Diyalektik materyalizm ve tarihsel devrim – Ergun Adaklı

Tarih bilinci… Ama tarih nedir? Daha doğrusu tarihi hangi kapsamda ele almalıyız? Tarih derken, insanlığın ilk sitelerini kurup uygarlığı yaratmaya, yazıyı icat ederek arkalarında yazılı bilgiler bırakmaya başladıkları yaklaşık son 5 bin yıllık sınıflı toplumlar sürecini mi kavrıyoruz? Yoksa kendini sürekli yeniden üreten evrensel gelişimin bütünlüğü içinde, güneş sistemimizin ve dünyamızın 4,5 milyar yıllık doğasının ilk temel tek hücrelilerinden bu yana evrimleşen 3,5 milyar yıllık sürecini; bu evrim süreci içinde insanın yaklaşık 2 milyon yıllık tarihi mi kavrıyoruz?

Darwin’in evrim teorisinin büyük yankılara ve tartışmalara yol açtığı 19. yüzyılın ikinci yarısında bu alana ilgi duyan sosyalistler hariç, özellikle 20. yüzyıl komünistleri, sorunu birinci anlamda ele aldılar. Özellikle ülkemizde, tarih bilincini geliştirme üzerine eğitim çalışması dendiğinde, işe genellikle, Zubristki’nin “ilkel, köleci, feodal ve kapitalist” toplumları incelediği eserinin okunmasıyla başlandı. Peki, ya ondan öncesi? Temel Marksist eğitimin dışında, isteğe ve ilgiye tabii bir alan olarak kaldı.

İnsan, içinde yaşadığı toplumsal çevre, doğa ve yakın uzay parçasıyla ilişkiler içinde öğrenir. Öğrendikçe ilgi ve bilgisinin çerçevesi genişler. Karşılıklı etkileşim Diyalektik materyalizm ve tarihsel devrim içindeki bu büyüme süreci, insana elde ettiği bilgiyi kullanarak daha önce hayal bile edilemeyen düzeyde çevresini, giderek uzayı kavrama, düzenleme ve imkânlarından yararlanma yeteneği kazandırır.

Komünistler bu yeteneği ve bunun gerektirdiği bilinç düzeyini yakalayamadıkları sürece, komünizm ülküsü, inanılan bir ütopya düzeyinden kurtulamaz. Bilinç düzeyine yükselemez; tasarlanan bir toplumsal yaşam projesine dönüşemez. Üstelik komünist toplum, sadece ve sadece bundan önceki uygarlıklardan, geçmiş sınıflı toplum düzenlerinden bir sonraki, “sıradaki” olgu olarak algılanmaktan öte bir anlam ifade etmez.

Komünizm “bir sonraki” toplum düzeni değildir. Sanayi uygarlığının gelişiminin bir devamı hiç değildir. Komünizm, evrenin gelişim tarihinin üçüncü büyük nitelik sıçramasıdır. Toplumsal tarihin değil, evrensel tarihin üçüncü devrimidir.

Evrenin cansız temel maddeler ortamında her kütle (yıldızlar, nebulalar, galaksiler) ve her parçacık (atomlar, basit moleküller) bizzat kendi aralarındaki kuvvet etkileşimleri tarafından belirlenen temel evren yasaları çerçevesinde hareket ederler. Bir anlamda bu yasalara bağımlıdırlar, onların dışına çıkmaları düşünülemez. Her yeni parçacık, ya da her yeni kütle, daha öncekilerin yaşam birikimlerinden hiç bir bilgi aktarımı olmadan, bu yasaların bağlayıcılığı altında harekete geçer.

Evrensel evrimin ilk büyük nitel sıçramasının, şimdiki bilgimizle, dünyamızda gerçekleştiğini görüyoruz. Verimli atmosfer koşullarında, inorganik moleküller, birleşerek organik moleküller, onlar da kaynaşarak ilk tek hücreli canlıları oluşturdu. Canlı hücre yine evrenin kendiliğinden hareket yasalarına bağımlıdır. Ancak evrimleşme süreci bambaşka bir organik sistemle hızlanır. Genler, bilginin depolanması ve sonraki kuşaklara aktarılmasının mekanizması olur. Artık yaşam, her seferinde yeniden başlamaz. Nesiller boyu genetik bilgi aktarımı, canlı organizmalar dünyasının hızla gelişimini sağlar. Canlılar bu sefer de, evrim sürecinin genetik yasalarının, gelişim sınırlarının bağımlılığı altındadır.

Bu bağımlılıktan canlılar dünyasını kurtaran ikinci büyük nitel sıçrama, beyin organının gelişmesiyle ortaya çıkar. Beyin gelişimi, artık genetik bilgi depolamasının çok ötesine bizzat o canlının yaşadığı süreçte öğrenme yeteneğini ön plana çıkarır. Beyin işlevlerinin gelişimi, evrimleşme sürecinde sıçramalar doğurur ve bu devrim insanığın ortaya çıkışıyla büyük bir ivme kazanır.

İnsan, öğrenerek çevresiyle uyum sağlar, giderek doğayı kontrol altına alır, ondan yararlanır; hayvanları evcilleştirerek, tarımsal üretime girişerek, aletleri geliştirerek son on bin yılda muazzam bir atılım yapar. Kendi sitelerini, devletlerini ve uygarlıklarını geliştirerek kendi tarihini yazmaya başlar. Öğrenme ve bilgi edinme yeteneği, insanın evrenin hareket yasalarına ve doğanın evrim yasalarına bağımlılığını azaltır; en azından onları sınırlarını aşmanın yollarını açar. Ama uygarlıklar tarihiyle birlikte insan, yeni bir bağımlılığın cenderesine düşer. İnsan, artık kendi tarihinin esiridir.

Uygarlıklar tarihi insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasının tarihidir. İnsan, öğrenme yeteneğini önce kendi dışındaki canlılar dünyası üzerinde egemenlik kurma imtiyazına dönüştürür. Sonra da sıra bizzat kendini egemenlik altına almaya gelir. Kölelik, serflik, ücretli işgücü bu egemenlik ve yabancılaşma sürecinin göstergeleridir. İnsan özel mülkiyetin biçimlerini keşfederek, önce kendini ve giderek tüm dünyayı sömürme yollarını öğrenir. Bizzat kendi tarihi, egemen sınıflara nasıl sömüreceklerini, ezilen sınıflara da nasıl boyun eğmeleri gerektiğini anlatır. Kuşaktan kuşağa aktarılan destanlar, masallar, gelenekler bu yabancılaşmayı dikte eder.

Bu açıdan çağımız, milyarlarca yıllık evrim sürecinin üçüncü büyük nitel sıçramasını önümüze koymaktadır. İnsan, kendi tarihine kölelikten, esaretten kurtuluşun yolunu açacak yeni bir devrimin eşiğindedir. Komünizmin evrimleşme süreci içindeki konumu böyle anlam kazanır. Büyük kardeşlik düzenine yol açacak proleter devrimler de, gerçek anlamını böyle bulur. Proleter devrim, burjuva devrimlerinden “bir sonraki” basamak ya da aşama değildir. Başlı başına ayrı bir dünyaya açılan kapıdır.

Ancak böyle bir devrimle insan, kendini ve doğayı boyunduruğa bağlama, sömürme ve bizzat kendini yok etme batağından kurtulabilir. Bu devrim insanın, sömürme ve özel çıkarını gütme zihniyetinden uzaklaşarak evrenle, doğayla, kendi toplumsal ve bireysel yapılanmalarıyla barışmasının yolunu açar. Evrenin kendiliğinden yasalarıyla insanın bilgiye ve bilince dayanan eylemi arasında büyük uyumun sağlandığı yeni bir tarih dönemine girilir. Marks ve Engels, büyük uyum düzeninin temel noktalarını, çok büyük bir öngörüyle o kadar net biçimde koyarlar ki, aradan geçen 150 yıllık sürecin tüm toplumsal ve bilimsel gerçekleri tarafından tekrar tekrar doğrulanır.

“İnsanlar, gerçek komünizmde, bencil erekler izlemekten vazgeçeceklerinden, kişisel mülkiyet isteği ve onunla birlikte bireyler arasındaki karşıtlık da yok olacaktır. Birey ile toplum arasındaki karşıtlık da yok olacaktır. Birey ve toplum arasında bir birlik kurulacak ve bu da toplumun karşıt sınıflar biçimindeki bölünüşünün yok edilmesi aracıyla, sınıf savaşımınlarının ve egemenlik ve baskı aygıtı olarak, devletin kalkışına yol açacaktır.”

“Aynı zamanda ailesel ilişkiler de, kaba komünizmindeki gibi, kadın ortaklığı araçlarıyla değil, ama evlilik, onda karşılıklı bir zenginleşme bulacak olan özgür varlıkların birleşmesi durumuna geleceği için, dönüşecektir.”

“Artık yarattığı nesnelerle yabancılaşmayan insan, kendi emek ürününde kendini bulacaktır. İnsan varlığının üretim içinde somutlaşması ile doğa, onun için dış ve yabancı bir dünya olmaktan çıkacağından, insanileşecek ve insan, emeği ile, öteki insanları kendi yapıtları aracıyla zenginleştirirken, kendi de öteki insanların yapıtları aracıyla zenginleşerek iyiden iyiye toplumsallaşacağından, kendi kendisi ve topluluk ile barışacaktır.”

“İnsanın yeniden insanlaşması, tüm yabancılaşmaların kaldırılmasını gerektirdiğinden, sadece maddi yabancılaşmalar değil, ama başta din olmak üzere ideolojik yabancılaşmalar da, komünist toplumda kaldırılacaktır. Özel mülkiyetin insanı uyruklaştırdığı maddi bağımlılığın kaldırılmasına, dinin uyruklaştırdığı tinsel bağımlılığın kaldırılması eşlik edecek; birincisi komünizm, ikincisi ise tanrının yadsınması aracıyla, insana kendi gerçek doğasının bilincini veren tanrıtanımazlığın yapıtı olacaktır.”(Marks, 1844 El Yazmaları)

Bu kapsamda komünizme açılan proleter devrim, ne salt toplumsal ve politik devrimler çerçevesine sığdırılabilir, ne de kendinden önceki toplumsal devrimlerin bir devamı, onlardan sonraki “bir aşama” olarak kavranabilir. Diyalektiğin temel yasası uyarınca proleter devrim, inkârın inkârı niteliğindedir. İnsanı inkâr eden, onu doğallığından koparıp köleleştiren sınıflı uygarlıklar tarihinin inkârıdır. İnsanın kendi tarihinden kopuşu, kurtuluşudur. İnsan evrensel geleceğini, bilincini tarihine bağımlı kılarak değil, tersini yaparak kuracaktır.

Devrimin bilimsel ve sınıfsal niteliği

Sözü edilen Marksist tarih bilinci temeline dayanan Ekim Devrimi’nin zaferinden bu yana, verili konjektürel koşullar, taktik ihtiyaçlar, “somut şartların somut tahlili” adına üretilen ara stratejiler günümüzde kadar, komünist harekette, Marksist tarih bilincinin giderek körelmesine, “reel sosyalizmin” dönemsel politikalarının sığlaşmasına yol verdi. Komünistler nihai hedeflerini dünya proletaryasına ve emekçi halklarına açıklama çabalarını bir kenara bıraktılar. Onun yerine “cephe taktikleri”, “ileri demokrasi”, “toplumsal ilerleme” ya da “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” gibi “ara aşama” tartışmaları arasında, giderek bilinçlerini köreltip sıradanlaştılar. Diğer bir deyimle, uygarlık tarihini yadsıyarak yeni bir çağa geçişi sağlayacak devrimin öznesi olma konumundan, uygarlık tarihinin önde koşturan nesneleri olma konumuna düştüler.

Ancak, sanayi uygarlığının çıkışsızlığı ve batağında, yeni bir mayalanma sürüyor, yeni bir kalkışmanın dinamikleri adım adım gelişiyor. Yeni devrim süreci iki sağlam ayağa dayanacak: bilimsel temel ve sınıfsal temel.

Uygarlık tarihi sürecinde bilim kendiliğinden gelişen, doğal seyrinde ilerleyen bir olgu değil. Bilim de tarihin bağımlılığı altında. Sınıflı toplum düzenlerinin temel kafa yapısı, egemen sınıfların bilime kendi öznel çıkarları yönünde müdahalesi, engellemeleri ve iktidar güdümü, bilimsel ve teknik gelişmelerin üzerinde bağımlılık sağlayan etkenler. Tarih boyunca bu baskılara karşı bilim ve felsefe alanında verilen özgürleşme mücadeleleri, toplumsal ve politik kurtuluş mücadelelerini besler ve karşılıklı olarak onlardan güç alıp sıçramalar yapar. Aydınlanma çağıyla burjuva devrimler arasındaki karşılıklı etkileşim, bunun en açık örneğidir.

Aynı şekilde her sınıflı toplum düzeni, bilime ve tekniğe kendi karakterine ve zihniyetine uygun bir bakış kazandırır. Toplumlar içinde bulundukları maddi üretim hayatının ve sınıf ilişkilerinin gelenekleştirdiği bakış açılarıyla, bilim ve tekniği algılarlar. Kafalarda gelenekleşen kalıplar bilgi üretimini şekillendirir, üretilen bilgi de geleneği pekiştirir. Bunun dışına çıkıldığında, egemen sistemle ve onun kültürüyle çatışma çıkar.

Hangi açıdan bakarsak öyle algılarız; nasıl algılarsak öyle kavrarız; nasıl kavrarsak öyle biliriz. Özel mülkiyete dayalı toplumlarda bilgi üretimi, daima bu sübjektif baskının altında çarpılır ve gelişimi yavaşlar. Egemen sistemin çerçevelerine sığmayan yeni gözlem ve buluşlar sürekli baskı altındadır ve genel bilgi teorisinin, bilimsel felsefenin içinde hak ettiği yeri bulmazlar.

Sanayi uygarlığının çürümesine karşın, emperyalist hegemonyanın tüm dünyayı kapsadığı bugün, söz konusu çelişkiyi fazlasıyla yaşıyoruz. Özellikle son yüzyılda yapılan onca bilimsel gözlem, buluş ve üretilen bilgi, emperyalist egemenlerin dünyaya hükmetmek için ihtiyaç duydukları ideolojik çerçevenin, dini inançların, tüketim kültürünün sınırları içine tıkış tıkış doldurulup, iğdiş ediliyor. Üretilen bilgi bu sınırlar içine sığmıyor, bu ideolojiyle bağdaşmıyor. Bir üst düzeyde üretilip bilimsel felsefeye ve dünya görüşüne dönüştürülemiyor. Aydınlanma Çağı öncesinden daha şiddetli bir bunalım yaşanıyor. Ama şimdi engizisyona gerek yok. Tekelci kapitalistler bilim üzerinde mali giyotini, parayı kullanıyor.

Yaşanan bu “bilişim” bunalımında, dünya komünist hareketinin sorumluluğu büyük. Son yüzyılın tüm bilimsel buluş ve gözlemleri diyalektik materyalizmin gelişip pekişmesini sağlayacak nesnel bilgiler üretti. Ama komünist hareket materyalizmi bu yeni bilgilerle yeniden üretme çalışmasından uzak durdu.

Diyalektik materyalizm geçmişin değil, geleceğin felsefi dayanağı. Bir kalıp değil. Komünist toplumun oluşumuna kadar hem bilimsel gelişmelerden, hem de sınıf mücadelelerinin deneylerinden beslenerek gelişecek ve olgunlaşacak felsefi disiplin. Marks ve Engels, diyalektik materyalizmin ilkesel temellerini attıklarında, dayandıkları bilimsel temel çok zayıftı. Öngörülerine cesaretle güvendiler, atılım yaptılar. Bilim tarihinin gelişimi onları haklı çıkardı. Biz ise, bırakın cüreti ve öngörüyü, elimizin altında hazır üretilmiş yeni bilgileri öğrenip, bilimsel muhakeme değirmeninde öğütüp, diyalektik materyalizmi yeni ve daha somut temellerde geliştirme görevimizi yerine getiremiyoruz.

Kuşkusuz, bu görevi artık yeni ve genç nesil üstlenebilir. Çünkü artık, komünist geleceği üretme mücadelesi, dünyaya ve evrene yeni bir bakışla bakabilecek, uygarlıklar tarihinin kalıplaşmış bakışları ve gelenekçi kafalarından rahatlıkla kopuş yapabilecek, yeni tip bir insana ihtiyaç duyuyor. Diyalektik materyalizm de, bu yeni neslin kuşanacağı ve hakkını verebileceği bilgi kuramıdır.

Yeni ve genç nesil ihtiyacını iki örnekle somutlaştırmaya çalışalım. 20. yüzyılda, fizik biliminde iki önemli sıçrama yaşandı: İzafiyet (Görelilik) teorisi ve Kuantum fiziği. Bu iki bilimsel kuram insanın evrene gelenekçi bakışını kökten sarstı. Tarih boyunca, dışındaki dünyayı ve evreni üç boyutlu ve statik olarak algılayan insan, artık kendi dışını dört boyutlu, dinamik, eğri-büğrü bir uzay-zaman olarak algılamalı. Algılama yetisini değiştirmek kolay mı? Bunun için yeni nesiller gerekli; geleneklerin, alışılmışın aşılması lazım. Dört boyutlu uzay-zamanı, ya da gelecekte bir beşinci boyutu algılayamayan insan, “ben Marksistim” dese neye yarar?

İkincisi, insan maddi yaşamı içinde, görme ve diğer duyularına dayanarak dış dünyayı kavrar, anlar. Her yeni gözlem aracı insanın kavrayış yeteneğini geliştirir. Bugüne kadar insan çıplak gözle gökyüzüne baktığında, geceleri dingin, huzur içinde bir yıldızlar kubbesi ve ay gördü. Gök ona huzur, ilahi dinginlik, bilinmeyenin gizemini algılattı. Bu algılama, insanın felsefi üretiminde etkili oldu. Çıplak gözle göğü algılayan insan, Tanrı’yı ve onun kerametini hissetti. Merkezinde dünya olan bir gökyüzünü, kendi Tanrı’sına yarattırdı. Galileo teleskopu icat edip göğe bakınca, gerçek değişti. Teleskoplar büyüdü, yaygınlaştı ve bu süreçte önce güneş sistemimiz, sonra samanyolu galaksimiz, 1920’den sonra da çok uzaklardaki yüz milyarlarca galaksi keşfedildi, algılandı. Her yeni bakış, yeni bir algılama ve yeni bir felsefi boyut getirdi.

Şimdiki yeni nesil ise, evrene yalnızca optik teleskoplarla değil, radyo teleskoplarla, kızıl ötesi, X-ışını ve gama ışın teleskoplarıyla bakıyor. Üstelik 1980’lerden bu yana bu teleskopların çoğu uzayda yerleşmiş durumda ve 12 milyar ışık yılı mesafesine kadar görüş yetenekleri var. Gözle görebildiğimiz ışık bandında değil de, diğer bantlardan evrene baktığımızda, sakin, dingin göz kırpan yıldızlar gidiyor; yerini sürekli patlayan, enerji ve gaz jetleri salan sürekli ışınım değiştiren, mahşer gibi bir evren alıyor. Yeni nesil göğü böyle görüyor; diyalektiğin sürekli hareket, değişim, nitel dönüşüm, zıtların birliği, inkârın inkârı vb. yasalarının gözleri önüne serildiğini seyrediyor. Bu neslin kafası klasik, gelenekçi, alışkın kafalardan çok daha farklı çalışacak ve farklı kavrayacak.

Uygarlıklar tarihinden kopuş ve insanın bilinçli, kolektif eylemi üzerinden yeni bir çağa geçiş için, tarihimizin ve köklerimizin bize empoze ettiği, içselleştirdiği köhnemiş bakışları, inanılan “doğru”ları, alışılmış zihniyetleri, egemenlik ve köleliği temsil eden gelenekleri, hiyerarşi ve alt-üst merakını, elimizin tersiyle bir tarafa itme bilincini ve iradesini göstermemiz gerekiyor.

Yeni tarih, komünist gelecek, odağında emekçi, üreten insanın bulunduğu tamamıyla bilinçli bir eylemin ürünü olacak. Evrensel gelişimin tüm dönüşümlerine ve hatta son olarak feodalizmden kapitalizme geçişe de damgasını vuran kendiliğinden, evrimci yolun, bizim devrimimizde hiçbir yeri kalmadı. Evrenin maddi yapılanmasıyla, insanda somutlanan bilinç arasındaki etkileşim, kendiliğindecilik düzeyini aştı. Marksistler, son yarım yüzyıldır içine düştükleri rehavete, “nasıl olsa komünizm, tarihsel gelişimin zorunlu sonucudur” şeklinde özetleyebileceğimiz, determinist mistisizme artık son vermek zorunda.

Komünizm “nasıl olsa” gelmeyecek. Ya komünizm proletaryanın ve emekçi halkların bilinçli ve örgütlü eylemiyle gerçek olacak ya da emperyalist kapitalizm, kendi uygarlığıyla birlikte insanlık tarihini de sona erdirecek. Seçim sizin.

Proletaryanın tarihi işlevi

Bu açıdan bakıldığında, devrimin sınıfsal niteliği üzerine yeni belirlemeler yapma imkanı doğuyor. Devrimin temel sınıf dayanağı proletaryadır demek yetmiyor. Neden proletarya? En çok sömürülen, artık diğer üreten, yoksullaşan sınıf olduğu için mi? Bu temele dayandırılan politik bilinç, her seferinde yarı yolda kalıyor. I. Dünya savaşı sonrasında, Ekim Devrimi’nin ardından gelişen Avrupa devrimleri yarı yolda kaldı. Bunun temel nedenlerinden biri olarak, emperyalist metropol burjuvazisinin, sömürge ve yarı sömürgelerden elde ettiği muazzam gelirin bir kısmını, kendi ülkesinin işçilerinin yaşam koşullarını iyileştirmek, sendikal ve politik önderlerini satın almak için kullandığı belirlemesi, Komintern tarafından yapıldı.

Aynı dönemde, İngiliz devlet adamı Lloyd George da aynı şeyi söylüyordu: “Evet, emperyalist olmak zorundayız, çünkü kendi işçilerimizi doyurmamız lazım. Siyaset ekmek peynir işidir!”

Teorileşen bu gerekçe bir dipsiz kuyudur. Dünyada emperyalist metropoller olduğu sürece, yeni sömürge ülkelerin kaynakları ve artık değer fazlaları, giderek artan oranda metropollere akacak ve işçiler bundan pay alıp karınları doydukça, devrim bir hayal olacak! Bu zihniyetle hala bekliyoruz. Bekledikçe bu teoriye daha bir bağlanıyoruz. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor: işçilere materyalist tarih bilincini taşıma yerine, yoksulluk edebiyatı üzerine ücret mücadelesini körüklüyoruz; sendikalizmi kendi ellerimizle besliyoruz. Politik mücadelede ekonomizm ve kendiliğindenciliğe kayıyoruz. Sonra da “Kahrolsun sendika ağaları” diye bağırıyoruz!

Atilla İlhan’ın 1980 ortalarında, yaptığı bir vurgu vardı: “Türkiye işçi sınıfının dörtte üçü hala burjuvalaşma çabası içindeyken, Türk-İş yönetiminin nasıl olmasını bekliyordunuz?”

İşçi sınıfı yoksullaştığı, aç kaldığı, zulüm gördüğü için devrime yönelmeyecek. Devrim “aç sınıfın laneti” değil. Tarihsel gelişimin sınıfa yüklediği toplumsal ve politik işlevin bilince çıkarılmasıdır önemli olan. Proletarya, insanlığı sanayi uygarlığının çürüyen bataklığından kurtarıp, daha üstün bir toplum düzeyine taşıyabilecek, özel mülkiyet temeline dayanmayan, bilinçli ve örgütlü eylemi en üst düzeyde üretebilecek bir sınıf olduğu için ve bu gerçeğin bilincine ulaştığı ölçüde, devrime öncülük edecek.

Bu yaklaşım, komünistlere, işçi sınıfı içinde, materyalist tarih bilincini üretme çalışması görevini yüklüyor. Bu görev yerine getirilmeden, ekonomik ajitasyon, sendikalizmden ve vulgarizasyondan başka hiç bir sonuç getirmez.

“Burjuva” kavramının “işveren”den nasıl bir farklı anlamı varsa, “proleter” kavramının da “işçi”den farklı bir anlamı var. Proleter, sınıf olarak kendini tanımış, tarihsel işlevinin bilincine ulaşmış; kendini ayrı bir sınıf olarak örgütleme düzeyini yakalamış emekçidir.

İşçinin proleterleşmesi, kendini burjuvaziden ayrıştırabildiği kadar, kendi geçmişinden, tarihsel kökeninden, ata ocağının zihniyetlerinden de ayrıştırabilmesine; yeni bir yaşam biçimi, yeni bir kültür ve bilime dayanan bir kafa yapısını üretebilmesine; örgütlü eylem içinde bu yeni kimliğiyle yer almasına bağlıdır.

Sanayi uygarlığının bugünkü düzeyinde, burjuvazi üretim pratiğinden tümüyle el çekip asalaklaştığı ve rantiyeleştiği için üretimin tüm alanlarında, en teknik aşamalarında bile, işin başında işçi ve teknisyen var. Beyaz yakalılar dâhil tüm emekçiler, yaşamın üretimini ve bunun bilgisini ellerinde tutuyorlar. Ancak kapitalizm, üretim çemberinin daha üstünde oluşturduğu teknik ve bilimsel kurumlarla, işçi sınıfının yaptığı işin ötesinde, tüm sürecin bilgilenmesine ve planlanmasına katılımını engellemeye çalışıyor. Bu çelişki işçinin üretim sürecine ve ürüne, genel ekonomik ve teknik planlamaya, bilimsel gelişmelere yabancılaşmasını doğuruyor. Proletaryanın aydınlanma, bu yabancılaşmayı aşma yolunda bir eğitim çalışması ihtiyacı var. Her proleter, en azından ülkemizin toplumsal üretim, ulaşım, yatırım ve planlama sorunlarına vakıf olabilmeli, daha bilimsel çözümler üretebilmeli.

Proletaryanın çağdaş, bilimsel ve örgütlü çalışmasının önündeki diğer bir büyük engel de onu geçmişine bağlayan köylü gelenekleridir. Lenin’in Kültür Devrimi üzerine yazılarında vurguladığı gibi, proletaryanın burjuvaziyi alt etmesi kolaydır. Ama kendi saflarındaki köylülüğü, kendi içine sinmiş köylü zihniyetini, kendi köylü tarihini aşabilmek ve yeni sosyalist insan tipini üretebilmek, çok daha zordur. Marks-Engels çağında, serbest rekabetçi kapitalizm sürecinde proletaryanın derdi başkadır. Köylülük bir küçük-burjuva katman olarak, henüz gelişen burjuvazinin yanındadır, proletaryanın devrimci ayaklanmalarının karşısındadır. 1831-48-70 devrimlerinde burjuvazi, proleter başkaldırıyı köylülüğün desteğiyle ezer. Marksistler nettir: Köylülük karşı-devrimcidir, proleter hareket daha saftır.

Lenin tekelci kapitalizm çağında nesnel koşulların değiştiğini, kapitalizmin kırlarda da güçlenmesiyle köylülüğün çözüldüğünü, zenginleşen köylünün burjuva saflara, mülksüzleşen köylünün devrim saflarına doğru ayrıştığını vurgular. Artık sorun daha karmaşıktır. Mülksüzleşen ve çözülen köylülük proleter devrimine hem güç katar, hem de dağ gibi sorunlar yükler. Öyle ki, Ekim Devrimi’nin zaferinden yarım yüzyıl sonra bile köylülük, tarım ve kolhoz problemleri SBKP’nin en temel sorunu durumundadır. Kruşçev’den Gorbaçov’a SBKP genel sekreterlerinin çoğu, tarım alanında uzmanlıktan gelirler.

Köylünün tarihin karanlıklarından taşıyabildiği tüm gelenek, zihniyet, dar kafalılık, çıkarcılık, yaltakcılık, despotik alışkanlık vb. sosyalist devrimin gelişim sürecinin orasından burasından filiz vermeye başlar. 1917’nin 2 milyonluk Sovyet proletaryasının, 100 milyonluk köylü kitlesiyle baş edebilmesi gerçekten çok zordur. Bolşevik Partinin bilinç ve örgüt düzeyi olmasa, buraya kadar bile gelemezdi.

Demokrasi ve çoğulculuk mu kolektivizm mi?

Marksistler geçen yüzyılda proletaryanın devrimci atılımlarının pratiğinde “kolektivizm” kavramını ürettiler. Diyalektik anlayışla bunun bilimsel temellerini koydular. Proleter kolektivizmin egemen sınıflar tarihinin ortaya koyduğu en ileri demokratik örgütlenmeden daha gelişmiş olduğunu iddia ettiler. Demokrasi kavramının egemen sınıflar için demokrasi içerdiğini, sömürülen sınıflara ise diktatörlükten başka anlam taşımadığını ispat ettiler. Proletaryanın “kolektivizm” kavramı burjuva “demokrasi” kavramı üzerinde kesin bir ideolojik üstünlük kurdu. Paris Komünü bunun ilk göstergelerini sağladı. Ekim Devrimi’nden sonra Lenin göğsünü gere gere tüm insanlığa çağrı yapıyor, Sovyet ülkesine gelmelerini, en ileri burjuva demokrasisinden çok daha gelişmiş olan, proletaryanın kolektif toplumsal ve siyasal örgütlenmesini yerinde görmelerini istiyordu. Halklar yüzünü proletaryanın kolektivitesine çevirmiş, burjuva demokrasisi gölgede kalmıştı.

Ancak, 70 yıllık sosyalist kuruluş mücadelesi, toplumun, ekonominin, siyasetin ve tüm kültürel hayatın örgütlenmesinde öyle bir seyir izledi ki, sonuçta kolektif-merkeziyetçi anlayışın merkeziyetçi ayağı her gelişme ve oluşuma damgasını vurdu. Kolektivizm lafta kaldı. Aynı dönemde burjuva kültür emperyalizmin globalleşme stratejisi uyarınca tüm kıtalara saldırıya geçti. Metropol kapitalizminin nimetlerinden yararlanan Batılı ülkeler, II. Dünya savaşından sonraki ekonomik güçlenmeleri temelinde parlamenter demokratik sistemlerini yerli yerine oturttular. Ve kaynak sömürüsünü azgınca sürdürmek için askeri darbeleri ve faşist diktatörlükleri bizzat örgütledikleri az gelişmiş ülkelere de, büyük bir yüzsüzlükle, kendi “demokrasi”lerini örnek gösterdiler.

Burjuva ideolojik saldırı ağır bastı. Komünistler sosyalist kuruluş sürecinde insanın özgür ve kolektif gelişiminin sağlanamamasının nedenlerini araştıracaklarına, yeniden üretim çabasına gireceklerine, kolay yolu seçmeye başladılar. Kendi tarihsel kavramlarını ve onun ifade ettiği değerleri bir kenara bırakıp burjuvazinin revaçta olan kavramlarını ödünç alıp, onlarla burjuvaziye karşı politik mücadeleyi sürdürmeye kalkıştılar. “Demokrasi” ve “çoğulculuk”, bu kavramlardan yalnızca ikisidir.

Burjuva kavramlarla burjuvaziye karşı ne politik, ne de ideolojik kavga verilebilir. Marksist-Leninist öğreti bir bütündür ve tüm kavramlar çağın bilimsel anlayışıyla, sınıf mücadelesinin pratiğinden üretilir. Bunlar değişen çağla, gelişen yeni bilimsel anlayışlarla hem geliştirilebilir hem de gerekirse değiştirilir. Ama ileriye doğru. Geriye, burjuva kavramlara doğru değil.

Burjuva kavramlar, ülkemiz sosyalistlerince de fütursuzca kullanılabiliyor. Ama yine günümüzde, çağdaş bilimlerin yeni gözlemleri, diyalektik materyalist anlayışın ürettiği “kolektivizm” kavramının, maddenin özünde, temel parçacıkların ilişki biçimlerinde ya da evrensel yapıların etkileşiminde nasıl üretildiğini, nasıl yansıdığını gözler önüne seriyor. Evren ve doğa, kolektivizm üretiyor, işleyişinde temel alıyor, bilim bunu gözlüyor. Marksistler ise kolektivizm kavramından kaçıyor.

Bu çelişki, birçok yazıda vurguladığımız, dünya solunun, bilimsel üretim temelinden koptukları, diyalektik materyalist anlayışı donuklaştırdıkları, salt politik ve konjonktürel düşünerek sıradanlaştıkları, bu nedenle emekçi sınıflar içinde bile ideolojik etkilerinin zayıfladığı gerçeğinin somut bir göstergesidir.