Yarını Düşünmek Şimdi Çok Daha Önemli Hale Geldi! – Mehmet Turan

Gençliğin 1 Mayıs İradesi ve Kürt ve Türk Halklarının Demokratik İttifakı Üzerine

“Şiddet gerçekten söylenemeyen şeydir çünkü ona, bir şeyi anlatmaktan umudu artık kestiğiniz anda başvurursunuz.” (Ulus Baker/ Müteveffa Felsefeci)

19 Mart Darbesinden sonra gençliğin ve AKP’ye haykırmanın fırsatını kollayan ama uygun koşullar oluşmadığı için bundan geri duran muhalif kesimlerin içinden geçen duygu ve düşünceleri anlatmak için Ulus Baker’in yukarıdaki analizi gayet elverişli doneler içermektedir. Gençlik yarattığı çıkış ve öncülükle AKP’ye muhalif olan tüm kesimlerin tercümanı olmuştur. Onların içinde tuttuğu öfkeyi faşist diktatörlüğe doğru yöneltmesinin yolunu açmıştır. Son 10 yılın tüm seçimlerinde çaldığı oylarla, sandık hileleriyle, bilgi çarpıtma taktikleriyle, yanıltıcı-sahte enformasyonlarla adaletsiz biçimde iktidarı elinde tutan AKP faşizmi karşısında,  bir tür öğrenilmiş çaresizlik, yılgınlık ve umudunu yitirme noktasına getirilen muhalif kitleler 19 Mart ile sözlü muhalefetten eylemli muhalefete geçmiştir.

19 Mart, muhalif kitlelerin rejimin haksızlık ve adaletsizlikleri karşısında yıllardır “bu kadar da olmaz” nakaratını tekrarladığı o ümitsiz ruh halini parçalayan bir isyan hareketi özelliği taşımaktadır.  İnsanlara kendine güvenini yeniden kazandıran devrimci bir işlev görmüştür. AKP’yi asıl korkutan da budur. 19 Martla edinilen bu yeni duygunun çok daha örgütlü hale gelmesi ihtimalidir onu telaşlandıran. O, yılların deneyimiyle karşısında yine kendine güvensiz, sokaktan korkan, sessiz bir muhalefet bulacağını düşünüyordu. Çok kısa sürede yanıldıklarını anladılar. Bu anlamda devrimciler de şu an yakaladıkları halkanın mücadeleyi daha ileriye taşıyacak çok ciddi potansiyeller içerdiğinin farkında olmalılar.  

AKP faşizminin yargı sopasıyla gerçekleştirdiği 19 Mart operasyonuna karşı gençliği ve her renkten muhalif kesimleri harekete geçiren şey, “artık sözün bittiği nokta” şeklinde tarif edilebilecek bir hissiyat içinde hareket etmeleridir. Böylesi bir ruh haliyle alanlara çıkmışlardır. Artık faşizmin karşısında kendine çok daha güvenli ve korkusuz bir kitle olmakla birlikte, bunu işlenmesi gereken bir cevher olarak düşünmemiz gerekiyor. Çünkü gençliğin 1 Mayıs’ta gösterdiği Taksim iradesi, “bu söylenmeyen şey ”in hakiki tohumlarını taşımaktadır.

Gençlik 19 Mart ile 1 Mayıs arasındaki güncel politik bağı kurmuş, arada bir süreklilik olması gerektiğini kavradığı için Taksim’e çıkma kararı almış ve bu iradeyi göstermiştir. Türk-İş ve DİSK gibi devlet ya da sarı sendikacılıkla ilişkisi olmayan bağımsız işçi örgütleriyle birlikte Taksim’e çıkmış olmaları, 19 Mart’ın güncel politik şiddetinin devamından yana olduklarının göstergesidir. Birileri gibi bir dahaki kalkışmaya kadar kıyıda beklemeyi değil, yakaladıkları dalganın üzerinde sörf yapmayı sürdürdüler. Taksim’ e çıkış öncesi toplanmada yapılan zamanlama ve koordinasyon hatalarına rağmen geçmiş yıllardaki polise kolay av olan dağınık küçük devrimci grupları tek bir alan ve kortejde toplamaya çalışmaları, bağımsız işçi örgütleriyle ittifak kurarak onları sahaya çekmeleri, kısmen Kürdistanlı metropol gençliğin sessiz kalmamasını sağlamaları azımsanmayacak bir başarıdır. Sınıf mücadeleleri işte böylesi gerçek hareketlerin içinde tomurcuklanırlar.

1 Mayıs’a Kadıköy’de katılanların bile çoğunun gözü Taksim’deydi. Ankara’da genç bir kadın öğrenci kürsüye çıkarak gençleri Taksim’de yalnız bıraktığı için DİSK’e demediğini bırakmadı.  Böylece gençlik gelecek 1 Mayıs’ın bir prelüdünü yaratmış oldu.

Memlekette nicedir ezilenlerin özgürce siyaset yapma, örgütlenme, toplantı ve gösteri yapma hakları üzerindeki yargı ve polis engeli 19 Mart ve 1 Mayıs eylemlilikleri ile ciddi şekilde aşılmış oldu.

19 Mart’tan 1 Mayıs’ a evrilen eylemliliklerin önündeki en önemli görev, kalıcı ve sağlam bir demokratik cephenin örülebilmesidir. Daha önce bir talepler listesi ile yaptığımız çağrıdaki gibi;  devrimci ve sol siyasetler, sendikalar, odalar, öğrenciler, emekçi memur hareketi, bağımsız işçi örgütleri,  demokratik Kürt hareketi, çevre ve kadın örgütleri ve Aleviler gibi ezilen azınlık ve ya ulusal topluluklardan müteşekkil bir demokratik halk cephesi ülkemizin en temel ihtiyacı haline gelmiştir.

Kürt meselesinin geldiği aşama itibarıyla devlet içinde yarattığı kargaşa, devletin Ortadoğu politikalarında istediği gelişmeleri hanesine kaydedememesi, içerde ekonomik iflas ve gençliğin korkutan isyanı… Tüm bunların birleşik etkisiyle devlet içindeki darbe mekaniği otomatik olarak zaten çalışmaya başlamıştır. Eğer ekonomik-siyasi çıkmazdan ve bölgede yaşadıkları hegemonik krizden kurtulmak için bir darbe kararı alınırsa, bu kararı alanların çizgisi ABD ve İsrail çizgisi olacaktır.  Bunu da böyle bilelim!

Bu ihtimale karşı demokratik talepler içeren güçlü bir anti faşist halk cephesi çağrımızı yineliyoruz. Sözünü ettiğimiz gençliğin Taksim’de gösterdiği 1 Mayıs iradesi ile donanmış, çok daha büyük ve genelleşmiş bir “19 Mart Ruhu“ yaratmayı önüne koyan bir halk cephesidir. Özgür Özel’e atılan yumrukla bizlere verilen mesaj “Daha sert tedbirler almaktan çekinmeyeceğiz, sokakları size bırakmayacağız, Kürtlerle ittifakı düşünmeyin, unutun bunu” şeklindedir.

“Terörsüz Türkiye” sloganının bir “Kürt Kapanı” olduğunu tüm duyarlı demokrat kesimler bilmiyor değil.  Kürt halkının özgürlük hukukunun yaratılmadığı koşullarda Türkiye halklarının hiçbir ferdi özgür olamayacaktır. Yaratılmak istenen sadece “Kürt kapanı” değil, ülkemizdeki tüm ezilenlerin, emekçi sınıfların kapanıdır.

AKP bir koltukta iki değil, üç karpuz taşımayı göze alacak kadar gözünü karartmış durumdadır. Onu buna zorunlu kılan sadece ulus-devlet refleksi ve bölge gücü olma ısrarının emperyalizm ile arasında bir çatışma yaratması değil, aynı zamanda devrim – karşı devrim diyalektiğidir. Ortadoğu’da yürüttüğü pragmatist, dengesiz, günübirlik çıkarlara dayalı siyasetinden dolayı, ülke, bölge ve uluslararası durum karşısında kendi çıkarlarını karşılayan bir irade kuramamıştır. Bölgede kurmak istediği hegemonya alanları ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’inin çıkarları ile çakışmaktadır.

Her üç durumda -ulusal, bölgesel ve uluslararası-, irtifa kaybeden bir rejim neyi yaparsa o da onu yapıyor. İç ve dış politika arasındaki koordinasyonunu yitiriyor. Tutarsız ittifak anlayışından dolayı kaybedeceği belli olan bir oyunda ne kurtarırsam kardır diyerek oradan oraya mekik diplomasisi yürütüyor. Yeni bölge gerçekliğinde İran ve Rusya’nın denklem dışına çıkmasından dolayı geçmişte uyguladığı “emperyalistler arası ya da bölge güçleri arasındaki çelişkilerden yararlanırım” taktiğinin artık işlevini yitirdiğini göremiyor. Ya da görse bile bunun için artık çok geç!  Bu anlamda Suriye’nin düşüşünden sonra hiçbir hesabının tutmadığı, bu alanda alabildiğine öngörüsüz olduğu anlaşılıyor. Fütursuzca CHP ve başta gençlik olmak üzere demokratik halk muhalefetine saldırıyor. İmralı açılımının ona yüklediği görev ve sorumluluklara devlet ciddiyetinden uzak bir şekilde ayak diriyor, sürüncemeye bırakıyor. Suriye ve Rojava ’da isteklerinin gerçekleşmemesi, tersine SDG’nin yol kat etmesi karşısında sürekli Trump ’ın kapısını çalıyor, büyük bir umutla onunla yüz yüze görüşmeyi arzuluyor. İmralı, Rojava ve Zap’ı farklı farklı kefelere koyuyor. Bu üçünün birleşik kaplar misali hareket edeceğini bile bile, her üçünü kafasında oluşturduğu farklı kaplarda izole etmeye çabalıyor. Tüm bölünmüş Kürdi coğrafyalar içinde artık tek bir mesele haline gelmiş Kürt gerçekliğine hala coğrafi- askeri –diplomatik eksende üç farklı meseleymiş gibi bakıyor! Ve son olarak İttihat Terakki döneminde Turan ülküsü çerçevesinde ayaklandırmaya çalıştıkları Orta Asya cumhuriyetleri nasıl ki o dönem tercihlerini Enver ve Talat paşalardan yana değil Bolşevik devriminden yana yaptılarsa, onların torunları da bugün tercihlerini KKTC’den yana değil Güney Kıbrıs Cumhuriyetinden yana yaptıklarını deklere ederek uluslararası politikada TC’ye bir de bu cenahtan darbe vurmuş oluyor.

Başından beri desteklediği HTŞ’nin önce Alevilere sonra Dürzilere yönelik katliamlarını gizliden destekliyor, diplomatik sahada bu konudaki soruları cevapsız bırakıyor. ABD’den Avrupa’ya ve bölge ülkelerine kadar hemen her ülke bu katliamları protesto ederken o sessiz kalıyor, kendini selefi katliamcılarla yan yan bulmaktan kurtulamıyor. Sanırız tüm dünyada HTŞ’yi canı gönülden destekleyen bir tek Türkiye Cumhuriyeti kaldı! Herkes biliyor ki bu desteğin arkasında HTŞ sevgisinden ziyade TSK’nın Suriye’de uzun yıllardır işgal ettiği bölgelerden geri çekilmek istememesi yatıyor. AKP faşizmi, adeta Birinci Cihan Harbi’nde Talat Paşa’nın oynadığı gözü kara, çılgın role soyunuyor. Uluslararası diplomaside büyük kaybederken kendinden menkul askeri politikaların peşinde koşuyor. İsrail’in Suriye semalarında cirit atması, istediği zaman istediği yeri bombalaması karşısında bunun aynını Rojava ’da yapmasına neden izin verilmediğine hayıflanıyor. Bilmiyor ki kendisine emperyalizm tarafından verilen izin sadece sınır ötesi ve ara bölgelerle çizilmiş bir sahadır. TC’nin neo-Osmanlıcı ulus-devlet refleksleri ile birlikte Rusya, İran ve Çin bağlantıları onun Ortadoğu’da bir “bölge gücü “ olmasının önündeki en büyük engeldir. NATO’ya üye olup da sayılan ülkelerle stratejik düzeyde siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel ilişkileri olan başka bir NATO üyesi bulunmamaktadır. Ayrıca bölgedeki Arap devletleri AKP İslam’ının uzun yıllar Siyonizm’le olan açık- gizli ittifakının Gazze soykırımına rağmen sürdüğünü çok iyi bilmektedir. Arap devletleri ve petrol şeyhi monarklar bölgelerinde ne Müslüman Kardeşler ne de İŞİD ve benzeri selefi tarzda bir İslam istemektedir. AKP ise her iki çizgiyi bir politika enstrümanı olarak uzunca bir süredir kullanmaktadır.

Talat ve İttihatçıların büyük kaybedişinden ülkeyi kurtaran M.Kemal’in pragmatist önderliği olmuştu. AKP faşizmini bu kaybedişten kurtaracak her hangi bir burjuva muhalefet de yok ki, asıl büyük tehlike burada! Uluslararası ilişkilerde geriden gelen diplomatik yetersizliği, bölgede askeri olarak varlık göstermesinin İsrail ve ABD tarafından engellenmesi ve içeride 19 Mart sonrası siyasi planda hamle üstünlüğünü kaybetmesi tüm bunlar, darbe mekaniğinin yolunu açan onun ciddi zafiyetleridir.

AKP’nin bu politikalarda ayak diremesinin Türkiye’yi getireceği nokta, ya emperyalist ülkelerin farklı kanatlarının bizzat taraf olacağı bir iç savaş ya da darbe ile gelen kapkara bir faşizmdir. AKP faşizmi ülke, bölge ve uluslararası durumu ekonomik ve siyasi olarak kaldıracak durumda değildir. Ya da omuzlarındaki yükün ağırlığının farkında değildir. Kürt meselesinin çözümünde Sırı Süreyya Önder’in cenaze merasiminde Özgür Özel’e yapılan planlı saldırı, devlet içinde Kürt sorununun çözümüne karşı olan, savaşa tam gaz devam diyenlerin bir atraksiyonu olarak görülmelidir. Devletin bir kesimi, her ne kadar emin olamasak da burjuva reformist çözümde istekli görünse de devlet içindeki İttihatçı zihniyetle malul faşistlerin ciddi bir baskısıyla karşı karşıyadırlar. Kim ABD’yi daha fazla yanına alırsa onun sözü geçecektir.

Kürt meselesi İmralı-PKK ve Devlet arasındaki taktik-diplomatik savaşlara kilitlendiği için sınıf savaşımının güncel görevlerini savsaklayan ya da yerine getiremeyen bir gerçekliğin içindeyiz ne yazık ki. Türkiyeli devrimcilerdeki bu beklenti hali, sürecin bugünden yarına çözülmesinin imkânsız olduğu gerçeğini yeterince kavrayamadıklarını gösteriyor.  O yüzden sadece seyreden ve “çözüme göre taraf alırız” anlayışından kurtulmak gereklidir. Eğer sürece bizzat kendi sorunumuz gibi yaklaşırsak bu Kürt ve Türk emekçilerinin geleceği açısından çok daha hayırlı olacaktır. Kürtlerin eli bugün güçlü, ama ABD ve İsrail’in bölge politikalarının bir yansıması olarak güçlü. Kürtlerin elini güçlendirecek olan ne AKP faşizminin çözüm için sürekli ödün isteyen politikaları ne de ABD ve İsrail’in bölgede yarattığı yeni emperyalist dengenin Kürtleri rahatlatıcı-soluk aldırıcı etkisi olacaktır. Kürt devrimci dinamiği için hem büyük tehlikelerin hem de yeni atılım ve kazanımların aynı oranda geçerli olduğu koşulların içinden geçerken Türkiye devrimci hareketi ve onun öncülüğündeki tüm demokrasi güçlerinin kendilerini  “gözlemci statüsü“ nden çıkarmaları, daha ileri görevleri üstlenmeleri gerekmektedir.

İmralı sürecinin akıbetinin belirsizliği, devletin bu konuda kılı kırk yaran gizli hesaplar içinde olduklarını gösteriyor. Bu sürümcemeli durum sınıf hareketinin ülkemiz ve bölgede çok hareketli olduğu bir dönemde Türkiye devrimci hareketi ile Kürdistan İşçi Partisi ve DEM parti arasındaki ilişkilerin gelişimini objektif olarak zayıflatmaktadır. Bundan sonra karşımızda tüm dikkatini, hassasiyetini ve devlet karşısında atacağı adımları öncelikle  “sürece”  ve onun aşamalarına odaklamış bir Kürt siyaseti bulacağız. Kimi zaman Kürt-Türk demokratik ittifakının gerektirdiği eylemler konusunda, “önceliğimiz bu değil” diyerek ikircikli bir tavır içinde olabileceklerdir. Bunu 19 Mart eylemlerinde yaşadık. Tuncer Bakırhan, eylemlere gerektiği ölçüde katılmamalarının nedenini “biz CHP’nin kitle tabanı değiliz” diyerek gayet apolitik şekilde cevaplamıştı. Daha ileri giden kimi Kürt yazarlar ve şimdi Kürt siyasetinde yer alan eski Türkiyeli sosyalistler, çok daha milliyetçi bir çizgide “geçmişte belediyelerimize kayyumlar atanırken siz neredeydiniz” diyebildiler. Bunun Türkiye solunun belli kesimlerinde var olan, sosyal şoven damarı daha da güçlendireceğini hiç düşünmediler. Sol’u kendi gerçeğiyle yüzleştirmenin yöntemi böyle olmaz. Türkiye solunun Kürt meselesindeki günahı çoktur ama bunun ilacı onun karşısına tam karşıtı bir milliyetçilik silahı ile çıkmak değildir. Trenin birinci sınıf vagonunda seyahat eden devlet ve sermaye güçlerinden kopamayan ikinci vagondaki egemen ulus devrimcileri ve emekçileri 19 Mart ile tam da egemenleri karşısına aldıkları bir anda, onları geçmişteki suçlarından dolayı tekrar tekrar eleştirmek ve onlara ortak düşman için omuz vermemek doğru bir yaklaşım değildir. Suriye’deki Kürtlerin demokratik birliği için yapılan toplantıyı sırf Barzani çizgisindeki ENKS de katıldı diye eleştirmemiz ne kadar yanlışsa Türkiyeli kimi sol çevrelerin gençliğin 19 Mart direnişine Kürtlerin yeterli desteği vermemesini eleştirmesi de o kadar yanlıştır. Ama daha kötüsü solun bu eleştirisine, -sol haksız da olsa- milliyetçi tepkilerle cevap vermektir.

Oysa PKK’nin ideolojik çizgisinde böylesi çiğ söylemleri hiç duyamazsınız. Kimi Kürt çevrelerinde ABD ve İsrail’in bölgede artan stratejik etkinliğine bağlı olarak geçmiş direniş tarihine karşı bir yabancılaşmanın izlerini görebiliyoruz. Öcalan’ın gelen heyetlerle diyaloğunda konuşmasının bir anında, artık kendisine ne denildiyse elini masaya vurarak “ben hala bir sosyalistim” dediğini burada hatırlatmak isteriz. Kahramanlık tarihine ve devrimci özüne yabancılaşma, bugün Kürt Özgürlük Hareketinin içinde değil ama yakın ve uzak çevresinde gelişen en ciddi tehlikelerden biridir. Emperyalizm, -dolaylı yollardan- stratejik ve taktik olarak Kürtlerin önünü açıyor, ama bunun karşılığında onlardan ideolojik tavizler bekliyor. Bu tavizleri veren periferideki Kürt çevrelerin giderek palazlandıkları dikkate değer bir gelişmedir. ABD’deki “Kürt Barış Enstitüsü” başkanı Giran Özcan ‘ın geçen ay İsrail’in davetiyle Kudüs’e yaptığı ziyaret buna bir örnektir. Tüm dünya Gazze soykırımını telin ederken, Giran Özcan’ın İlk ziyaret ettiği mekân 7 Ekim saldırılarının ilk başladığı yer olan konser alanıydı!

Devletin öncelikle PKK’nin silahlarını bırakması konusundaki ısrarı, buna karşı PKK’nin fesihi gerçekleştirmek için Öcalan’ a İmralı’da daha özgür koşullar yaratılması, umut hakkı konusunda yasal düzenlemeler ve teknik olarak kongreye katılımını şart koşması tam bir kilit durumu yaratmıştır. İki taraftan birinin beklentilerinden taviz vermesi gerekiyor ama bu konuda herhangi bir gelişme yok. Burada düğümü çözecek inisiyatif yine İmralı’dan gelecek gibi, başka bir ihtimal gözükmüyor. PKK’nin İmralı’da yaratılacak daha özgür koşullar karşılığında, TC’nin aktif saldırılarını bir şekilde göğüsleyerek daha dar bir çerçevede kongreyi toplama ihtimali yüksektir. Böylece “umut hakkı” bir sonraki aşamanın ilk maddesi olma önceliğini koruyarak ileriye ertelenmiş olacaktır. Kürt meselesinin bir seferde çözümlenemeyeceğini bunun şimdiden öngöremeyeceğimiz birçok aşamadan geçeceği ve bu aşamaların her birinin kendi içinde ciddi çatışmalara meydan verebileceğini şimdiden bilmekte büyük fayda var. Bunları tahminen şöyle sıralayabiliriz:

Devlet silahların bırakılması ile yetinmeyip silahların bizzat teslim edilmesini dayattığında,  feshedilen partinin yerine kurulan yeni partiyi de terörizmle damgalayıp, bir savaş gerekçesi olarak ilan ettiğinde, dağıtılan gerilla gücünün Kürdistan’ın herhangi bir alanında bir asayiş gücüne ya da kırsal bir komün gücüne dönüştürülmesini veya Türkiye’ye dönüp koşulsuz sivil siyasete katılmalarını reddettiğinde o zaman bambaşka koşullarla karşılaşacağız.

Burada demek istediğimiz devletle Kürt Özgürlük Hareketi ve DEM parti arasındaki ilişkilerin ilerde bugünkü kadar ‘ılımlı’ seyretmeyebileceği ve yeni bir aşamaya geçmesinin beklenenden çok daha uzun süreceğidir. Devlet atacağı çok küçük adımlar karşılığında karşı taraftan sürekli büyük adımlar atmasını isteyecektir. Şimdi bile böyle. Tüm bu zaman zarfında devletin Kürt halkı ve emekçileri karşısındaki taktiği ise onları ‘bakın ortada bitmemiş bir süreç var’ diyerek beklentide tutmak ve eylemsiz kılmak olacaktır. Devletin amacı sürecin kendisini, tüm aşamalarıyla birlikte halklara karşı “rehin bir koz” olarak kullanmaktır!  Üzerinde “dikkat kırılabilir” yazan bir kargo paketini düşünün, onu ne kadar dikkatli taşırsınız değil mi? Devlet de meseleyi halkların karşısına aynen bu şekilde sunmaktadır. Oysa halk hala kargonun içinde ne olduğunu bile bilmemektedir.

Yukarıda söz ettiğimiz objektif durum işte bununla ilgilidir. Bu koşullarda antifaşist gençlik hareketi ve demokratik halk muhalefetini tek bir çatıda, üzerinde demokratikleşme ve barış yazan tek bir bayrak altında bir araya getirecek büyük bir ülke konferansı toplamak sol ve sosyalist güçlerin önünde devrimci bir görev olarak durmaktadır. Halkların Türkiye konferansı, faşizme karşı birleşik halk cephesinin ilk adımı olacaktır.

Bu konferans aynı zamanda Kürt meselesinin barış ve demokratikleşme temelinde çözümünde devletin süreci geciktirmesi ve çok az verip çok daha fazla almasının önünde bariyer olabilecektir. Türkiyeli devrimcilerin ”sürece” kendi enternasyonal sözleriyle katılımı gayet önemli ve çözümde kritik önemdedir. Süreci, her yeni aşamasında içinde olmadan dışarıdan seyretmekle yetinmek, birleşik devrimin ruhuna aykırıdır. Devrimciler Kürt meselesinin geldiği aşama itibarıyla, (ayrı devlet kurmaktan vazgeçilmesi, özerkliğin bile öngörülmemesi) mevcut sürecin burjuva demokratik tarzda çözülebileceği ihtimalini düşünerek birleşik devrimin önünde kendine özgü bir “demokratik devrim” olduğunun bilinciyle hareket etmelidirler.

Kürt meselesinin ülke içinde burjuva-demokratik tarzda çözümü ya da ABD ve İsrail tarafından Ortadoğu merkezli emperyalist çözümü. En azından bu soru üzerine düşünülebilir. Birleşik Devrimin yolu ve Kürt halkının özgürlüğü için daha iyi ve daha makbul olan da, Ortadoğu’da bir bölge savaşı riskini en aza indiren de burjuva-demokratik çözümdür. Burada, daha önce de ifade ettiğimiz üzere Kürt meselesinin “burjuva” çözümünün bile Türkiye’de faşizmi önemli derecede gerileteceğini, o yüzden böylesi bir çizginin kolay kolay tolere edilemeyeceğini belirtmek isteriz. Bir benzetme yapacak olursak Stalin’in Almanya için söylediği “proleter tabanlı bir burjuva devrimi” süreci genel olarak tanımlayabilir.

Kürdistan’ın burjuva demokratik devrimi bugün çok daha güçlü emekçi bir tabana sahiptir.

Kürt ulusal sorunu hakkında İmralı deklarasyonundan sonra ileri geri, iyi kötü kafaları karıştıran çok şey söylendi. Bu söylenenler içinde hiç söylenmeyen tek şey devrimin şu anki karakteri ve hangi aşamada olduğudur. Gerek enternasyonal ilişkilerin layıkıyla hayata geçirilmesi, gerekse birleşik devrim rotasının çizilmesinde burada mutlaka bir netleşmeye gitmek gerekiyor. Ortada uçuşan PKK eleştirileri, devletin sır gibi sakladığı “Terörsüz Türkiye” planı, Rojava devriminin Suriye’de beklenenden çok hızlı gelişimi; tüm bu sisli, kaotik ortamda en az görülen şey, PKK’deki bu tarihsel dönüşümün Kürdistan Devrimi’ni adeta bir kelepçeyle Türkiye Devrimine bağlamış olmasıdır. Türkiyeli devrimciler kendi devrimlerinin zorunlu olarak Kürt Özgürlük Mücadelesiyle nesnel olarak iç içe geçtiğini henüz tam kavrayamamışlardır. Ayrı bir devlet kurmaktan, silahlı mücadeleden hatta özerklikten bile feragat ederek Türkiye içinde demokratik-siyasal mücadele kararı alınması ne anlama gelmektedir? Bunun gelecekteki yansımaları hakkında yeterince düşünülmüyor. PKK açıkça ben yasal ve meşru planda demokratik-sosyalist bir Türkiye hareketi yaratmak istiyorum, benim şu anki programım bu diyor. Parlamentoda güçlü temsiliyet eşliğinde belediyelerde ve tüm yerellerde doğrudan demokrasi uygulamasıyla kendine özgü evrimci bir mücadele stratejisi kurguluyor. Bu mücadeleyi ilk aşamada TC’ye karşı “paralel bir iktidar odağı” yaratana kadar sürdürmeyi planlıyor.

Bugünden itibaren Kuzey Kürdistan Devrimi kendi kaderini Türkiye Devrimi’nin ellerine bırakmıştır! Paradoks gibi gelebilir ama bu teorik olarak böyledir. Türkiye devrimini kendisiyle buluşturmanın imkânlarını yaratmak istemektedir. İşçi, köylü, kadın ve gençlik tabanlı bu özgürlük gücü kendi burjuva demokratik devrimini yaparken Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasını sosyalist devrimin ya da bir komün devriminin eşiğine getirebilecektir. Kuzey Kürdistan kendi burjuva demokratik devrimini gerçekleştirirken bunun yaratacağı özgürlük ortamında birleşik devrimin o gün sahada olan güçleri sosyalizme ulaşmak için her türlü aracı kullanarak ne yapılması gerekiyorsa onu yapacaktır.

Önümüzdeki on yılların Türkiye’ sinin devrimci programı demokratik devrimle sosyalist devrimin iç içe geçtiği bir program olacaktır.

Daha önceki hiçbir devrimde görmediğimiz bir olayla karşı karşıyayız. Sömürge altındaki halk, hem savaşı daha uzun süre devam ettirme gücüne sahip olmasına hem de uluslararası konjonktür kendi lehinde olmasına rağmen önderlerinin esareti ile devrimi takas etmiş ama öte yandan, takas ettikleri devrimi sömürgeci devletin halkı içinde yaşatma kararı almışlardır. Dünya devrim tarihinin en trajik devrim ihracıdır bu.

                                                          09.05.2025

                                                                                                                                         Mehmet Turan