özgül geçiş süreci, gerçek bir sınıfsal hesaplaşma olarak önümüze çıkmıştır. Emek ve Özgürlük İttifakı, ana eksen olarak Kürt devrim dinamiği üzerine oturuyor ve omurgası HDP olan bu ittifakın seçimlerdeki taktiğini eleştirenler ne öneriyor? Gerçekte bu eleştirilerin muhatabı HDP değil. HDP, Kürt Özgürlük Hareketinin politik hedeflerini meşru alanda demokratik mücadele ekseninde yürütüyor. Kürt devrim hareketi, Türk ve Kürt halk kitlelerinin bilinç ve örgütlülük düzeyi ve Türkiye devrim güçlerinin içinde bulunduğu bu aşamada burjuva muhalefeti yok sayarak nasıl bir taktik izleyebilir? Bir devrim çağrısı yapsa, verili koşullarda; Türkiye devrimci güçleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin örgütlülük düzeyi ve politik beklentileri böyle bir çağrıya katılacak düzeyde mi? Nesnel koşullar, devrimci bir iktidar için hazır olsa bile Kürt hareketi dışında ittifak güçleri bir devrim sürecinin gereklerini karşılayacak örgütlülükteler mi? Tüm burjuvazi cephesini karşısına alarak iktidar hedefiyle ortaya çıkıp hedefler belirlese, bu seçim sürecinde ne yapabilir? Kürt devrimci hareketi, ayaklanma çağrısı mı yapmalı? İttifakın seçim tavrını eleştirenler, tam olarak ne istediklerini açık ve somut olarak ortaya koymak durumundadır.
Dönemin devrimci taktiği
Seçimler konusunda geniş bir devrimci kesimde hakim olan yanlış anlayış, taktiğin konusu olan hemen tüm sorunlara stratejiden öte programlarının ilkelerini tekrarlayarak tavır alıyorlar. Bu, kitaba uygun, ama yaşamı ıskalayan sonuçlar doğuruyor. Taktikler, andaki somut güçler üzerine kurulur ve stratejinin tüm aşamalarını kapsamaz, ama belirli koşullarda güç dengelerindeki ani değişimlerle strateji ile iç içe geçebilir ama asla programın hedeflerine sıçrayamaz. Birçok devrimci eğilim, seçim ve parlamentarizm eleştirilerini, karşına programatik hedeflerini koyarak taktik yaratıcılıktan uzaklaşıyor, taktiksizlik bu eğilimleri siyasal sürecin dışına düşürüyor.
Türkiye’nin içinden geçtiği aşamada, önümüzdeki süreci parlamentarizm tartışmaları üzerinden değerlendirmek havanda su dövmektir. Önümüzde parlamenter zeminde bir mücadele yürümüyor; tüm sınıfların ve güçlerin sahada olduğu ve kitlelerin yoğun katılımıyla kıran kırana bir sınıflar savaşı yaşanıyor. Tarihin özgün bir cilvesi olarak bu kıran kırana savaş, başkanlık seçimi ve parlamento üzerinden faşizmin kurumsallaşması veya geriletilmesi ekseninde sürüyor. Bu gerçekler ışığında, parlamenter mücadeleyi ve seçimleri küçümsemek, kıran kırana süren sınıflar savaşının dışına düşmektir. Muhalif kitleler, parlamentoyu ve cumhurbaşkanlığını Tayyip ve faşist koalisyonun elinden almak için hazır durumdalar ve bu hedeflere kitlenmiş durumdalar. Bu somut hedefler, es geçilerek kitleleri soyut devrimci sloganlar ekseninde toplamaya çalışmak kendi kendine devrimcilik oynamaktır.
Karmaşık kitlesel muhalefet, parlamentoyu ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunu Tayyip liderliğindeki faşist koalisyondan almak için hazır haldeler ama kurtuluş için sosyalizmin zorunluluğuna bilinç ve örgütlülük olarak hazır değiller. Tayyip ve faşizm cephesi bu mevzileri bırakmamak için sonuna kadar direniyor. Sistem ve burjuva muhalefet, bu kargaşanın ve kapışmanın sokağa taşmadan sonuçlanması için çabalıyor. Nitekim Kılıçdaroğlu’nun “seçimi kazandığımız akşam hiç kimse sokağa çıkmasın” çağrısı, burjuvazinin kitlelerden korkusunun göstergesidir. Dönemin devrimci taktiği, bu somut güçler dengesi ve çatışmasında kendiliğinden net olarak açığa çıkmıştır. Sistemin kendisine karşı görünür bir siyasal alternatif oluşturmak.
Düzen içi çelişkiler ağırlaşmış ve uzlaşmaz boyutlar kazanmıştır. Sermaye temsilcileri arasındaki çelişkiler ne kadar keskinleşirse keskinleşsin, her zaman uzlaşma kanalları açıktır. Bunun temel şartı, sermaye düzeninin devamıdır. Sermayenin gerici ve faşist iktidar güçleri, bugün sermaye iktidarının devamı için bir program çıkaramadıkları için uzlaşamıyorlar. AKP iktidarında sermaye, altın çağını yaşadı ama artık bu iktidarla gitmeleri mümkün değil, yönetemiyorlar. Sermaye, Erdoğan gitsin istiyor ama Erdoğan sonrası için yamalı bohça oluşturduğu Mİ ile de yönetemiyeceğini görüyor. Yine, emperyalist merkezlerde Erdoğan’a tavırlarını açık olarak ilan ediyorlar ama Erdoğan’la devam etmek için de hazırlıklılar. İç ve dış sermaye, bu kriz ve çıkışsız ortamda, bir iktidar değişikliğinin beklenmedik gelişmelere kapı açabileceğinden ürküyor.
Toplumsal ortam öylesine gerilmiş ki, AKP’nin sandık çoğunluğunu kaybettiği kesindir, ama AKP sandıktan hilesiz az farkla çıksa dahi, zembereğinden boşalmış bir kitlesel öfkeyle karşılaşacaktır. 7 Haziran seçimleri sonrası gibi, mafya grupları, sivil silahlı çeteleri veya devlet içindeki kontra güçleriyle yapacağı her türlü faşist terör ve provokasyonlar da eskisi gibi korkudan çok öfke patlamasına yol açmaya adaydır. Bu gerçeklere rağmen faşist koalisyonun iktidarı bırakmamak için her türlü yöntemi kullanması beklenmeli ve hazırlıklı olunmalıdır. Burası Türkiye, her an her şey olabilir.
Seçimler şu veya bu biçimde nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın; devam ettirilemeyecek bir süreç var, tüm sorunlar iki misli büyüyecektir. Kürt dinamiği daha güçlenmiş olacak, ekonomik çöküş ağırlaşacak, çeteleşmiş ve kontralaşmış devlet bürokrasisi ve sivil faşist odaklar keskin ve sert muhalefet başlatacaktır. Bu koşullarda, Mİ’nın önünde çözümsüz devasa sorunlar var ama çok fazla zaman yok. Bu, önümüzdeki dönemde, Türkiye’de bütün güçlerin, sınıfların, zümrelerin ideolojilerin, grupların, çevrelerin, kadınların, gençlerin hepsinin adım adım siyaset sahnesine gireceği ve söz söyleyeceği bir alan ve zaman aralığı açılıyor. Bu tarihsel bir kırılma anıdır, küçük bir ihtimal, düzen güçleri bu dönemi geçici olarak bir rotaya oturtabilir, ama bu kısa sürecektir. Türkiye’nin önünde, sert bir hesaplaşma süreci başlıyor. Yakın tarihte Türkiye benzer dönemlerden geçti. Bugün geçmişten çok daha karmaşık ve keskin ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel parçalanma içindeki Türkiye; yükselen ve alçalan dalgalar halinde, değişik biçimlerde çatışmalara gebe. Bu zaman zaman kitlesel protestolar, zaman zaman Kürt savaşının öne çıkması, faşist kontra güçlerin provokasyonlarıyla sokak savaşlarının öne çıkacağı bir dönem olacaktır.
Devrimci güçlerin çoğunluğu bugünkü iktidarı faşist olarak tarif ediyor ama bu tespiti bir ajitasyon sözü olarak mı kullanıyor, yoksa faşizm gerçekliğine uygun politik taktiklerin ve mücadele tarzının gereklerini yerine getiriyor mu, burası çok tartışmaya açık. Bu faşizm ise, faşizme karşı mücadelenin ilkeleri ve zorunlu görevleri bellidir. Dünyada her faşist iktidara karşı nasıl bir strateji izlenmişse aynısını burada yapalım diye bir şey yok, faşizme karşı mücadele her ülkenin özgül koşulları tarafından belirlenir. Faşizm, mülk sahiplerinin bir kesimi de içinde olmak üzere, geniş emekçi sınıfları bastırır, en büyüklerin terörcü egemenliği olarak iktidar olur. Zamanla, iktidar kombinasyonunda kaçınılmaz çelişkiler açığa çıkar ve ittifaklar çatlar. Nitekim, Erdoğan TÜSİAD ve uluslararası sermayenin desteğiyle iktidara oturtuldu, zamanla çıkarları farklılaştı ve yolları ayrıldı. Her koşulda toplumun çoğunluğu üzerinde küçük bir azınlığın açık teröre dayalı diktatörlüğüdür. Bundan dolayı, faşizme karşı mücadeleyle sosyalizm için mücadelenin güçleri de, ittifakları da, kuvvetleri de farklıdır.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde faşizm yaşandı, bazı ülkelerde faşizm, burjuva sistemin içinde geçişler olarak çözüldü, bazı ülkelerde kanlı, çatışmalı süreçler yaşandı, başka ülkelerde faşizm devrimle yıkıldı. Faşizmin kurumsallaşmasına doğru giden süreç varsa; toplumun değişik kesimlerini bölüyor, parçalıyor ve farklı cephelere itiyor. Erbakan geleneğinin bir kesimini AKP-MHP ittifakına diğer kesimin burjuva muhalefet saflarına savuruyor. Sivil faşist hareketin birçok parçası (İYİP ve BBP’den ayrılanlar) Mİ içinde. Kürtler içinde de aynı bölünme yaşanıyor. Kürt burjuvazisinin kodamanları, aşiret ve tarikatların bir kesimi başından beri faşizm cephesinde konumlanıyor. Kanlı Hizbullah kontra çetesi, faşizm cephesinde makbul siyasi bir örgüte dönüştürülüyor. Sol bilinen DSP ve ulusalcıların bir kesimi, Cİ içinde yer alıyor. Bu gelişmeler, hiç anlaşılmaz değil, bütün karmaşıklığı ile bütün boyutlarıyla ve değişik renkleriyle sınıflar mücadelesi devam ediyor.
Türkiye’deki iktidarın karakterini, faşizm veya sömürgeci faşizm belirliyorsa, sermaye kesimlerinden, burjuvazinin orta kesimlerine, toplumun tüm kesimlerinde değişik siyasal savrulmalar ve çatışmalar yaratıyorsa, faşizme karşı mücadele yükseldikçe bu süreç derinleşerek devam edecek demektir. Faşizme karşı mücadelenin temel stratejisi, her ülke özgülünde en geniş antifaşist mücadele cephesini kurmaktır.
Bu tespitlerle, önümüzdeki seçimleri ve sonrasını değerlendirirken stratejimizi, faşizme karşı mücadelenin gereklerini başa alarak kurarız. Önümüzdeki seçimler ve sonrasındaki süreci, parlamenter mücadele olarak anlayanlar ya iflah olmaz reformistler veya iflah olmaz dogmatiklerdir. Seçimler ve parlamenter mücadeleye ilişkin tartışmalar, içinden geçtiğimiz dönemi anlatmıyor. Seçimlere katılım, parlamentoya girmek, reformlar için mücadelenin ilkeleri ve bu konuda devrimcilerin tutumu apayrı koşulların sorunudur. Bugün seçimler ve parlamenterizm üzerine tartışmalar gerçeklerden kopuk tartışmalardır. Tartışma, parlamentoya yaklaşım, reformlar için mücadele üzerine değil, faşizme karşı mücadele üzerinedir. Topyekun diktatörlüğünü pekiştirmek üzere harekete geçen faşizme karşı, seçimler üzerinde yürüyen kıran kırana sınıf mücadelesidir. Bugünün sorusu; seçim düzleminde gelişen sınıflar mücadelesinde, bütün devrimci antifaşist güçleri bir adım ileri çekecek siyaset ve taktik adım ve görevlerimiz üzerinedir.
Süreç hangi biçimlerde gelişirse gelişsin, devrimcilerin bu sürece yaklaşımı; andaki güçler dengesini doğru kavramak, burjuvazinin değişik muhalif güçlerinin konumunu ve ne yapmak istediklerini tespit etmek, reformistlerin tutarsızlıklarını eleştirmek ama bir noktada onlarla aynı yöne baktığımızı da unutmadan. Reformistlerle hasım siyasal ilişkiler içinde olamayız, reformistlerle ayrımlarımızı yalnızca söylem üzerinden kurmayız. Devrimciler, siyasal süreçlere müdahaleyi pratik hareket yaratarak, mücadele alanlarında kurarlar. Hedefimiz anti faşist güçler arasındaki çelişkileri büyütmek değil, hareket yaratarak en geniş kitleleri faşizme karşı savaşa katmaktır. Kitleleri reformist etkilerden kurtarmak ancak siyasal pratikle mümkündür.
Türkiye’de kırılma anları ve devrimci hareket
Yakın tarih bu konuda öğretici derslerle doludur. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 1990 Demirel-İnönü hükümetine geçiş ve 2002 AKP iktidarı sistemde kırılma ve geçiş dönemleridir. Bu her dönemin kendine özgü koşulları olsa da, her dört dönem Türkiye toplumunda ciddi birikimlerin olduğu, kitlelerin değişim aradığı ve TDH’nin bu siyasal süreçleri kavrayamadığı (ve benzeri bir toplumsal değişim isteğinin güçlendiği önümüzdeki süreç açısından) bu dönemlerin özet değerlendirilmesi öğretici olacaktır.
1960 sonlarında, yükselen devrimci hareketin etkileri ve düzen güçleri arasındaki rekabet sonucu, Türkiye ekonomik ve siyasal bir krize girdi. Düzen, 12 Mart 1971’de bu krizi bir askeri darbeyle aşmak istedi ama aşamadı. Burjuva kampta merkezileşme tam olmadı, Ecevit faktörü devreye girdi. Türkiye tarihinde görülmedik boyutlarda siyasal alt üstlükler yaşandı. İsmet Paşa liderliğindeki CHP, 12 Mart Darbesini destekledi ama Genel Sekreter B. Ecevit hem CHP içinde İnönü’ye hem darbeye karşı açık tavır aldı ve 12 Mart koşullarında bir kongreyle İnönü’yü devirerek CHP genel başkanı oldu. Bu, Ecevit’in başarısından çok Türkiye çapında CHP tabanının ayağa kalkmasıyla gerçekleşti. Yaşananlar, devletin içinde ve devlet partisinde görülmedik bir gelişmeydi. 12 Mart faşist darbesiyle ezilen devrimci hareket, Türkiye toplumunun bütün kesimlerinde büyük bir uyanış yaratmıştı. Devlet partisi CHP’nin tüm taşra teşkilatları ayağa kalkmıştı. Anadolu’nun taşrasındaki bu kesimler, bir sabah kalkıp uyanmadılar, bu gelişme tümüyle devrimci hareketin etkisiydi. Bu durumun da gösterdiği gibi, Türkiye, tarihinin en büyük siyasal canlanması yaşanıyordu. Ecevit’e tarihinin en keskin sologanlarını attıran bu atmosferdi. Kitleler, Ecevit’e çok daha coşkulu ve radikal biçimde karşılık verdi. Köyler, kasabalar, şehirler, dağlar taşalar “Karaoğlan”, “umudumuz Ecevit” sologanlarıyla inliyordu.
Aynı dönemde TİP kapatılmış, bir kısım yöneticileri hapisteydi. 71 Direnişi’nin önderlikleri katledilmiş ve tüm örgütlü güçleri zindanlara doldurulmuş, meydan Ecevit’e kalmıştı. Yurt dışındaki TKP ve TİP’in dışarıdaki kadroları Ecevit rüzgarının etkisiyle havalanmışlardı. İçerideki kadrolar, yenilginin yarattığı ağır bir travma altındaydı. THKP/C ve THKO devamcıları, 71’in özeleştirisi altında sağa savruldular. Sonradan TDKP olan hareket, Ecevit’e devrimci roller atfediyordu. Aynı zamanda, ibretlik çözülmeler yaşanıyordu; birçok tanınmış devrimci içinde, dine dönenlerden, Demirel övgüsüne soyunanlara kadar savrulmalar oldu.
İçeride bunlar yaşanırken dışarıda bambaşka bir hava vardı; Türkiye tarihinin en büyük devrimci dalgası yükseliyordu. Tüm Türkiye’yi Ecevit mavisi kaplamıştı, ama daha derinden ve çok daha büyük bir dip dalgası olarak devrimcilik yükseliyordu. Asıl sorun; TDH, ne bu büyük devrimci yükselişin farkındaydı ne de bu militan kitlesel arayışa cevap verecek politik perspektif, örgütlülük ve savaş tecrübesi vardı. Türkiye’yi değiştiren ve dönüştüren 71 devrimci direnişiydi ama devrimci hareket büyük bedellerle kazandığı kendi birikimini ileriye taşıyacak birikimden yoksundu, boşluğu burjuvazi doldurdu. 12 Mart, devrimci hareketi ezdi ama zayıflatmadı, tersine güçlendirdi, dalga dalga tüm Türkiye sathına yaydı. Türkiye ve Kürdistan’da yükselen en büyük siyasal uyanışı, burjuvazi Ecevit eliyle kontrol ederek, birkaç yılda posa haline getirdi. Devrimci hareket kendi yarattığı, Türkiye tarihinin bu en yüksek uyanışını kapsayarak, kalıcı ve örgütlü bir düzeye yükseltmekten uzaktı.
Benzer bir gelişmeyi, 12 Eylül sonrasında yaşadık. Evren döneminden Özal’a geçiş faşizmin kendisini restorasyonuydu. Evren, bu süreci kendi partisiyle devam ettirmek istiyordu, TÜSİAD ve dış sermaye, Özal’ı devreye soktu ve bunu demokrasiye geçiş, yeni bir dönem olarak lanse etti. Özal iktidarının ilk döneminde TDH ana gövdesiyle zindandaydı, 1984 yılında Kürt gerilla savaşı devreye girdi. 12 Eylül terörü ve tüm demokratik hakların gaspı, Özal döneminde fütursuzca ve derinleştirilerek devam etti. Özal’ın uygulamaları toplumda büyük bir öfke biriktirdi. Buna karşı kadın, gençlik, aydınlar, işçi ve memur eylemlilikleri yükseldi. Devimci örgütler, kendilerini yeniden örgütleyerek mücadeleye başladılar ve kısa zamanda sokaklara taşan bir görünürlük sağladılar. Kürt gerilla savaşı kırlarda büyüyerek, serhildanlar olarak şehirlere aktı. TDH’nin ana akımları, Kürt devrimci yükselişine derece derece uzak durarak ve hasmane tavır alarak en büyük yanlışını yaptı. 90’lara doğru, Türkiye’de yükselen devrimci canlanma ve asıl olarak Kürt direnişi, Özal iktidarını ve devlet kurumlarını hallaç pamuğu haline getirdi. Bu gelişmeler sonucu Özal, zoraki bir refarandumla geleneksel burjuva partileri üzerindeki yasağı kaldırmak durumunda kaldı.
Toplumda Özal nefreti büyüdü ve yeni arayışlar başladı, kitle hareketleri en yüksek düzeyine yükselmişti, 1 Mayıs’lara yüzbinler katılıyordu. Devrimci Hareketin daha ileri düzeylere sıçramasının koşulları oluşmuştu, bu dönem değerlendirilemedi. Kürt devrimci hareketi ile ancak 2010’lardan sonra geliştirilen devrimci ittifak düzeyi bu dönemlerde gerçekleştirilebilseydi, Türkiye ve Kürdistan devriminin bugün daha ileri kazanımlara ulaşmış olacağı açıktır. TDH’nin belirli bir güce sahip olduğu dönemde, bu birliktelik sağlanamadı. 2000’lerden sonra ise TDH çok zayıflamıştı. Devrimci hareket, zaaflarından dolayı bu dönemde de kitlelerin değişim beklentisini karşılayamadı ve meydanı burjuvaziye terk etti. Halbuki, her şey uygundu; işçi ve memur hareketi en üst düzeylerde sokaklarda ve örgütleniyordu, gençlik hareketi çok canlıydı, kadın hareketi devreye girmişti, Kürt dağları ve şehirleri ayaktaydı ve en önemlisi toplum bir değişime hazırdı. Toplumun değişim beklentisini Demirel ve İnönü ile gene burjuvazi değerlendirdi. Kürtler dahil her kesime bol bol özgürlükler ve demokrasi vaatleriyle iktidara geldiler, ama Türkiye tarihinin bugün 90’lı yıllar olarak anılan en kanlı terör dönemini başlattılar.
Özal’ın cumhurbaşkanlığı ve peş peşe değişen koalisyonlarla bu kanlı dönem, on yıl devam etti. 2001 krizi patladı. Toplumsal öfke ,sokaklara taştı, esnaflar bile ayaklandı, Türkiye tarihinin en keskin esnaf eylemleri gerçekleşti ama TDH çok zayıflamıştı, bu biriken öfkeyi iç ve dış sermaye AKP’yi iktidara oturtarak aştı. AKP’nin iktidara yerleştirilmesi ve sonrası üzerine çok şeyler söylendiği için bu konuyu kısa geçiyoruz.
Ecevit’ten Kılıçdaroğlu’na burjuva solu
Cumhurbaşkanlığını kazanması muhtemel olan, Kılıçdaroğlu döneminde yaşanacakları anlamak için 12 Mart ve sonrası Ecevit iktidarı döneminde yaşananlardan dersler çıkarmak son derece önemlidir.
Ecevit, kitleler tarafından büyük bir umut, umuttan daha büyük bir coşkuyla, kurtuluş beklentisiyle karşılandı. Geçmişte Menderes, bugün Erdoğan’ın kazandığı boyutlarda, hatta coşku ve militan kitle desteği onları aşan bir boyuttaydı. Bu yükseliş, aynı zamanda, Türkiye siyasetinin sahte seküler dindar kutuplaşmasını kırarak gerçekleşti. Şimdi varoş tabir edilen, Adalet Partisinin kaleleri durumundaki İstanbul’un gecekondu mahalleleri yıkıldı. Türkiye’nin ve Kürdistan’ın bütün bölgelerinden ve toplumun tüm kesimlerinden aldığı oylarla birinci parti oldu. Nasıl oldu da böylesine büyük ve militan kitle seliyle yükselen Ecevit ve CHP, iki yıllık hükümet döneminde, uzun yıllara yayılan ağır bir çöküş yaşadı? Aynı boyutlarda olmasa da bugün benzer bir kitlesel değişim umudu Kılıçdaroğlu arkasında toplanmış durumda.
Ecevit, “emek en yüce değerdir”, “toprak işleyenin, su kulananın”, “kontrgerilla dağıtılacak”, “Kastro’nun önünde kilitli kapılar vardı, Türkiye’nin önünde kilitli kapılar yok” (Muhterem kendince devrim için Kastro’dan bahsediyor) Türk burjuva siyasetinin bir daha duymak istemediği en keskin sloganlarla yola çıktı. 1974 affıyla hapisteki tüm devrimciler serbest bırakıldı, TDH’nin tarihinde gördüğü en büyük militan kitlesel yükseliş başladı. Aynı dönemde tüm gericilik, faşizm ve sermaye cephesi atağa kalktı. Ecevit, iki arada kaldı. Önce devrimci yükselişe ve karşı devrimciliğe aynı anda tavır aldı ama çok geçmeden sermayeye güven vermek için cephesini, tüm gücüyle devrimci harekete karşı döndürdü.
1975 seçimlerinde yüzde 41 oy alarak gücünü büyüttü ama hükümet olmasına yetmedi, faşist I. MC Hükümeti kuruldu. Ecevit, 1977 yılında Adalet Partisinden kopardığı 8-10 millet vekiliyle ikinci hükümetini kurdu, 1979 yılına kadar süren bu hükümet döneminde sermayeden yana yaptığı uygulamalarla, kendisine yönelen büyük kitlesel desteğini iki yılda nefrete dönüştürdü. Büyük bir hızla ve coşkuyla sola yönelen kitleler, çok daha büyük bir hayal kırıklığıyla geriye, geleneksel eğilimlerinden öteye, daha radikal gerici eğilimlere döndüler. Ecevit dönemi, Türkiye’de bugüne gelen faşizm ve dinci hareketlerin önünün açıldığı dönem oldu.
1974 affıyla, yenilginin etkisindeki içeriden çıkan kadrolar, ilk şaşkınlıklarını kısa zamanda aşarak, gereken ideolojik ve politik muhasebeyi yapmadan dışarıda, 71 Direnişi üzerinden yükselen dalgaya bindiler. Dönemin gerektirdiği ideolojik, örgütsel hazırlıksız ortamında demagojik militanlık tavan yaptı. Kitlelerin sola yönelişi devam ediyor ve dönem, her bakımdan devrimci bir sıçrayış için uygundu. Ama örgütler, bu beklentiye cevap verebilecek siyasal perspektif, örgüt ve mücadele bilincinden yoksundu. Örgütler, hem bölünüyor hem kitleselleşiyor, hem militanlaşıyordu. Her örgüt, sisteme ve faşist saldırganlığa karşı militanca savaşa girdiği gibi, birbirleriyle benzer sertlikte bir radikalizm yarışındaydı. Devrimciler, faşizmle savaşıyordu ama tüm toplumun beklentilerine dönük, kitlelere güven veren bir siyasal alternatif geliştiremediler. Bütün örgütler, büyüyordu ama Ecevit balonunun sönmeye başlamasıyla kitlelerin yükselişi geriliyordu ve düzene dönüş başlamıştı. Dönem, 12 Eylül faşizmiyle kapandı.
Bu kısa değerlendirmeden çıkarılacak ilk ders; düzen içi sahte umutların kitleler üzerinde büyük hayal kırıklıkları yaratarak gericiliği güçlendirmesidir. İkinci ders; devrimci hareket, kitlesel ve militandı, kitlelerin yeniyi arayışları en yüksek düzeydeydi ama dönemin gerektirdiği devrimci çıkışlar, asıl olarak devrimci bir alternatif geliştirilemediğinde, boşluğun karşı devrimle doldurulduğudur. Farklı koşullarda, benzer bir dönemin içinde olduğumuzu bilerek, bu dönemi de gericiliğe ikram etmeyelim.
Düzenin kendi içindeki çatışmalar keskinleşiyor ve düzen karşıtı muhalefet büyüyor, bu durum tüm sistemi çok fazla sıkıştırıyor. Bu durumda CHP nazik bir noktada duruyor. Gerek ittifak güçleri içindeki faşist kanat gerek AKP-MHP kontrolündeki devlet ve sivil güçler tarafından zorlandığında, kendisini destekleyen kitleler arasında ikilem içinde kalacaktır. Bir düzen siyasetçisi olarak, ne kadar kendini destekleyen kitleleri gözetmek istesede, kriz ve çöküş içindeki düzen ona fazla olanak tanımıyor. İttifak olarak ilan ettikleri program, pansuman iyileştirmeler dışında, AKP iktidarından daha sert kemer sıkmayı ve sömürüyü derinleştirmeyi hedefliyor. İktidarının ilk günlerinin çoşkusu bittiğinde kitlelerle karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Nazik dönem dediğimiz burasıdır, bu döneme kitleler için kırılma dönemi diyebiliriz; kitlelerdeki bu kırılma hangi yöne akacak, düzen içine mi, devrimci bir yükselişe mi? Bu sorunun cevabı devrimci hareketin yapacaklarına; kitlelerin karşına alternatif bir program ve güven veren bir güç ve örgütlülük yaratarak çıkmasına bağlıdır. Ancak bu koşulda burjuva muhalefetin arkasına yığılan kitleler devrimci hedeflere çekilebilir.
Kitlelerin değişim isteğine, devrimci bir alternatif yaratalım
Her bakımdan devrimci güçlerin bu gelişmelere hazırlıklı olması hayati derecede, can alıcı önemdedir. Türkiye’de devrimci güçlerinin en büyük zaafı dağınıklıktır, geniş bir antifaşist cephenin kurulması hayati derecede önemlidir. TDH’nin geniş kesimleri, andaki bu devrim karşı devrim ikilemini kavramak ve gereklerini yapmaktan uzaktır. Örgütler, bu ağır ve devasa sorunlara kendi dar örgütsel dünyalarından bakıyor, büyük devrim laflarıyla oyalanıyor, anın devrimci taktiğinin gereklerinin farkında olmadığı için bu büyük hesaplaşmanın dışına düşüyor.
Türkiye sahasında, kitlesel ama çıkışsız bir muhalefet, somut bir gerçekliktir. Aynı zamanda iktidar ve devlet güçlerince yönlendirilen tepeden tırnağa örgütlü ve silahlanmış olarak donanımlı güçler, topyekun faşist diktatörlük kurmak için hareket halindedir. Tehlikeler ve olanakların büyüdüğü bu dönemde, kof iyimserlik içinde olamayız ama kötü karamsarlık da düşmanın işini kolaylaştırır, kaderciliği büyütür. Bir atılım ruhu kazanmalıyız ama bu ya herro ya merro havasıyla değil, önümüzdeki görevlerin dehşet düzeyindeki ciddiyetini kavrayarak, sorunların karmaşıklığının tam bir bilinciyle, politikada taktik ve stratejik bütünlüğü kurarak kitlelerin, on yıllardır biriktirdiği öfke ve umutsuzluk kıskacını kırma hedefini başa almalıyız. Bu ancak, anti faşist bir cepheyi eylem ve hareket olarak sokaklarda görünür hale getirerek başarılabilir. Koşullar buna uygundur.
Düzene muhalefet çok yüksek ama karşısında ultra faşizan ve şovenist bir damar büyüyor, buna karşı daha geniş ama devrimci bir değişimden umutsuz muhalif eğilim büyüyor, kültürel alışkanlıkları doğrultusunda düşünen ve siyasal dışı geleneksel düşünen umutsuz eğilim büyüyor. Bu koşullarda burjuva siyasetinin seçimleri bekleyin uyuşturucusu, kendiliğinden tek alternatif olarak kalıyor. Kürt savaşı, ekonomik kriz, açlık ve işsizlik bu koşullar bir yerde isyanlar olarak patlasa bile sonuçsuz kalır, kalmaması için, devrimci bir program ve stratejinin altenatif olarak devreye girmesi gerekir. Sorunun burada kitlendiğinde, tüm devrimci güçler anlaşıyor ama yıllardır, söylediklerini gerçekleştiremiyor. Tüm Türkiye ve Kürdistan’da, kitlelerden yükselen bu değişim isteğini, bu dönemde gericiliğe mahkum etmemek için tek gerekli şey; hemen tüm devrimci ve sosyalist güçlerin mutabakat içinde sözler olarak söylediklerini siyasal pratik olarak yapmasına bağlıdır.
Toplumsal çöküş ve yükseliş, tamamen diyalektik birliktelik içindedir, çöküşün büyüklüğü, yükselişin dinamizmini kışkırtır. İşçi hareketinde, kadın mücadelesinde, doğa savunuculuğu ve zayıf olarak siyasal güçlere daralmış hak ve özgürlükler için direnişler, toplamda hiç bitmeyen bir kitle hareketliliği sürüyor. Ne kadar zayıf, etkisiz olursa olsun kitlelerin muhalefeti yükselme eğilimindedir. Bu hareketliliğin arkasında sadece 21 yıllık AKP iktidarının değil, 1980 12 Eylül faşizminden bugüne 43 yıllık bir kitlesel hoşnutsuzluk ve öfke duruyor. Pandeminin büyüttüğü ölümcül çalışma koşulları ve ondan daha zorlayıcı büyüyüyen açlık ve işsizlik sonucu oluşan dev bir toplumsal muhalefet var. Bu güç, er geç patlayacak, sokaklara çıkmak zorunda kalacak, zira sistemin aç ve işsiz kitlelere verebilecği hiçbir şey yok. Toplumsal hoşnutsuzluk, kitlesel bir momentum kazanmıştır, zamanı gelince bunu hiçbir güç durduramaz. Bu momenti doğru değerlendirmek hayati önemdedir; devrimci güçlerin önündeki görev, kitlelerdeki “Saray yıkılsın, Erdoğan gitsin” bilincini ve istemini faşizmin devrimci bir tasfiyesine sıçratmak yönünde mücadeleyi yükseltmektir. Bu sandık işi değildir, sandıkları da içine alacak olan bu çatışmalı süreci devrimci yönde derinleştirmektir. Andaki koşullara uygun olan devrimci taktik budur. Bütün güçler, bu eksende toparlanabilir, koşullar da uygundur. Kapışmanın ileri ki aşamalarının nasıl sonuçlanacağı girişeceğimiz mücadele içinde belirlenecektir.
Seçimleri kazanması durumunda, Kılıçdaroğlu sert ve karar gerektiren ikilemlerle karşılaşacaktır; koltuğa oturur oturmaz devlet içindeki savaş kliği ve iç güvenlikteki faşist odaklar kapsamlı operasyon teklifleriyle gelecektir. Ortada bir gerekçe olmasa bile provokasyonlarla sorun yaratarak zorlayacaklardır. Bu konudaki tavrı kendisinin ve Millet İttifakının geleceğini belirleyecek en önemli karar olacaktır. Aynı biçimde kendisini destekleyen ve durumlarının düzelmesini isteyen kitlelerin ve gene destekleyicisi sermaye çevrelerinin birbirinin zıttı talepleri konusunda tavır belirlemek zorunda kalacaktır. Bunun yanında, tıpkı MC iktidarları döneminde Ecevit’in karşılaştığı sert ve radikal faşist kanadın muhalefetiyle karşılaşacaktır. Bu ve benzeri konularda, Millet İttifakı içindeki faşist ve gerici eğilimler ile desteğine muhtaç olduğu Kürt hareketi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Bu konuda kaçabileceği alan yok ve yapacağı tercih onun kaderini belirleyecektir. Kürt hareketi karşı, gericilerin ve faşistlerin dümen suyuna girerse, çok kısa zamanda onların elinde oyuncak olması kaçınılmazdır ve iktidarının ömrü uzun olmaz. Bu yöndeki tercihi, onu ekmek ve özgürlük isteyen destekleyicisi kitlelerle karşı karşıya getirecektir. Bu ve benzeri gelişmeler, boyutlarına göre kitleleri harekete geçirecek olanaklar yaratır. Yeni iktidar, her koşulda ve her düzeyde kitlelerin talepleri veya protestolarıyla karşılaşacaktır. Süreç geliştiği oranda çelişkiler derinleşerek çatışmalar başlayacaktır, bir aşamada devrim ve karşı devrim güçleri karşı karşıya gelecektir. Devrimci güçler, tüm bu sorunları kavrayarak her türlü gelişmeye hazır olmalıdır.
Daha bugünden , sistemi “sosyal patlama” korkusu sarmıştır. İktidarı ve muhalefetiyle burjuvazi, kendi aralarındaki çelişkilerin devrimci gelişmelere alan açmaması için önlemler almaktadır. Faşist iktidar, baskı ve terörle, burjuva muhalefet “sokaklara çıkmak provakasyodur” yaveleriyle kitlelerin siyasllaşmasından ölümüne korkuyorlar. Dünya kapitalizminin bunalımı, Avrupa’nın göbeğinde sertleşerek süren savaş, enerji ve gıda krizi, tüm bu krizleri daha ağır yaşayan, iç ve dış savaş içindeki TC Devletinin olanakları tükendi; burjuvazinin hiçbir kesimi ve devlet, bu krizi kısa vadede çözemez. Ama yediden yetmişe bu toplumun sabretme, dayanma yeteneği kalmadı, zira yaşamını devam ettiremiyor. Sadece işsizler değil çalışanlar da kara açlıkla boğuşuyor. Türkiye toplumu aç, açlar ilelebet evlerinde oturup ölümü beklemez, bir aşamada sokağa çıkar, sokaklara çıkan açları hiçbir güç ilanihaye engelleyemez.
Düzen güçleri, sistemin olanakları ve kitlelerin talep ve beklentileri arasındaki uçurumun kapanamayacağını biliyorlar ve halkın sokaklara çıkmasının, iktidarı muhalefetiyle kendi sonlarının başlangıcı olduğunun bilincindeler. Gerici burjuva ve faşist düzen cephesindeki çelişkileri, doğru okumak önemlidir. Depremle bu çatlak daha büyümüş ve kitlelerin öfkesi görünür hale gelmiştir, seçim sürecinde daha sertleşecek bu öfke Sarayla birlikte devleti karşısında bulacaktır. Burjuva muhalefet, bu aşamalarda kitle hareketlerinin sisteme dokunma eğilimi geliştikçe uzlaşma yolları arayacaktır.
14 Mayıs akşamı dananın kuyruğu kopacaktır. Devrimci güçler, seçim günü tüm güçleriyle, her türlü provakasyon ve saldırılara hazırlıklı olarak, sokaklarda olmalıdır. Faşizm, seçim gününü boş geçirmeyecek, sandık hilelerinden zor yöntemleri dahil iktidarının devamı için her şeyi yapacaktır. Seçim hilelerine karşı, Emek ve Özgürlük İttifakı, diğer sosyalist ittifak ve tüm devrimci güçler gerekli tedbirleri alarak hazırlanmalıdır. Seçim gecesi evde oturun çağrısı, faşist iktidara alan açma şaşkınlığıdır ve devrimci güçler şimdiden bu çağrının tersini ilan ederek kitleleri sokağa çağırmalıdır.