Yaşamak Direnmektir! – Komün Gücü

Halep’te, Aleviler için kutsal sayılan bir türbeye cihadistlerin yaptığı saldırı sonrası Suriyeli Aleviler sokaklara döküldü. Şam, Lazkiye, Humus, Tartus, Hama gibi Alevi nüfusunun yoğun yaşadığı bölgelerde protestolar düzenlendi. Fakat IŞİD’den farkı olmadığı tarih ve belgelerle sabit olan HTŞ-SMO bu eylemlere ateş açarak yanıt verdi. Suriye’de HTŞ-SMO-DAİŞ eliyle özellikle Aleviler’in yoğun yaşadığı bölgelerde katliamlar yapılmaya başlandı.

Türkiye’de ise kanı bitlenen HTŞ-DAİŞ taraftarları siyasal Alevilik diye bir kavram uydurdu ve Suriye’de yaşanan katliamlara karşı ses çıkaranları, Türkiye’deki Alevileri ses çıkarmaya, öz-savunmaya çağıranları hedef tahtasına koydular. Yeni Maraş, Sivas, Çorum, Gazi katliamlarıyla eşdeğer çağrılardı bunlar. Elbette artık kapı işaretlemeye gerek yok. Artık işaretler sosyal medya profillerine konuyor.

Fakat bu uydurma terimi ortaya atanları, sadece kanı bitlenen HTŞ-DAİŞ’in Türkiye’deki artıkları olarak görürsek yanılırız. Devlet toplumsal muhalefetin ana damarlarını, sinir uçlarını biliyor. Nasıl ki devrimciler çelişkileri yaratan nedenlerin üzerine giderek çelişkiyi aşmayı hedefliyorsa, devlet de tersten bir diyalektikle, toplumsal muhalefete korku duvarları örüp, o duvarlar arasında boğmak istiyor. Özcesi siyasal Alevilik terimi, devlet tarafından ortaya atılmıştır. Herhangi bir büyüyen direnişi bu torbaya sıkıştırmaya çalışacağı aşikardır. Bu anlamda bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor. Toplumsal muhalefete, devrimcilere korku duvarları örmenin yanı sıra toplumsal muhalefeti baştan bir yarılmaya uğratıp kendi tabanını konsolide ediyor. Sözgelimi asgari ücretin kendi tabanında “Ben, ailem, çocuğum açken bana ne Türkiye’nin Suriye politikasından” gibi bir itirazın yükselebileceğini gören iktidar, siyasal Alevilik söylemiyle din temelinde yarattığı yarılmayla, müslüman kimliği üzerinden kendini tanımlayan toplumu, toplumsal muhalefetle buluşmasını engellemeye çalışıyor. Bu anlamda üst üste binen Suriye’deki Alevi katliamı ve asgari ücretin açıklanması gündemlerini kendi istediği gibi dizip toplumsal yarılmayı sağlamayı hedefliyor.

AKP-MHP içeride ve dışarıda büyük oynuyor. Erdoğan bu büyük kumarı, “Türkiye Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin km kare ile sınırlandıramayız. Türk milleti mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.” diyerek ifade etti. Fakat şimdilik Suriye hattında durum hiç de istedikleri gibi değil. HTŞ’ye Batı emperyalizmi ile birlikte giydirdikleri kravatlı-takım elbiseli demokrasi maskesi, HTŞ’nin giriştiği Alevi katliamı ile birlikte düştü. Dürziler, federatif bir yapı talep ettiklerini belirttiler zira HTŞ’nin DAİŞ’ten farklı olmadığını 13 yıllık süreç içinde yaşadıkları deneyimlerle farkındalar. Beri yandan SMO çeteleri ve SİHA-topçu desteğiyle giriştikleri Rojava işgal süreci de istedikleri gibi gitmiyor. Öyle ki açık açık yalan söylemeye başladılar. Türkiye ve SMO, savaş gücüyle başaramadıklarını yalan haber yayarak yapmaya çalışıyor. MSB, Minbiç ve Tişrin Barajı’nın temizlendiğini belirtti her defasında. Fakat önce gazeteci Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in haberleri (tam da bu haberler yüzden katledildiler) ve sonrasında SDG sözcüsü Ferhat Şami’nin anlık, Tişrin Barajı üzerinden yaptığı açıklamalar, MSB’nin yalanlarını açığa çıkarmaya yetti. Bu yalan haberler, psikolojik bir savaşa hizmet ettiği gibi Türkiye Devleti’nin dış cephede ne kadar sıkıştığını da gösteriyor. Bu anlamda Türkiye açısından dış cephedeki süreç kırılganlaşmaya müsait olduğunu gösteriyor.

Bu süreç Neo-Osmanlıcı emperyalist hayallerini hayata geçirmek, hakimiyetini genişletmek isteyen AKP-MHP açısından fırsatı ve riskleri içinde barındırıyor. Öyle ki Türkiye, artık Suriye üzerinde geliştirdiği ittifak ve hakimiyet üzerinden Akdeniz’de “Mavi Vatan” projesini daha çok dillendirmeye başladı. Suriye deniz sahası üzerinden Akdeniz’deki hakimiyetini genişletmeyi amaçlıyor.

13 yıldır savaşta yıpranmış, savaş ağalığına dönmüş, asabiyetini yitirmiş, Rusya’nın ve İran’ın desteğini çektiği, İsrail ve ABD’nin tüm altyapı ve askeri kabiliyetini çökertmiş olduğu BAAS’ı yıkmak, beklenenden kolay gerçekleşti. Fakat bu kadar yıpranmış, toplumsal olarak bölünmüş bir Suriye’yi yeniden yapılandırmak, aynı şekilde kolay olmayacaktır. Diğer yandan Biden, ABD’nin Suriye’ye dönük yaptırımlarını 2029 yılına kadar uzattı. Bu da demek oluyor ki Batı emperyalizmi, İsrail’i koruma bağlamında sadece “Direniş Ekseni’nin temel direği Suriye”yi yıkıp cihatçı bir Suriye’yi kalkındırmak değil, zayıflatılmış bir Suriye istiyor. Yaptırımların uzatılması, HTŞ-Türkiye ortaklığı için işleri daha da zorlaştırıyor. Öte yandan BAAS kamburunu sırtından atmış olan Suriye ezilenleri, sosyalistleri, demokratları artık kendi güçlerine yaslanarak mücadele etmeyi, savaşmayı ağır bedeller pahasına öğrenmek zorundalar. Ayrıca yanı başlarında Arap, Kürt, Ermeni, Süryani, Asuri, Hristiyan, Sunni, Çerkes, Türkmen… bünyesinde yaşayan tüm halkları kapsayan, tüm Ortadoğu’ya rol-model olma iddiasıyla kurulan, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi var. BAAS kamburundan kurtulan bu halkların geliştirecekleri öz-örgütlülükle birlikte SDG ile kuracakları bir ittifak; bugün TC için reel olan bu fırsatları riske çevirebilir. Türkiye bir ok gibi ileri fırlamaya çalışırken, tüm bu fırsatlar bir yay gibi geri tepebilir ve Türkiye içe çökebilir.

İç cephe tahkimatı üzerinden düşünelim; Neo-Osmanlıcı hayalleri ve yeniden şekillendirilen emperyalist kapitalist sistem içinde payını büyütmek, ticaret yolları projeleri içinde kalmak isteyen Türkiye, tüm güney sınır hattı boyunca büyük bir savaş veriyor. Fakat dışarıda olduğu kadar iç cephede de süreç, kırılganlaşmaya müsait. Bu süreçte birçok şey üst üste geldi. Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’yu yeniden dizaynı bağlamında İsrail-Filistin savaşı ve Suriye’de gelişen yeni kaos süreci, kayyumlar, asgari ücretin açıklanması ve yoksullaşma, genelde kadın özelde Narin-Rojin cinayetleri, sonu gelmeyen intiharlar, yasaklamalara rağmen grevler…Yaşanan bu gelişmeler ister-istemez her gün toplumun başka bir sinir ucuna dokunuyor. Devlet, bu süreçte herhangi bir eylemin bir kelebek etkisi yaratmasından korkuyor. Bildiğimiz gibi Gezi, 3-5 ağaç meselesi olarak başladı ama orada kalmadı, bir kelebek etkisi yaratıp hakkını arayan herkesi içine çekti. İşte bu süreçte herhangi bir olayın böylesi bir etki yaratıp büyümesinden korkan iktidar, siyasal Alevilik terimi üzerinden iç cepheyi tahkim etmeye çalışıyor. İç cephe tahkimatı sadece iktidar politikaları arkasına dizilmek anlamına gelmiyor; diğer yandan karşı çıkanı korkutmak, sindirmek, yetmediği yerde tutuklamak, ezmek, katletmek üzerinden planlanıyor. Bu anlamda iç cephe tahkimatı, iktidara karşı çıkanlara, hakkını arayanlara bir had-sınır bildirimidir.

Ancak genellikle yapıldığı gibi “siyasal Alevi değilim, bu uydurma bir terimdir” diye anlatmaya uğraşmak yetersiz kalıyor. Dümeninde AKP-MHP faşist iktidarının olduğu; korku duvarlarını yükselten, tartıştıkça propagandasını güçlendiren, hedefine ulaşan bir argümana dönüşüyor. Devletin neler yapabileceği tarihle sabit. Fakat daha ortada somut bir şey yokken sadece sosyal medya propagandasına bağlı olarak “Türkiye’de de Alevi katliamı yapmaya hazırlanıyorlar” diye çığırtkanlık yapmak, tam da iktidarın değirmenine su taşıyor, korku duvarlarını yükseltiyor, toplumsal travmaları canlandırıyor. Bu anlamda doğrudan pratik olarak Suriye’deki Alevi katliamına karşı harekete geçmek; öte yandan içeride Aleviler ve Kürtler başta olmak üzere herhangi bir ezilen kimliğin, böylesi bir provokasyonda burnu bile kanasa hesap sorma bilinci ile hareket etmek gerekir. Asıl odak noktamız burası olmalıdır.

Bu süreçte Özgür Özel özgülünde CHP de kendi rolünü oynuyor. Tüm gerilimleri soğuran bir yerden 2025’in geçim değil, seçim yılı olacağını açıkladı. Her önemli gündemde CHP, böylesi açıklamalar yapıp toplumda gelişebilecek anlık refleksleri soğurmaya ve ilk seçimde gidecekler havası yaratmaya çalışıyor. Zaten 5 yılda bir seçim yapmak yetmiyor sistem için. Örneğin seçimler biter bitmez yeni seçim anketleri açılıyor, birkaç ay sonra erken seçim çağrıları yapılmaya başlanıyor. Sosyalist örgütlerin de azımsanmayacak bir kesimi çelişkileri yumuşatma, seçimle geçiştirme korosuna dahil oluyor.

Devrimcilerin tarihsel bir akılla hareket etmesi elzemdir. İçeride veya dışarıda yaşanacak bir kırılganlık, toplumsal bir hareketliliği tetikleyebilir. Toplumsal krizler silsilesini doğurabilecek potansiyellere gebe gözüküyor. AKP-MHP’nin içeride yıkıcı proleterleştirme süreçleri ile herkesi yoksulluk ve sefalette eşitlerken uyguladığı sömürgeci-emperyalist politikalar, Moğol istilasından beterini yaşatıyor. Bu süreçte sınıfsal ve toplumsal çelişkiler derinleşiyor ama korku duvarları aşılamadığı ve öncü bir güç yaratılamadığı için çelişkiler keskinleşmiyor, sınıf siyaseti-savaşımı devletin belirlediği alanda gerçekleşiyor. Bu anlamda iktidarı ve muhalefetiyle egemenlerin yarattığı gündemleri ne yapmaya çalıştıkları, ne dümenler çevirdikleri bağlamında analiz etmeliyiz. Fakat aslolarak toplumsal çelişkilere yaslanarak kendi gerilim hattımızı kurmamız gerekiyor.

İktidarın tabanı ideolojik bağı dolayısıyla hala dişini sıkıyor, iktidar karşıtı sınıflar ise iktidarın savaş ve yayılmacı politikalarının yükünü üstlenmek istemiyor. Fakat sesini yükseltebileceği direniş cephesinden ve mevzilerden yoksun. Bu anlamda devrimci politikayı gerek faşist AKP-MHP iktidarının kurduğu ve toplumu teslim almaya çalıştığı eksenden gerekse CHP’nin kurduğu seçim-geçim ekseninden kurtarıp toplumun öz-örgütlülüğünü ve bu temelde öz-savunmasını oluşturarak korku duvarlarını yıkan direniş mevzilerini örmemiz gerekiyor. “Yaşamak direnmektir”, sadece ajitatif bir slogan değildir. Eğer direniş odakları büyür ve birbirini besleyen bir şekilde zenginleşirse belirleyici olan faşizmin saldırıları değil, direnişin muhtevası ve sürekliliği olacaktır. Bu mücadele dilini, pergelin bir ucunu devrimci diyalektiğe sabitleyip; diğer ucunu güncel çelişkilerle buluşturarak direniş mevzilerini oluşturabiliriz.

Kaynak: Komün Gücü