“Tarihte özel mülk, sınıflar, devlet ‘üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında’ ortaya çıkar. Ancak üretici güçler kendi başlarına meydana gelmezler ve kendi başlarına bir aşamayı temsil etmezler. Çünkü üretici güçlerin gelişmesi ancak ve ancak emeğin gelişmesinin belli bir aşamasını ifade eder”
Siyaset jargonunda emsal hatta kerteriz olarak dolaşıma sokulan “demokratik devlet” yalnızca liberallerin sözlüklerinde yer alan bir kavram değil. Bu ağdalı kavram sol dahil oldukça geniş siyasi kesimlerin dolaşıma soktuğu bir kavram ve devletin yapısına mı, biçimine mi yapılan bir öneri olduğu oldukça muğlak. Mesele faşizm tartışmalarına geldiğinde “demokratik devlet” daha vurgulu hal alıyor ve devlete dair önceden tanımlanmış “bir sınıfın, diğer sınıflara karşı baskı aygıtı” anlayışı flulaşıyor; devlet anlam değiştiriyor. Devletin ”demokratik muhtevası” sol ve liberal siyasetin yalnızca vurgusu değil, önerisi olarak yeniden anlam kazanıyor. Hatta siyaset dolaşımı bu anlam üzerinden yürüyor. Devletin özü, biçimi, yapısı tartışmalarına girmeden önce şunu ifade etmekte fayda var. “Demokratik devlet” iki olumlamayı içerir; birincisi demokrasinin devlet üzerinden olumlanması, ikincisi de devletin yalnızca biçiminin değil, varlığının da demokrasiyle olumlanması. Yani devletin bir sınıfın tahakküm aracı değil, ön kabul olarak herkesin devleti olabilecek esnekliğe sahip aygıt anlayışı. Kurumsal yapının esneklik yapısı olduğuna dair ön kabul. Devletin ‘demokratik olumlaması’nın kurbanlarının imgesinde bir beklenti olarak, onların siyaset aracılığı ile toplumsal sistemle kurduğu ilişkinin yalnızca biçimini değil, özünü de yürütmesi oldukça manidar. Bu olumlama felsefi olarak yalnızca varlık sorusunu tartışmaya açmaz, aynı zamanda özne sorusunu da tartışmaya açar. Ancak burada oldukça sıkıntılı bir sorun daha vardır; devletin varlığı. Hatta bir öznellik işleyişi olarak devlet! Devlet durmaksızın fiil ürettiğine göre bu fiil, varlık ilişkisi devletin “kendi varlığı”nı da aşıp, kişide varlığa dönüşmesi ve yeniden üretime girmesi üzerinde durulması gereken önemli bir konu. Kişi siyaset aracılığı ile demokratik devlet derken öznel varlığındaki devletle konuşur. Bu konuşmanın kamuya dönük konuşma gibi yapılıyor olması, bu durumu asla değiştirmez. Çünkü kamudaki kişi, öznel olan/ların kendisinden başka bir şey değil. Değil ancak burada çetrefil bir sorun daha oluşur; kişi kendindeki devlete “demokratik fiile sahip ol” derken kamusal alandaki sınıfsal eşitsizliği üstünü karalar ve herkesi demokrasi altında eşitler. Böylece devlet yalnızca biçime indergenmez, aynı zamanda varlık olarak da olumlanarak, değişebileceğine dair bir görme biçimi oluşur. Yani devletin varlığındaki sınıfsallık buharlaşarak kaybolur. Mesele bununla sınırlı değil, demokratik devlet önermesi öznenin, kendini nasıl inşa ettiğinin de sınırlarını oluşturur. Öyle ki devletle kişi arasında kurulan ilişki devletten beklenti aralığında, farkında olamadığı bir bağlanma hali de yaratır ve dış dünyayı (kamu alanını) devleti görmek istediği bir kerterizden tanımlamaya çalışır. Hukuk, adalet, eşitlik gibi önermeler, demokraside temsilini bulur ve kamuya bu devlet önerilir ve “mücadelesi” verilir. Böylece devlet, kişinin siyasal davranışlarında imgesel bir kurucuya da dönüşür. Burada oldukça sıradan gibi görünen devlete iki farklı yaklaşım şekli siyasal çerçeveden fazladır; devleti yıkacağım demekle, adaleti temsil edebilme özüne de sahip olabileceği varsayılan demokratik devlet demek arasındaki fark, bir söz dizimi farkı değil, doğrudan öznelleşme süreçlerinin farkıdır. Birinde devleti “önermeli kabul”e dayanan diğerinde dışlayan öznelleşme söz konusu.
Kamudaki ‘özne’ devleti “demokratik biçim”, “faşist biçim”, “otoriterlik biçim” gibi biçim sorunu üzerinden konumlandırdığında önemli bir soru boşluktadır; devletin “olağan biçimi” nedir? Burada devleti seçmeli siyasallaştırma söz konusudur. Devlet bir önerme sorunu olarak kaldığı sürece, devletin varlığı bir çatışma halinden çok, biçimlendirilebilen bir olgu halini alır. En azından çatışma, devletin varlığının ortadan kalkması değil, biçiminin değişmesi halini alır. Böylece devlet politik alanda restorasyon “nesnesi” olarak dolaşıma girer. Burada olağan devlet imgesi “demokratik devlet”e koşullanacağı için, devlete çağrıda bulunan ‘özne’ kamudaki kişi olarak kendi toplumsal eşitsizlik koşullarını tali bir duruma iterek, kendini demokrasi soyutlaması olarak kurar. Böylece devlet, özne ilişkisi bir kez daha yeniden üretime girer; çünkü kişinin öznelliğindeki devlet, herkese önerdiği devlettir. Hukukun fonksiyonel olarak adillik normu olarak işleyeceğine dair varsayım, bir önerme olarak “demokrasinin zarureti” olarak işaretlendiği anda devletin eşitlik aralığında herkesi temsil edebileceğine dair burjuva yanılsama, devletin varlığını meşrulaştırarak, “muhalifin”, muhalifliğini de kurar. Hukuk “garantör akit” ise ve bu akit, devletin “olağan işleyişi”ni yürütüyorsa, -yürütmesi gerekiyorsa- bu aktin kimlerle, kimler arasında yapıldığı -ya da yapılacağı- sorusu yalnızca boşlukta bir soru değildir. Bir yanılsama olarak devletin sınıflar arasındaki çatışmanın yoğun hali olması da boşluktadır. Bu bakımdan devleti meydana getiren çatışmanın tarihselliği ile demokraside temsilini bulan “eşitlik” arasındaki yanılsama yanlnızca siyaset dolaşımındaki yanılsama değil, aynı zamanda kamudaki ‘özne’nin de kurucu yanılsamasıdır.
Bir hukuk olumlaması olarak devlet önermesi, “hukukun üstünlüğündeki devlet”te temsilini bulduğu anda, zihni süreç yalnızca devlet-varlık ilişkisinde deformasyona uğramaz, deformasyondaki devlet-hukuksal üstünlük ilişkisi varsayımdaki toplumsal varoluşun ikamesinde kurucu rol oynar. Böylece sınıflar savaşının çağırdığı ve temsil ettiği yıkıcılık kamudaki özneden dışlanır. Geriye devletin restorasyonunda dolaşıma girmiş “olağan devlet” öznelleşme süreçlerini işletir ve siyaset alanında “karşıtlıklar” kurar. Solun önemli kısmında yaygın zikredilen “demokratik devlet” söylemi, devletin insana çağrılması ve insan genellemesinin “hak”aracılığı ile devlette temsil etmesi de insan tanımını sınıfsal tanım olmaktan çıkartır ve devlette temsilini bulan “yurttaş”a dönüştürür. İnsan olumlamasını (bu konu oldukça çetrefil ve uzunca eleştiri konusu olması gereken konu) bir yana bırakırsak, devlet-hukuk ilişkisinde dile gelen ve inşa edilen insan kimdir ve “hak” bu insan için nasıl oluşur sorusu boşluktadır. Dolayısıyla “demokratik devlet” söyleminin buna bir cevabı da yoktur. Cevabın olmaması, sorunun olmadığı anlamına gelmez; “hak”la anılan “insan”ı temsil eden gösterge “yurttaş”ı temsil eder. Yurttaş aynı zamanda bir hükümranlık alanı olarak devlet tanımı olduğuna göre insanın özerkliği ile devletin varlığı arasındaki çetrefil ilişki de ha keza boşluktadır. Kaldı ki, “insan”ı yurttaşa dönüştürmek ve bir yurttaş tanımı olarak “siyasallaştırmak”ta devletin ideolojik içeriğinde gizlidir. Ancak sorun bitmiş değildir; insan, yurttaştan çok önce vardı ve mevcut zamanı belirleyen toplumsal ilişkiler sistemi, onun hukuku, ideolojisi, “hak”kı, devleti, ekonomik ilişkileri, mülk edinmenin özel karakteri ve nihayetinde insana yüklenen anlamda tarihteki insan hikayesinden başka bir şey değildi. Burada bir lens daha oluşur; devlet, tarihten gelen insanın bir yansımasıdır.
Ha keza sınıf dahil toplumsal ilişkiler silsileside öyle. Peki insanın yansımasından başka bir şey olmayan devlet, “bir kez oluştuktan sonra” nasıl oluyor da insanüstü varlık haline gelip, yönetim süreçlerinden öte insanın öznelleşme süreçlerinin içine giriyor? Bir yabancılaşma konusu olarak devletin varlığı, kendini devletle deneyimleyen insanın kendisinden başka bir şey olmadığına göre burada üzerinde durulması gereken esas konu, yabancılaşma süreçlerinden başka bir şey değil. Kendi varlığını devlette deneyimleyen aynı insanın, devlete “mesafe” koyarak, onun “iyi” olmasını dilemesi de yabancılaşmış varlığına dilek tutmasından başka bir şey değildir. Ama yine de sorun bitmiş değildir; çünkü devlet, insanın zihninde hükmetme gücü olarak işlemesinin başka karşılıkları da var. Bir iktidar alanı olarak devlet, insanın “diğerleri”ni yönetme ve inşa etme pratiklerini de temsil ettiğine göre devlet, içsel olanda durmaksızın inşa edilen arzusunun fiziki, ideolojik formlarından başka bir şey olamaz. Bu bakımdan devletin yapısını meydana getiren parçalar, insanın kendini inşa etme ve deneyimleme süreçlerini meydana getiren parçalardan başka bir şey değildir. Burada sorun, insanın kendi yansımasından başka bir şey olmayan devletin, insanın öznelliğini inşa eden sihre dönüşmüş olmasıdır. Demokratik devlet söylemi, devletin öznede nasıl “göründüğünü” temsil eder ancak görülen devlet biçim olarak kalmaz; çünkü devlete bakan insan, içinde bulunduğu toplumsal ilişkilere bakar ve kamudaki insana -kendine- sonuç üretir. Sonuç; baştan sona eşitsizliğin kabulüne dayanır ve demokrasi söylemi eşitsizliğin varlığını yadsımanın fikri, ideolojik ve siyasal dile gelişinin işletilmesinin pratiklerinden başka bir şey olmaz. Bu durum kendini verili toplumsal ilişkiler altında deneyimleyen insanın, uhdesindeki insandan başka bir şey değildir.
Diğer bir sorun ise “demos”tur. Demos, heterojen olması nedeniyle tanımlanabilen bir “şey”değildir. Demos; kastedilen, ima edilen ya da işaret edilen “şey”dir. Demos’u ima edenle, “ima edilen demos” arasındaki fark oldukça çetrefil süreçleri işletir. Çünkü demos aynı zamanda bir eğilimdir. Eğilim, değişkenlik ve farklılık içerdiğine göre ima edeni de her daim bozuma uğratacaktır. Dolayısıyla “demokrasinin demos”u varsayımdan öte bir somutluk içermez. Çünkü demos eğilime göre mevcut devlet biçimiyle -faşizm dahil- çatışmaya girmez, çoğu zaman o devlet halinin kurucusu olur. Buradan şunu anlamak mümkün; demos’un devleti demek, imgede varsayıma işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda bir boş gösteren olur. Bu durum bir şeye daha bakmamız gerektiğini söyler; siyaset aracı. İmada ki demos’u meydana getiren toplumsal pratik; mülkiyet ilişkilerinden azade işlemez. Pratikte kapitalist gündeliğin yeniden üretimine şu ya da bu biçimde esnaf, küçük üreticiler, teknokratlar, orta sınıf vb. dahil olanları da içerir. Siyaset, “demokratik devlet” derken bir “makul” kurgu kurar ve bunların hepsini eşitler. Böylece demokratik devlet önerisindeki ‘eşitlik’, kurgudaki eşitliği varsayarak bir devlet düzeni önerir. Bütün bunların siyaset aracılığı ile dile gelmesi, makul bir devletin mümkün olabileceğine dair iddiaya dönüşür ve “sivil toplum, hegemonya ilişkisi”, “devlet demokrasisi”nde mantıksal sonucuna ulaşır.
Demokrat olmanın yüceltilmesinin, burjuva toplumunun yüceltilmesi olarak tarihe girmesi, toplumu görme biçimini de değiştirmiştir. Tüketim-seçme ilişkisi; tüketim nesneleriyle kurulan ilişkinin içindeki özgürlük yanılsamasıyla algıdaki burjuva toplumunu kurar. Kapitalist devlet ve demokrasi meselesinin ya da veciz burjuva demokrasisini kuran bağlam, piyasanın kendisidir! Yani metanın “serbest dolaşımı”nın imgesinde kurulmuş kapitalist devletin arayüzündeki demokratik temsil. Kapitalist devletin temel karakteristiği metaların -şeylerin- ve mülk edinmenin özel karakterinin serbest dolaşımını korumak ve garanti altına almak üzere var oluşa sahip olmasıdır. Bütün hukuksal gibi görünen eşitlik, bu dolaşım sureci içinde meydana gelen insan ilişkilerinin tanzimini bir forma büründürür. Böylece kapitalist devletin temsil ettiği iki şey onun “demokratik muhtevası”sını temsil eder; birincisi “eşitlik”, ikincisi de “serbestlik”…
Metalar aleminin bütün sırrı onun dolaşımında gizlidir ve bu alemde şeyler arası ilişki “değer” olarak baştan sona eşittir. Çünkü metaların hiçbiri değer değişimin dışında gerçekleşmez ve her bir meta şu ya da bu değere karşılık gelir. Burada bir durum daha gerçekleşir; her bir meta kendini temsil eder ve tüketiciyle “tekil” ilişki kurar ve bu ilişki kurma biçimi oldukça “sivil toplum”dur. Çünkü meta tüketicisinin “seçtiği” ve kendini gerçekleştirdiği “özel mülk”tür, “tüketicide olan”dır. Meta dolaşımının tüketicideki yansıması serbest seçme, serbest edinme, serbest sahip olma pratikleri olarak her daim tercihler silsilesi olarak gerçekleşir. Tercih, “seçme”dir. “Seçme” sanki eşitlik ilkesinin kurucusu gibi görünür. Ancak bu gerçek anlamda “sanki“dir. Çünkü devlet seçme işlemiyle fiilini yürütmez. Önceden “burjuva devleti” olan Alman, İtalyan, Japon devlet(ler)i savaştan hemen önce ve savaş boyunca faşist fiil halini aldı ancak çok değil savaş sonrası “burjuva demokratik” fiil halini aldı… O savaş ki metanın serbest dolaşımından doğmuştu. Burada üzerinde düşünülmesi gereken bir konuyla daha karşılaşırız; devlet “durum”a göre biçim değiştiriyorsa ve kapitalist anlamda olağan devlet burjuva demokratikse -ya da diktatörlükse(?)- faşizm demokrasiye içkindir. Bu gerçek anlamda böyledir. Dolayısıyla devletin hangi biçiminden söz edilirse edilsin, bir ara yüzden söz ediliyor demektir.
Çünkü devlet “hali” ne olursa olsun, meta ve mülkiyet dolaşımı, bu dolaşımın döngüsü toplumun “serbestlik ve dokunulmazlık” alanını oluşturur. Kamudaki bireyler gündelik hayatlarında devletle rastlaşmadan önce dolaşım alanıyla rastlaşırlar ve gündelik ikame bu ilişkilerce yürür. Böylece piyasa ile devlet arasında sünen ve bir forma sahip olamayan “kamudaki özne” meydana gelir.
İlk günah; emek(!) – Emekten doğan devlet
Tarihte özel mülk, sınıflar ve devlet “üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında” ortaya çıkar. Ancak üretici güçler kendi başlarına meydana gelmezler ve kendi başlarına bir aşamayı temsil etmezler. Çünkü üretici güçlerin gelişmesi ancak ve ancak emeğin gelişmesinin belli bir aşamasını ifade eder. Ha keza üretim ilişkileri de öyle. Tarihte özel mülkün, mülk dolaşımının, sınıfların, devletin ortaya çıkabilmesi için emeğin fazla vermesi gerekir. Yani emek, insan becerilerinin gelişmesinin bir aşamasında “fazla üretim” yapabilecek kapasiteye sahip olması gerekir. Emek kapasitesinin artması ve “fazlalık” demek emeğin üretim araçlarını tasarlayabilecek, yön verebilecek, onu üretebilecek biçimde insandan metale nihayetinde alete geçmesi demektir. Ancak “alet” yalnızca doğaya yön vererek fazla üretim sağlamakla kalmaz, insan topluluklarına da biçim verir. Ortaklaşarak, “fazla” olmadan ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmiş topluluklardan, pazara dolayısıyla “fazla üretim”e doğru değişen topluluklara da biçim verir. Ticaretin ortaya çıkmasıyla, emek ürünün “değer” kazanması ve giderek bu değerin para gibi rakam yani meta cinsinden nesnede temsil edilmesiyle birlikte emek de bir “değer” sahibi olur. Ancak emek ürettiğinde değil, ürettiğinin değişiminde değer sahibidir.
Takas dolaşımının genişlemesi, deniz aşırılaşması böylece ticaret hacminin genişlemesi ve çağlardan, çağlara üretimin ve toplumun değişmesi, yeni sınıfların ortaya çıkması kendi başlarına gerçekleşmez; bunları mümkün kılacak yegane güç emektir. Bu yüzden tarihte “ilk günah” emekle başlar.
Burada üzerinde durulması gereken temel meselelerden bir de “emeğin biçimi”dir. Üretim ilişkileri emeğin biçimini belirlemez, tersine üretim ilişkilerinin biçimini belirleyen emektir. Tarihsel seyir içinde üretim ilişkilerinin her bir aşaması “emeğin gelişmesi”nin aşamalarıdır. Çünkü insanda emek dışı bir tarih yoktur. Burada başka bir yanılgı da üretim araçlarının gelişmesinin emeği önceliyor gibi görünmesidir. Ancak emek ürünü üretim araçları, emekten özerk kendi başlarına üretim biçimi kuramazlar. Dolayısıyla üretim araçlarının rolü de emeğin kuruculuğunun dışında gerçekleşemez. Öyleyse biz tarihte toplumların meydana gelme biçimine bakarken her daim emeğe bakarız.
Burada temel sorun emeğin aynı zamanda emek üreticisi içinde yıkım üretiyor olmasıdır. Kölelik, serflik, işçilik sınıf olarak şekillenmişse ve bunlar ekonomik bir döngüde meydana gelmişse, bu ekonomi devlet, din, hukuk, ideoloji gibi üstyapılar meydana getirmişse ve modernlik dahil toplumun her bir aşamasının fikri formları bir öncekinden farklı formasyonlar içermişse, bunların zamanını belirleyen yegane saik emekten başka bir şey değildir. Demek ki emek, geçmişi kurandır, geleceği çağıran ve mümkün kılandır.
Modern devlet yalnızca zamansal bir formu temsil etmez, aynı zamanda toplumun içinde bulunduğu zamanın fikirlerinin yansımasını da temsil eder. Bu bakımdan “modern devlet”, “modern” emeğin fikrinden başka bir şey olamaz. Sermayenin tekelleşmesi, tekelleşen sermayeye uygun devlet yapılarının şekillenmesi bize son kertede neyi söyler? Devlet-sermaye ilişkisini ne kurar? Emeğin rolü kurar. Demek ki emeğin rolünün dışında bir devlet tartışması yapmak, bizi “kendinden devlet”e, imgede devlete götürür. Bu bakımdan temel sorunumuz “tarihsel emek”tir. Ancak burada yine bir sorun vardır; emekteki özne! Emekteki özne, basitçe cevaplanabilir ve denir ki elbette emek sahibi insan! Bu cevap bir yere kadar tutarlı ve tarihseldir. Emek insanın kendisini gerçekleştirmesinin yegane saikidir. Ancak bu cevap emek-özne ilişkisini açıklamaya yetmez. Çünkü ters gitmekte olan bir tarih-özne hikayesi söz konusudur ve emek, özneyi yabancılaştırmıştır. İnsan emek aracılığı ile kendini gerçekleştirirken, içinde bulunduğu dünyayı da tahayyül ederek gerçekleştirir. Devlet determinst yaklaşımla açıklanabilir; kendiliğinden biraya gelmiş toplumun, kendiliğinden doğmaz. Çünkü tıpkı toplum gibi devlet de tahayyül edilmiştir ve o toplumun zorunlu kıldığı ilişkilerden doğmuştur. Demek ki devlet, bir aşamada öznenin içinde olandır. Öyleyse devleti, “demokratik tasaruf”da bulunan akıl için bu özne dokunulmaz kaldığı sürece devlet tartışması yapmak “hoşluk” değilse, tutarsızlıktır. Çünkü topluma “demokratik devlet” öneren özne, içindeki devleti göstermektedir. Bu bakımdan devleti konuşabilmek için önce bu özneyi baştan sona kuran emeğin tarihine bakmak gerekir.
Emek maymundan insana geçişin eşiğini kurmuştu. Bu aynı zamanda maymundaki iyiliğin de kırıldığı eşikti. Uzun yılları ve çağları kötülüğün kaydına yazan eşik! Ancak soru baki; “Ne oldu da insan türünün evrimi, doğanın ve türün yıkımıyla yürüdü ve ne oldu da insan türü kapitalizme kadar uzanan tarihe kayıtlandı?” Bir şey olmalı… Kim bilir insan türü belki de evrimin ilk halkasındaki bir “arıza”nın kurbanıdır!