Komün Dergi olarak Hikmet Acun ile yeni bir röportaj yaptık. Bu röportajımızda 21. yüzyılda devrimciliği, örgüt sorununu, toplumsal dinamikleri ve diyalektiği konuştuk. Tüm bu konuları konuşurken de yabancılaşmadan, bilimden, yaşamdan, sınırlılıklarımızdan ve umutlarımızdan söz etmeyi ihmal etmedik. Hikmet Acun tüm bu meselelere ilişkin kısaca “Kim aksini iddia edebilir ki belki de dünyanın devrimci yılları bir adım ötemizde.” diyor ve “Çünkü maymun iyilikler dünyasında yaşamak istiyor ve çok acı çekiyor.” diye ekliyor. Keyifli okumalar dileriz…
Devrimci hareketlerde genel olarak sanki geçmişe yaslama ve kendini hep geçmiş referanslarıyla açıklama gibi bir var olma hali var. Marksizm, Leninizm, Maoizm vb. fikri sistemlerle kurulan ilişki de bu var olma halini sürdürülebilir kılma çabasının ideolojik işlevine sahip. Bu var olma hali de hep bir “sanki” korkusunu içinde taşıyor. Bu “sanki” hali bir yanılsamayı da korkuya dönüştürüp, özneyi zamanın içine girmesini engelliyor. Sizce bu “bağlanma” halini bir sorun olarak nasıl düşünmek gerekir?
Öncelikle okuyucularımıza sevgi ve iyilik dileklerimizi sunalım.
Bundan birkaç yüzyıl evvelki zamanların içinde olan insanlar, sınıflar bizim yaşadığımız ve deneyimlediğimiz zamanı deneyimleyebileceklerini hiç düşünmediler. Onlar kendi zamansallıkları içinde meydana gelen olayları ve bunların algıları içinde bir var olma halini yaşadılar. Bunun böyle olması onların kendi zamansallıklarını aşan tahayyüle sahip olmadığı anlamına gelmez. Ancak deneyimlenen zamanın bir fark yarattığının da altını çizmek gerekir. Tarihte ortaya çıkmış düşünceler, bunları temsil eden figürler, kendilerinden sonraki çağları etkileyebilecek yetkinliğe sahip olsa da bir sonraki zamanlarda ortaya çıkan fikirler ve arayışlar, onlardan da etkilenerek kendi zamanının ruhuna uygun biçimler alıp dile gelir ve belli bir durum altında fiile dönüşür. Böylece yeni hareket biçimlerine mahal verir. Bu zamanda var olmanın, zamanın işleyişinin diyalektiğidir. Bunların hepsi bildik şeyler. Bizde kendi zamanımızı deneyimliyoruz, o zamanın içinde meydana gelen toplumsal ve sınıfsal ilişkileri deneyimliyoruz, o zamanın içinden kendi varoluşumuza ayna tutuyor ve kendimizi anlayabilecek görme biçimleri arıyoruz. İdeolojik formlar, bu görme biçimimizin bir parçası, ancak zamanın içinde olmak, var olmanın koşulu olduğuna göre fikirleri tutuculaştırmak yerine, onları hak ettiği yere koyarak, zamana uygun, bizi hem fikri olarak, hem fail olarak mümkün kılacak arayışlara yönelmek daha doğru gibi. Bu durum öznenin organize olma hali olan örgüt biçimleri ve o örgüt formları için de geçerli.
Mevcut kolektif algının içinden dışlanırım gibi kendini kurma hali var
“Sanki” meselesinin üzerinde de biraz durmakta fayda var. “Sanki” ile fikirleri tutuculaştırma arasında bir ilişki var ve bu ilişki, devrimci hareketlerin paradoksu durumundadır. Her şeyi envanterinde hazır olan ve bütün hareket biçimleri için geçerli imgesel ve kavramsal bir zaman anlayışına sahip. Bu kendini kurma biçimi bir tutarsızlık ve bocalama da oluşturuyor. Çünkü bu var olma hali büyük oranda ideolojik imge ve kurgulara dayanıyor. Kendini bu kurgularla doğrulama çabasında olma gibi bir avuntu da üretiyor ve özneyi mümkün olan yeni hareket biçimlerini aramadan da mahrum bırakıyor. “Sanki” bir korku; kopmaktan korku üretiyor. Böylece onun fikri dünyasını ve var olma halini biçimlendiren ideolojik formu uhrevileşerek, dışsallaşıyor ve dış sese dönüşüyor. Aslında bu durum bir zihni yabancılaşmayı da üretiyor. Burada sorun, bu ideolojik bağlanma halinde olan ‘devrimci özne’nin bunun farkında olmaması. Olmamasından öte, “sanki” mevcut kalıplardan koparsam kolektif algının içinden dışlanırım gibi kendini kurma hali var. Geçmişe yaslanma meselesi de kendi içinde oldukça sıkıntılı. Geçmiş dediğimiz şey, kronolojik olaylar zinciri değil. Bizi, bugünümüzü ilerletecek deneyimler birikimidir. Geçmiş, bir deneyim olarak işlevli olduğu sürece, devrimciliği ilerletici olur. Ancak, ‘şimdiki zaman’ın, “geçmiş zaman” olmadığını anlamamız gerekir. Burada ifade ettiğim şeyler de bildik şeyler. Bu tartışmaların bir ‘hatırlama’ olarak devrimci hareketlerin, dalga hareketleri olarak yükselme, yayılma yıllarında değil de daralma, sönümlenme çizgisinde tutunma dönemlerinde tartışma konusu olması da manidar. Burada daha vahim olanı ise; her bir devrimci öbeğin, kendi varoluş koşullarını, kendi ‘anı’larında, kendi ‘geçmiş’inde araması ve o geçmişi ideolojik yad etmeye dönüştürerek, bugününü sürdürebilir kılmasıdır. Burada zikrettiğim, büyük devrimci emeğin, o emeği meydana getiren faillerin yok sayılması değildir. Burada soru şu; mevcut ‘gelenek’, mevcut örgüt formu, formasyonu, düşünce biçimi bizi geliştirmeyip, sürekli daraltıyorsa bu demektir ki şikayet ettiğimiz şey, boğuştumuz şey, bizzat kendimizden başkası değil. O halde kendi cürümümüzü, yetersizliğimizi, mevcut bizi yok sayarak bir tartışma yapamayız. Arayışımıza engel olan nedir sorusunun cevabı; hiçbir şeydir. Ancak arayışımızın engeli kimdir sorusunun cevabı ise; biziz. Biz zamanın ruhunu yakalamak için arayışlara girdiğimiz anda kendimizi yıkmakla mükellef olduğumuzu idrak etmek durumundayız. Bu, hareket halinde olan insanın kendini hem bir fail hem de bir eylem alanı olarak görmek durumunda olmasının diyalektiğidir. Biz bir şeyi düşünce konusu yaparken, onu zihnimize kurup, yıkarken, kendimizi yıkar, kurarız. Öyleyse dünyaya ve olaylara dönük yaptığımız konuşma ve değerlendirmeler dış ses değil, kendimize yaptığımız, kendimizi muhatap kıldığımız iç sestir. Bu iç sesin izini sürmek, bu iç sesle, zaman arasında tutarlı ve cüretkar ilişki kurmak bizi kopuşa götürecek yegane yoldur. Zamanın akışı, bir sonraki anı, bir sonraki olayları, bir sonraki algıları ve bunlar tarafından biçimlenmiş fikirleri, bizi hem gelecek hem de geçmişe dönük durmaksızın inşa eder. Demek ki hareket halinde olan dünyanın içinde özne demek, durmaksızın inşa hali demektir. Bu durum varlık ve zaman ilişkisinin de diyalektiği değil midir?
Peki devrimci hareketler neden kitleselleşemiyor. Sorun yalnızca yukarıda zikrettiğiniz öznenin mevcut haliyle mi sınırlı? Diğer yandan dünyayı değiştirme, devrim örgütü olma iddiamızla nicel varlığımız arasındaki boşluk her devrimci hareketin boğuştuğu -hatta altından kalkamadığı- bir sorun. Tam da bu noktada; neden arzudaki, tahayyüldeki örgüt biçimlerine kavuşulamıyor? Bunun üzerine biraz duralım mı?
Bu soruların muhatabı örgütlü mücadele yürüten, örgüt sorunuyla boğuşan kardeşlerim, yoldaşlarımdır. Ben dışarıdan ahkam kesmek istemem. Önce onların hakkını teslim edeyim.
Ben iki şeyi birbirinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi; kendimizin, devrimci örgütün ideal organize olma hali ile kitlelerin organize olma halini birbirinden ayırmak gerekir. Kitlelerin ideal oraganize olma hali diye bir form, hareket biçimi yoktur. Çünkü kitle, sınıf hareketi tasarlanabilir değildir. Yani toplumsal hareket biçimleri imgede kurtulabilir değildir. Doğası gereği hareketi neyin tetikleyeceği, tetiklense bile kitlelerin öngörülendeki gibi hareket meydana getireceği garanti edilebilir değil. Kaldı ki ideal(de) bir kitle hareketi de yoktur. Devrimlerde idealdeki kitle ya da sınıf hareketinden doğmaz. O hareket biçimleri verili çelişkilerin, çatışmaya dönüşmesiyle duruma dönüşür. Kitleselleşmek demek, toplumsal sürtünmenin bin bir biçimini, kırılganlık alanlarını, çelişki eğilimlerini görmek ve içine mevzilenmek demek olduğunu düşünüyorum. Burada sorunumuz var; sorunumuz nicel olarak belli bir kitleye sahip olmak ya da belli bir kitleye hükmetmekse buna odaklanırsın, buna uygun çaba sarf eder, akıl kurarsın. Zikrettiğim sorun burada yıkıcı biçimde kendini gösteriyor; sorun arzunun kitleye hükmetmekle şartlanmış olması biryana bunun karşılığının makro siyasetçiliğe, olay değerlendirmeciliğe indergenmiş olmasında yatıyor. Bir yandan kitle ile hükmetme ilişkisi üzerine kurulan akıl ve arzu var; bir yanda da o kitleyi genelleştirerek, dış sese çağırma var! Bu durum yalnızca kitle bağlamıyla sınırlı değil, sınıfla kurulan ilişki de belli çabaları saymazsak, bir dış ses ilişkisi. Burada kaçamayacağımız bir gerçeklik bizi zorluyor; “Ben kimim?”. Burada dış ses halimiz ile sınıf ya da kitle hareketlerine duyduğumuz arzu arasında bir varoluş sorunumuz var. Kitle, artı sınıf, artı kadın hareketleri, artı çevre, artı gençlik vb. tüm hareketler bir beklenti, bir olabilirlik olarak olarak işliyor. Bu hareketler bir gerçeklik olarak, bir eylem biçimi olarak meydana geliyorsa zaten kendi dinamiklerine sahiptir. Soru tekrar karşımıza çıkıyor; “Ben kimim?”. Dış ses mi, yoksa bu dinamiklerin volanlarına kayışı takacak özne mi? Kitle hareketleri biz ‘çağırdığımız’ için meydana gelmez, biz onlara politik hareket biçimleri önerdiğimiz için meydana gelmez, onlar kendi iç çelişkileri, iç kopma nedensellikleriyle hareket biçimlerini meydana getirirler. Devrimcilik ise bu çelişkileri krize dönüştürmek için bizzat o çelişki alanlarında varoluşunu kurmakla mümkün olur diye düşünüyorum.
Biz “profesyoneller”, onlar adına düşünmek gibi bir konuma sahibiz
“Ayrıca ideal devrimci bir örgüt var mıdır?” sorusu da baki… “İdeal devrimci örgüt nedir?” sorusunun cevabı “ideolojik doğruluk” ise o zaman devrimcilik, ideolojik temsil demektir. Zaten meselemizde burada oldukça ironik hal alıyor. Devrimci örgütü görme biçimimiz, bir hareket hali, bir akışkanlık, bir anın içinde olma hali değil de ideolojik doğrulanma ve “diğerini” doğrula(mama) olarak işletiliyor. Bu işletimle yapı-kişi ilişkisi inşa ediliyor ve buradan da bir grup ruhu kuruluyor. İş çıkmaza gelince bu suni kurgu birden tersine dönüyor ve herkes “sosyalist”ler oluyor. Eğer “herkes sosyalist” ise sen neden kendini ideolojik doğru ve o doğruyu temsil üzerine kurdun? Bu mesele “ben yoğurdu böyle yerim” demek kadar basit değil çünkü kendine dair bir iddia taşıyorsun. Bu iddia ile kendi varoluş koşullarını mümkün kılmaya çalışıyorsun. Bunlar bizim konuşmamız gereken sorunlarımız. Eğer idealdeki işçi sınıfı kendini örgütlemiş olsaydı, profesyoneller örgütü değil de sınıf kendi ruhundan bir örgüt yaratmış olsaydı; “Onların zihni dünyaları bizim zihni dünyamız gibi mi şekillenirdi?” sorusunu önermememiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz “profesyoneller”, onlar adına düşünmek gibi bir konuma sahibiz! Onları temsil etme gibi bir iddia-konum arama ilişkisi içindeyiz. Bu çok kırılgan ilişki bizi anlamsız bir konuma da sürüklüyor, dış sese dönüştürüyor. Dahası var; kendimizi amaçlaştırıyoruz ve böylece özne; amaçlaşmış ‘şey’e dönüşerek, farkında olmadığı bir yabancılaşma halini alıyor. Burada soru bir kez daha karşımıza çıkıyor; “Ben kimim?”.
Bunları söylerken, ima değil; bir çağın, bir tarih aralığının insanının, devrimcisinin arayışları, kendisiyle kavgası olarak söylüyorum. Zaman akar ve yolunu bulur. Biz zamana yön vermek için o zamanı iyi ve sevgi dolu bir dünyaya bükmek için bunları konuşuyoruz. Öyleyse zaman bize ne söylüyorsa, neyi gör diyorsa, neyi yap diyorsa onu görmek ve yapmakla mükellefiz.
İdeal devrimci örgüt ya da parti meselesi de bir program meselesi değil. Komünist örgüt dediğimiz var olma hali bizim iyiliğimizdir, sevgimizdir, iyileştiğimiz, şifa bulduğumuz ve insan hikayesini değiştirmek üzere birbirimize bağlandığımız bir var olma halidir. Bir eylem alanıdır. Bu ev, yuva eylem alanı seçkinlerin, profesyonellerin alanı değildir. Burada olmak ve buranın teamülleriyle varoluşunu kurmak isteyen herkesin ‘işte o benim’ dediği andır, ilişkiler silsilesidir, eylemdir, zamana yön verme çabası ve fedakarlığıdır. Gelecekten kendimize baktığımız zamanımızın ötesindeki zamanlardır. Bu bakımdan devrimci örgütü bir ideolojik doğruluk normu olarak görmek yerine, hareket hali olarak görmek gerekir. Bu söylediklerim dünyayı ve zamanımızı tutarlı anlama biçimlerine, fikirlerine sahip olmamız gerektiğini dışlamaz. Devrimci varoluşu siyaset ve düşünce konusuna mahkum etmeden; özneleri olaylar, hareket biçimleri, iradenin hayata girişi ilişkisi içinde anlamak gerekir. Bu bakımdan devrimci, komünist yapıları nicel sayı üzerinden konuşmayı bir kenara bırakmamız gerekir. Devrimci örgüt üye-taraftar sayısı ile açıklanabilir değildir. Yakın, uzak tarih bir kıvılcımın, bir grubun hatta kişinin nelere mahal verdiği deneyimleriyle dolu. Kim aksini iddia edebilir ki belki de dünyanın devrimci yılları bir adım ötemizde.
Dünyada yeni devrimci bir dalga, dünyanın devrimci yıllarına tekrar dönüş, devrimci altüst oluşlar mümkün mü? Bunu biraz da şunun için soruyoruz; dünyanın neredeyse tamamının denetim toplumuna dönüştürüldüğü ve dijitalleştirildiği, sofistike kitle imha silahlarının geliştirildiği, dahası işçi ve sınıf kavramlarının teknolojinin de etkisiyle değiştiği bu yüzyılda yeni devrimci dalga hareketleri tarihe tekrar nasıl girer? İşçi sınıfı muradına erer mi?
Soruyu ben şöyle anladım; “Akan zamana yenilmeden, yeni bir devrimci dalganın hafızası nasıl kurulur?”. Değişen dünyanın oluşturduğu işçi-sınıf kavramının anlamı nedir, bu değişen anlamlar, kendi arayışının ürünü olan yeni parti ve örgütler yaratır mı? Dahası bunlar biz olur muyuz? Yani gelmesi muhtemel yeni devrimci dalgaların özneleri bizler olabilir miyiz?
Konuyu spekülasyon konusu olmaktan çıkartmak için şunu söylemeliyim; dünyanın devrimci yılları hiç bitmedi, bitmez. Biz homolar dünya denen bir gezegende evrimleştik, belki başka gezegenlerde de benzer evrimler gerçekleşti. Biz iyi bir dünya arzu etmek gibi bir ruh ve akılla donatılmışsak, bu dünya eninde sonunda mümkün olacak. Homonun tarihi sınıflı tarihle malul olmuşsa da çekilen çile, ödenen bedeller ne olursa olsun, o maymun hep iyi bir dünya arzu etti ve düşledi. Maymun aynı zamanda müthiş yetilere sahip, müthiş becerilere sahip, müthiş kendini kurma ve anlama zekasına sahip, müthiş araçlar icat etme becerilerine sahip. O maymun, yani bizdeki maymunun içindeki iyilik, o çağlara, iyilikler çağlarına ulaşmaktan hiç vazgeçmedi. Bu bakımdan devrimler bu maymunun tarihine kayıtlıdır. Burada yaptığımız bütün konuşmalar biz maymunların hikayesidir. Ve devrimleri düşleyen de konuşan da o maymundan başkası değil.
İcatlar, teknik gelişmeler, araçlar, kentler ne biçimler alırsa alsın kapitalizm ve meta ilişkisi devam ettiği sürece, sömürü ve doğanın talanı devam ettiği sürece içimizdeki iyilik bunlarla baş etmenin yolunu bulur ve yıkar. İnsanın sahip olduğu donanım, yaşadığı çelişkileri çözme ve devrimlere götürme kudretine sahip. Burjuvazinin devletinden, devşirme siyasetçilerinden ve militer örgütlerinden başka bir şeyi yok. İnsanı ve onun içindeki iyiliği kontrol edebilecek gücü yok. Zaten kontrol de edemiyor. Soruyu tam tersinden sormak gerekir; “Burjuvazi teknolojiyi geliştiren insanı kontrol edebilir mi?”. Mühendisi, teknik elemanı parayla satın almak bir yere kadar. Bugün teknoloji geliştiren dev şirketlerin ne kadar kırılgan yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Sermaye ve onun birikim biçimleri artık şirketlerin sürdürülebilirliklerini garanti etmiyor. Bunun için sürekli inovasyondan ve yetişmiş elaman sermayesinden söz ediyorlar. Kapitalizmin doğasında olan rekabet onu çürütüyor. Rekabet ancak insanın yaratıcı fikir ve icatlarıyla mümkün olduğuna göre burjuvazi insana olan bu bağımlılığını asla aşamaz. Sermaye hangi biçimde olursa olsun kendini yeniden üretmez. O mutlaka insan değeriyle rastlaşmak zorundadır. Bu rastlaşma onun handikabıdır. Burjuvazinin hikayesi sermayenin yeniden üretimi ve bunu mümkün kılacak meta dolaşımına bağımlı. Meta mübadelesi demek; insanla, para denen değersizliğin değişiminden başka bir şey değil. İnsanın yaratıcı fikir ve ürünlerinin, emeğinin yani değer üretiminin, bir değersizlik döngüsünde değişime girmesinden başka bir şey değil. Burada bütün hikaye bu gerçeküstü, sanrılı halin gerçekmiş gibi toplumsal bir yanılsamayı üretiyor olmasıdır. O da bir yere kadar. Nereden bakarsak bakalım burjuvazi sermayesini üretmek için insana bağımlı. Bu da onun aşamayacağı krizi demektir.
Kimse şu anın “durgun zamanlar”ına güvenip, mevcut halinde ısrar etmesin
Bu durum sınıflar ilişkisi bakımından da böyledir. İşçi sınıfının değişmekte olduğuna sürekli vurgu yapıyoruz. Sayalım ki teknoloji, bilgisayarlar, yapay zeka, yazılımlar ve sofistike üretim bantları mevcut pozisyondaki işçi sınıfının ortadan kaldırmış olsun. O sofistike makinelerin tasarımını, yapay zekayı, yazılımları geliştirenlerde yeni işçi sınıfı olmayacak mı? Bu durum burjuvazi açısından daha krizli ve riskli değil mi? O teknolojiye yön veren insanı kontrol etmek, burjuvazi açısından mümkün mü? Diyelim ki, o teknik işçileri de bir biçimiyle kontrol edebilecek yapay zekaya da sahip oldu? O yapay zekayı da geliştiren o işçiler olmayacak mı? Teknolojiyi insanüstü bir güç alanı olarak düşünmek bizi yanılgılara götürür. Bizim işimiz zamanın içinde olmak. Yani o üretici güçlerin içinde olmak, gerisini burjuvazi ve onun espiyonaj örgütleri düşünsün. O teknolojileri ele geçirir, burjuvazi ve onun kurulu düzenini yerle yeksan ederiz. Teknoloji ve onun bilgisi bizim tükettiğimiz, seyrettiğimiz, eziklik hissettiğimiz bir şey değil; içinde olmak zorunda olduğumuz bir durum ve bunu önemsemek zorundayız. Bunun için de yeni kuşaklara mümkün olduğunca hızlı yol açmak zorundayız. Bu bakımdan kendi mevcut durumuzda ısrar, mevcut örgüt formlarında ısrar bir adım sonra engele dönüşebilir. Bu durumdan da mümkün olduğunca hızla kopmak zorundayız. Gezi Direnişi’nin verdiği uyarılar önemliydi. Yeni devrimci dalga hareketlerinin kendi meşrebini kuracağına dair emareler oldukça güçlüydü. Bunları ciddiye almak zorundayız, aksi durumda biz ciddiye alınmayanlara dönüşebiliriz. Kimse şu anın “durgun zamanlar”ına güvenip, mevcut halinde ısrar etmesin. Çünkü hiçbirimizin hali sürdürülebilir değil. Ancak yine de iyimser olalım; ciddi bir çabayla bu halimizi aşabiliriz, zamana hükmeder hale gelebiliriz. Bu yetiler, deneyimlerde bizde mevcut.
Devrimci dalgalar her daim kendi hafızasını hatta dilini de yaratır. ’68 Türkiyesi’nin Kemalizm, aydınlanma gramerinden, Marksizm gramerine kayması, o dille haşır neşir olması, Marksist kavramlarla kendini ve dünyayı açılamaya kayması, kendine hafıza oluşturması oldukça gerçek. Yeni devrimci dalgalarda benzer biçimde kendi hafızasını oluşturacaktır. Belki kendine yeni bir dil de kuracaktır. Değişen dünya, değişen hayatlar ne olursa olsun, burjuvazi bilgi ve hafızayı uhdesinde tutma olanaklarına sahip değil. Ne kadar kontrol mekanizmaları kurarsa kursun, bilgiyi, insanı kontrol edemeyecek. Yeni devrimci dalga belki sandığımızdan oldukça farklı, bir önceki yüzyıldaki hareketlerden daha yıkıcı ve sonuca götürücü olacak. Kuşaklar geleceğini arıyor ve kapitalizm onların geleceğini tamamıyla kapatmış durumda.
Siyasetçi pozisyonunun seni çürüttüğünü fark et ve kop
Bugün ‘Kadın Hareketi’ oldukça önemli bir deneyim ve hafızaya sahip. O hafıza, gelecek arayışı, erkek egemen dünyaya ve sömürü ilişkilerine kafa tutma ve organize olma hali onları kendi zamanlarına hükmeder hale getirdi. Kadınlar, yeni protipini sokaklarda, gerilla hareketlerinde, barikatlarda ve direniş alanlarında inşa ediyor. Bu büyük kopuş bizlere önemli şeyler söylüyor. Çevre hareketleri bugün önemli bir hafızaya sahip; doğanın talan edilmesine karşı, doğanın sömürgeleştirilmesine karşı oldukça önemli politik pozisyona sahip. Komünler kuruyorlar, doğal tohumlara sahip çıkıyorlar, farkındalık yaratıyorlar ve bütün bunlar, toplumun hafızasını değiştiriyor. Ha keza dünyanın her yerinde neoliberal yıkıma karşı işçi sınıfı şu ya da bu biçimde direniyor. Dünyanın sokakları kaynıyor. Umutsuz olmamız için hiçbir sebebimiz yok. Hareketlerin çeşitliliği gösteriyor ki yeni devrimci dalga, klasik solun temsilinden fazla, oldukça değişik dinamiklerle oluşuyor. Burada sorun, bu hareket biçimlerinin görece birbirlerinden bağımsız olması. Demek ki yeni devrimci dalga farklı hareket biçimlerinin bir kanalda buluştuğu oldukça güçlü politik dinamikler taşıyor. Bu gelişmeler aynı zamanda bizimle konuşuyor ve uyarıyor; kendini mahkum ettiğin kapalı devre örgüt biçimlerinden çık. Kendini her şeyin merkezine koymaktan vazgeç. Kendini bir program ve ideolojik doğruluk aygıtı haline getirmeyi acele terk et. Siyasetçi pozisyonunun seni çürüttüğünü fark et ve kop. Dünyayı bir eylem alanı olarak gör. Her hareket biçimini devrimci görme biçimiyle anla ve onun içinde olmanın yöntemlerini geliştir. Kısacası, kendinden çık ve zamana hükmet diyor. Burada meydana gelmekte olan bir duruma daha dikkat çekmek gerekir; dünyanın kırları ve kentleri kapitalist yıkıma karşı birleşmiş durumda. Bu durum bizim klasik kır, kent, savaş, devrim gibi tartışmalarımızı da boşa düşürmüş durumda ve bizi uyarmaktadır. Örgütlen, nerede olursa olsun, kıvılcım neredeyse, nerede zincir boşalıyorsa, boşalma eğilimleri taşıyorsa kendini orada yeniden kur, bu hareket biçimlerine yön ver diyor. Solun yeni devrimci hafızasının nasıl olması gerektiğine dair göstergeler sunuyor. Kısacası söze mahkum olmaktan çık, sadece konuşmaya mahkum olmaktan çık ve kırların, kentlerin tozlarını solu diyor.
İşçi sınıfı muradına erer mi sorusuna gelince; tarihin gelecek zamanları insanın/insanlığın mevcuttaki işçi sınıfının eliyle kurtulacağını söylemez. İşçi sınıf dediğimiz kapitalizmin biçimlerine göre sadece üretimdeki farklı konumu temsil etmez, farkı anlamı da temsil eder. Eğer kapitalizm yerle yeksan olmamışsa birkaç zaman sonra işçi kavramının zikredilmeyeceğini, onun yerine başka kavramlar üzerinden kapitalizmin konuşulmayacağını kim iddia edebilir ki. Umalım, kapitalizm o kadar uzun ömre sahip olmasın. Ama ne olursa olsun bu toplum, bu dünya, bu insan kendini kapitalizm altında modellediği sürece, o toplumsal varoluş biçimi onun yıkımı olduğu sürece bundan da çıkmanın yolunu şu ya da bu biçimde bulacaktır. Çünkü maymun iyilikler dünyasında yaşamak istiyor ve çok acı çekiyor.