2024’e girdiğimiz şu günlerde halk muhalefeti ne durumda?
14 Mayıs seçim sonuçları açıklandığından beri, muhalif kesimlerde yenilgi ve bozgun havası devam ediyor. Tam da rejimin istediği ve kurguladığı gibi… Evet, her seçim yenilgisi yenilen tarafta moral bozukluğu yaratabilir, bir dereceye kadar doğaldır bu. Ama eğer seçmenlerin çoğunluğu, çoğunluk olduklarını bildikleri halde yenilmiş ilan edildiyse moral bozukluğu saçmadır. Olması gereken duygu moral bozukluğu değil, böyle bir resmi sonucu ilan edenlere ve bu resmi sonucu kabullenen muhalefet partilerine karşı öfke, kızgınlık ve duruma bir çare arayışı olmalıdır.
14 Mayıs öncesini hatırlayın. Bütün anket şirketleri Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefetin kazanacağından emindiler. Cumhurbaşkanı adayı K.Kılıçdaroğlu’nun sünepeliğine, Akşener’in “6’lı masa”yı yıpratan son çıkışlarına rağmen en son anketlerin bile hepsi C.Başkanlığı seçimini muhalefetin kazanacağını söylüyordu. Anketlere göre parlamento seçimleri ise ortadaydı. Muhalif seçmen kazanacağından emindi. Kaybedeceği kesin olan Erdoğan, AKP ve MHP’nin seçim arifesi günlerde veya seçim gününde hangi tehlikeli provokasyolara başvuracağına kafa yoruyordu herkes. Sonuçlar açıklandığında AKP seçmeni de afalladı, çünkü bu kadarını onlar da beklemiyordu.
Şimdi, seçimde yenildiğini düşünen her muhalif seçmen kendine sormalıdır. 14 Mayıs öncesi toplumu saran “AKP gidiyor” havası bir serap mıydı? Türkiye’deki anket şirketlerinin hepsi yanılmış olabilir mi? Herkes mi bu kadar yanıldı? Uzatmadan söyleyelim. Hayır. Muhalif seçmenin çoğunlukta olmasına rağmen seçim yüzde iki oy farkıyla kaybedildi. Çünkü gerçek sayısını hala kimsenin bilmediği (İçişleri Bakanlığı 1 milyon 350 bin olduğunu söylüyor ) milyonlarca yabancı seçmen sayesinde ve kısmen özellikle “bölge”deki sandık yolsuzlukları sayesinde Erdoğan bu seçimi de kazanmış oldu. Anket şirketlerinin bir kabahati yok, onlar sokakta veya telefonla anket yaparken haliyle Türkçe konuşanlara yani bu ülkenin vatandaşlarına sorularını yöneltiyor, Arapça, Afganca vb. konuşanları turist diye atlıyordu. Bu sonuçta onların değil, ama elbette ki başta CHP olmak üzere “adil bir seçim” konusunda halka söz veren muhalif partilerin kabahati büyük! Çünkü neredeyse son iki yıldır ekranlarda vatandaşın gündeme getirdiği “bizim apartmanda oturmadığı halde oturuyor görünen iki misli insan var, bunlar yarın seçimde oy kullanırsa ne olacak?” sorularına başta CHP’nin seçim güvenliğindeki iddialı ismi Canan Kaftancıoğlu olmak üzere Muhalefet partisi temsilcileri “içiniz rahat olsun, seçmen kütükleri kontrolümüz altında, yabancı seçmeni isminden şıp diye anlarız” diye cevap veriyorlardı. Oysa Soylu açıkça bu apartman fazlalıklarının vatandaşlığa geçmiş yabancılar olduğunu itiraf etmiş” adres bilmedikleri için ne yapsınlar, e-devlet’ e böyle kafadan atma adres bildiriyorlar” yalanını atmıştı. CHP’lilerin “isminden yabancı olduğunu anlarız” iddiası ise hepten boş laftı, çünkü 5 yıl önce bir yasa çıkartılarak isim değişikliği için mahkemeye başvurma zorunluluğu kaldırılmış, böylece vatandaşlığa geçmiş yabancılara e-devlete girip “ismim bundan böyle şudur” diyerek isim değiştirme kolaylığı sağlanmıştı. Böylece isminden kimin yerli kimin göçmen olduğunu anlama şansı da yok edilmişti.
Kent savaşlarında bile jandarma üniforması giydirilmiş ÖSO’cuları Türk askeri diye göz göre göre savaştıran İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı yabancı seçmen rakamlarına kimse inanmıyor. Sonuç olarak, sayısı meçhul milyonlarca yabancının oyuyla ve bilhassa bölgede (parmak boyası da olmadığı için) hiçbir sandık listesinde yer almadığı halde görev yaptığı yerlerdeki herhangi bir sandıkta oy kullanabilmeleri için yasa çıkartılan, böylece sabahtan akşama pek çok sandıkta mükerrer oy kullandırılan güvenlik kuvvetleri sayesinde AKP iktidarı bir seçimi daha “resmiyette” kazanmış oldu. (Soylu’nun tasfiye sebeplerinden birisinin de bu seçimde “bölge”deki jandarma ve polise AKP’ye değil MHP’ye oy kullandırtması olduğu söyleniyor) Sonuç itibariyle sandık hilelerine bile çok gerek kalmadan, suyun kaynağında, yani seçmen kütüğündeki listelere yüklenmiş milyonlarca yabancı seçmen ile işi halletmiş oldu iktidar.
Aslında yaşananlar, 400-500 gözlemcisiyle Avrupa Güvenlik Ve İşbirliği Teşkilatı’nın “bu referandum geçersizdir” diye rapor tuttuğu, 2 milyon geçersiz oyun YSK kararıyla “geçerli” sayıldığı 2016 referandumunun bir tekrarıdır. Nasıl o vakit “gece yurt çapında seçmeni sokağa dökeriz” deyip vazgeçen CHP sorumluysa, şimdi de iktidarın 14 Mayıs sahtekarlığının başarıya ulaşmasından CHP ve burjuva muhalefet sorumludur.
Dolayısıyla, milyonlarca muhalif seçmenin bir gün önce zaferden eminken seçim sonrasında içine düştüğü moral bozukluğu, hak edilmiş, makul bir moral bozukluğu değildir. Muhalif seçmen görevini yapmış, oyunu vermiş ve bu ülkenin normal “yerli milli” seçmenleri arasında –çok büyük bir farkla olmasa da- seçimi kazanmıştır. Yani toplumda net çoğunlukta olan ve siyaseten ve ahlaken kazanan taraf AKP-MHP iktidarı karşıtlarıdır. Bu açık. Ahlaki güç bu taraftadır. Hile-hurda, para pul, polis asker, YSK, mahkemeler ve vatandaşlığa alımları düzenleyen “Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü” yani “kuvvet” karşı taraftadır. Öyleyse iktidarın ve paranın kudretine karşı, resmi makamlara göre kaybeden ama reel aritmetik olarak kazanan taraf bu siyasi üstünlüğünü bir an olsun hatırdan çıkarmamalıdır. Toplumda güçlü olan taraf er ya da geç kuvvet yarışında da kazanır.
Öyleyse şimdi gerekli olan şey, toplumun net çoğunluğunu oluşturan AKP-MHP karşıtı seçmenlerin ve esas olarak bunların arasındaki antifaşist kesimlerin 14 Mayıs sonrasında içine girdikleri temelsiz moral bozukluğundan kurtulmaları ve ölü toprağını üzerlerinden atmalarıdır. Yenilen onlar değildir. Yenilen, kendi tabanlarının seçim galibiyetine sahip çıkmayan, seçmen kütüklerine yüklenmiş milyonlarca yabancının oy kullanmasına itiraz etmeyen sistem partileridir. Zaten şu an muhalif partilerin oy tabanı, iktidara olan kızgınlıklarından bile daha çok, oy verdikleri bu düzen partilerine tepkilidirler. Bu yüzden önümüzdeki yerel seçimde partisini protesto için sandığa gitmeyecek olan pek çok muhalif seçmen göreceğiz. Önümüzdeki yakın gelecekte başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinden seçmenin giderek kopuşuna ya da partisine sert müdahalelerine şahit olacağız.
AKP-MHP faşizmine tepkili yığınlar devrimci veya düzen içi herhangi bir önderlikten yoksundur ve kendini yalnız ve sahipsiz hissetmektedir. Gezi ve 15-16 Haziran gibi birkaç örnek dışında kitlelerin kendiliğinden, spontane eylem tecrübesinin zayıf olduğu Türkiye’de örgütsüz yığınların, herhangi bir politik liderlik olmaksızın harekete geçmesi imkânsız değil ama zordur. Kaldı ki, kendiliğinden hareketin, sonradan bir biçimde örgütlendirilip devrimci bir politik önderliğe kavuşmadıkça şu veya bu egemen kliğe hizmet eder duruma düşmesi kaçınılmazdır, tarih bunu defalarca ispatladı. Şu an bırakalım devrimcilerin önderliğini, iktidar karşıtı herhangi bir burjuva partisi örneğin bir CHP bile kendi kitlesini harekete geçirme iradesinden yoksundur. Kılıçdaroğlu dönemi boyunca” aman sokağa çıkmayın, provokasyon olur” politikası hakimdi. Özel ise farklı olarak sık sık “CHP sokağın arkasında olacaktır” diyor ama bizzat CHP’nin önayak olduğu bir sokak eylemine tanık olmadık henüz.
Geçim sıkıntısından ve iktidarın baskı ve hakaretlerinden bizar olmuş kitleler ise barut fıçısı gibi öfkelidirler. Kendi destekledikleri partiler tarafından bu öfkenin siyasal bir etkiye dönüştürülmediğini gördükçe öfkelerini oy verdikleri partiye yöneltmektedirler. İşin garibi, iktidar koalisyonuna oy veren seçmenler de seçimi Cumhur İttifakı kazandı diye bayram etmediler. Çünkü onlar da açlık noktasına kadar gelmiş bulunan geçim sıkıntısının bu iktidar altında devam edeceğinden eminler. Türkiye’de şu an AKP yanlısı dar bir sermaye eliti ile tarikatların tepe unsurları haricinde hayatından memnun hiç kimse yoktur.
EKONOMİK KRİZ AĞIRLAŞACAK, YOKSULLUK DERİNLEŞECEK
Ekonomideki durumun değişmeyeceği çok belli. Erdoğan, “laf dinlemiyor” diye MB Başkanı Erdem Başçı’yı görevden aldığı 2016’dan beri kendi “tez”ini Türkiye ekonomisi üstünde denedi. “Faiz sebep, enflasyon sonuç” diyordu inatla. Bu yüzden, enflasyonu dizginlemek maksadıyla Merkez Bankasının uyguladığı yüksek faiz politikasına itiraz ediyordu. İslami doktrindeki “faiz günahtır” Nas’ına da böylece sadakatini ispatlayıp tarikatlara güven verecekti aklınca. Ama işler ters gitti, 2016’da 3 TL. olan dolar 28 TL’ye kadar fırladı. Dövizdeki artış, yakıt ve ithal girdiler üzerinden olağanüstü fiyat artışlarına neden oldu. Aslında Erdoğan 1970’lerde edindiği kıt ekonomi bilgisiyle “tez”inde büsbütün haksız sayılmazdı. Çünkü o yıllarda üretim, yani reel ekonomi iktisat dünyasına hakimdi. Dövizler, hisse senetleri, bonolar, tahviller, kağıtlar, velhasıl üretimin sonucu ve göstergelerinden başka bir şey olmayan “enstrümanlar” tali idi. Faiz ise açık ki, kapitalistin üretim maliyetini arttıran, dolayısıyla fiyat artışına yol açan bir unsurdu. İktisat kitapları da böyle anlatırdı. Gel gör ki, 1980’lerden itibaren Türkiye”nin de dahil olduğu neoliberal dönemde işin kuralları değişmişti. Erdoğan’ın bir türlü göremediği buydu. Monetarizm’le başlayan bu yeni dönemde ülkeler arası ticaretin serbestleşmesi ve emperyalist sermayenin ve malların ülkeden ülkeye serbestçe hareketinin önündeki bütün engellerin kaldırılması esastı. Ulusal hükümetlerin uygulayabileceği döviz kontrol politikaları, enflasyonist kalkınma politikaları, korumacı gümrük politikaları, Merkez Bankalarının ulusal ekonomiyi gözeten maliye ve para politikaları vs. ne varsa hepsi ortadan kaldırılmalıydı. Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte neoliberal politikalar hızla bütün dünyaya hâkim kılındı. 1991’de Washington Konsensüsü’ne imza attırılan bütün ülkelerin Merkez Bankalarına enflasyonu önlemek temel görev olarak verildi. MB’ler seçimle gelmiş hükümetlerin, yani bir anlamda milli iradenin denetiminden çıkartılıp “bağımsızlaştırıldı”. Artık bütün Merkez Bankaları IMF’nin uluslararası standart politikalarını uygulayacaktı. Sermaye üretim krizi yaşıyor, üretimden çok kâğıt spekülasyonundan kar sağlamaya bakıyordu artık. Artık “Yeni Ekonomi” geçerliydi, maddi üretimden daha önemli olan şey maddi üretimin sonucu ve göstergesi olması gereken para, hisse senedi, tahvil ve türev kağıtlar gibi şeylerdi. Bunların piyasa değeri ile ( ki bunların piyasa değerini belirleyen şey getirdikleri faizdi) oynayarak üretim ve ticari hayat kontrol edilebilirdi. Örneğin faizi arttırarak piyasadaki paraları banka kasalarına çekebilir, böylece “sıkı para politikasıyla” üretimin bir miktar azalmasını göze alıp vatandaşın cebindeki parayı azaltıp enflasyonu düşürebilirdiniz.
Türkiye de 2001 büyük krizin atlatmak için dört elle sarıldığı IMF’nin dayatmasıyla, K.Derviş’in hükümeti çıkarmaya mecbur bıraktığı “15 günde 15 yasa” arasında Washington Konsensüsü’nün gereği olan “MB’nın bağımsızlığı” yasasını ta o zaman çıkartmış ve IMF’nin standart para ve faiz politikalarına izlemeye başlamıştı. Evet bu ‘Yeni Ekonomi’de faiz yine üretimde bir maliyet unsuru olarak ‘maliyet enflasyonu’na yol açabilirdi ama genel ülke ekonomisinde yüksek faiz parasal sıkılaşmaya yol açarak fiyatların genel seviyesini düşürücü rol oynadığı gibi yabancı sıcak para çekmeye de yarıyor, böylece bollaşan dövizin düşük kuru da enflasyonu düşürücü rol oynuyordu.
Her şeyin neoliberal ‘Yeni Ekonomi’ye göre yürüdüğünü anlamayan Erdoğan, neoliberalizm öncesinin “tezlerini” uygulamaya çalıştıkça battı. Sonunda “tuş” oldu. Dolar 3-TL’den 28 TL’ye fırlayıp enflasyon yüzde 150’leri bulunca,14 Mayıs seçimlerini atlatır atlatmaz tornistan yaptı. Nebati ve Kavcıoğlu’nu görevden alıp yerlerine uluslararası finans kapitalin tanıyıp güvendiği Mehmet Şimşek ve Hafize G. Erkan’ı göreve getirdi.
Pekiyi, Mehmet Şimşek geldi de ne oldu? Nas bir tarafa atılıp MB politika faizi yüzde 8.5’tan adım adım yüzde 42.5’e kadar yükseltildi. KDV yüzde 20’lere kadar arttırıldı, birçok vergi yükseltildi. Özetle içeride kemer sıkıldı, dışarıda para bulma arayışına çıkıldı. S. Arabistan ve Körfez’den söz verdikleri kadar para gelmedi, İngiliz bankalarından devlet tahvili satışıyla gelen para da 3 milyar doları geçmedi. Özetle M. Şimşek bugüne kadar sadece faiz artışı yoluyla yurt içindeki dövizleri MB kasasına çekip rezervleri biraz artırmayı başardı, dışarıdan yeni yatırım çekmeyi beceremedi.
Anlaşıldığı kadarıyla iktidar ekonomiyi 31 Mart yerel seçimlerine kadar böyle “ne ondurur ne öldürür” vaziyette götürecek. Yerel seçimlerin ardından, şu an uluslararası finans kapital tarafından yeterli görülmeyen kemer sıkma politikasında vites arttıracak. “Toplumsal infiale yol açmamak” için İletişim Başkanlığı’nın bir süredir engellediği yurdun dört bir yanındaki açlık intiharı haberlerini o zaman da gizleyebilecekler mi göreceğiz.
YEREL SEÇİMLER
31 Mart yaklaşırken işin doğrusu geniş kitleler seçimden kendileri adına hiçbir şey beklemiyor. Seçmenin bir bölümü 14 Mayıs’ta oylarına sahip çıkmayan muhalefet partilerini cezalandıracaktır. AKP’nin Manisa, Mersin ve Adana’da MHP adaylarını destekleyeceği belli oldu. İyi Parti herhangi bir ittifakın içinde değil. DEM Parti 2018 yerel seçimlerinde gündeme getirdiği “Kent Uzlaşması” politikasında ısrarlı. Ki bu politika, DEM Parti’nin kentteki bütün demokratik kitle örgütlerinin üzerinde birleştiği bir ismi adaylaştırmasını öngördüğü gibi, muhtemel ittifaklara da başka partilerle “pazarlık” yerine halk uzlaşması şeklinde son derece meşru bir temel sağlıyor. İBB ise muhalefetle iktidar arasında en önemli yarış alanı olmaya devam ediyor. İBB ile birlikte en önemli gelir kaynaklarını kaybeden tarikat vakıfları ve AKP’nin kimi kayıt dışı” icraatlarının başındakiler İBB’yi geri almak için akla gelebilecek her yolu deneyeceklerdir.
TÜRKİYE’NİN DEĞİŞMEYEN BİR NUMARALI SORUNU: KÜRT MESELESİ
Zap ve Xakurke’deki TSK üs bölgelerine karşı, devletin resmi açıklamalarına göre 12, PKK’ye göre 36 askerin ölümüyle sonuçlanan gerilla operasyonları, tam da unutulmaya terkettiklerini sandıkları bir dönemde Kürt sorununu bütün can yakıcılığıyla topluma yeniden hatırlattı. Kimse aklından çıkartmamalı, Kürt sorunu Türkiye’nin bir numaralı sorunu olmaya devam ediyor. Bu sorun çözülmeden 100 yaşındaki bu cumhuriyetin nefes alması artık mümkün değildir. Türkiye bu sorunu çözmekten kaçtığı, askeri yolla bitirmeye ise gücü bir türlü yetmediği için 10 senedir Suriye’de 100 bine yakın ÖSO’cuyu ve onların ailelerini her gün doyurmak zorunda kalıyor, Irak içlerinde askeri birlikler tutarak bitmek bilmez askeri harcamalar yapıyor. Ülke içindeki Gezi, Kobani, Demirtaş, Kavala, Can Atalay davalarındaki gibi saçma sapan hukuksuzlukların, ahmakça yasakların, akıl dışı rezilliklerin sebebi yine bu meseledir.
Anayasayı bile hiçe sayan Yargıtay’ın AYM’ye başkaldırısından tutun açlık intiharlarına, F-16 krizine, Türkiye’nin kara para baronlarının cenneti haline getirilmesine kadar iç, dış, ekonomik, ahlaki, hukuki bin türlü krizin hepsi gelip Kürt meselesinde düğümlenmiştir. Bu gidişle bu memlekette 1923’te kurulmuş 100 yıllık bu siyasi üst yapının da eceli bu meseleden olacaktır. Ama bu yüz yıllık
yapı kendini bitirirken toplumu da çürütüp bitirdiği için kimse bu duruma daha fazla sessiz kalamaz.
YUKARIDAN AŞAĞI İÇ SAVAŞ ÇIKARTMA TEHDİDİYLE HALK MUHALEFETİNİ GERİLETMEK
Daha önce de söyledik. Son on yılda pek çok şey yaşandı ama bütün bu on yılık süreç sadeleştirilip özetlenirse, diyebiliriz ki Türkiye 2013 Gezi sürecinin sonunda nerede tıkandıysa aynı yerde durmaktadır. O zaman kaldığı yer neresiydi? “Kendi yüzde ellimi sokağa, üstünüze salarım” tehdidi karşısında Gezi muhalefeti iktidarın rest’ini görmeye cesaret edememiş ve geri çekilmişti. İşte o geri çekilişten beri her başı sıkıştığında iktidardan “iç savaş” tehdidi gelmekte ve her seferinde muhalif yığınlar geri çekilmeyi tercih ettikçe diktatörlük bir adım daha atmakta, pervasızlığını biraz daha artırmaktadır. Anayasa Mahkemesiyle dalga geçilen, AİHM kararlarının yerine getirilmediği bu günlere böyle gelindi.
On yıldır yaşadığımız sürecin ana karakteri aynıdır. Faşist diktatörlük toplum çoğunluğuna karşı yukarıdan aşağıya bir iç savaş başlatmakla tehdit etmekte, kitleler ise örgütsüz-silahsız ve yeterli cesaretten yoksun oldukları için, tam da “yeter artık” demeye yeltendikleri her seferinde bu tehdit karşısında tekrar geri basmaktadır.
Korkunun ecele faydası yok. Türkiye eninde sonunda bir iç savaş gerçeğiyle karşı karşıya kalacak, kimin kazanacağı o zaman belli olacak. Daha doğrusu, elbette kim daha hazırlıklı ise o kazanacak. Milyonlarca yabancı seçmenle çarpıtılan son seçimlerin gerçek sonucuna göre konuşursak, toplumun çoğunluğu mu kazanacak, yoksa azınlığa dayalı faşist diktatörlük mü? Niceliksel bakımdan muhalif kitlelerin artık daha önde olduğu açıktır. İktidar destekçileri hem nüfus içinde azınlıkta hem de bölük pörçüktür. Onları bir arada tutan şey, şimdiye kadar kendi yarattıkları karşılıklı derin kutuplaşma ve husumet ortamında beri taraf bir kez iktidara gelirse alacağı intikam korkusudur. Ayrıca toplum içinde giderek daha fazla güç kaybettiklerinin farkındadırlar, bu da onları korkutmaktadır. Bu yüzden devlet gücüne sımsıkı sarılmışlardır, özellikle devletin yargı ve zor güçlerini hiçbir koşulda elden bırakmamak istemektedirler. Seçim yoluyla iktidarı kaybetmek bu vakitten sonra onlar açısından düşünülemez bile. Bu yüzden her seçimi bir öncekinden daha güvenilmez, daha göstermelik hale getirmişlerdir. Toplumu ve dış dünyayı Türkiye’de ebediyen değişmez bir dinci faşist iktidara alıştırmaya çalışmaktadırlar.
Siyasette ve ekonomide yirmi yıldır elde ettikleri mevzileri bir anda yitirme korkusu onları iktidarı kaybetmemek uğruna daha fazla hukuksuzluğa ve topluma korku yaymak için akla gelen her türlü gözü karalığa yöneltiyor. Yani kitleleri bu kadar korkutma çabasının asıl sebebi kendi duydukları korkudur. Ne var ki bu ‘korku dengesi’nde avantajlı taraf onlardır. Çünkü devlet gücü şu an onların elindedir, dolayısıyla “iç savaş” tehdidini savuran taraf onlar olduğunda, beri taraftaki korkuyu büyütmeyi başarabilmektedirler.
Yalnızca tehdit anlamında değil, olası bir iç savaşın hazırlıkları da yapılıyor. Ruhsatlı- ruhsatsız, pompalı vs. silahlanma furyası sürüp gitmektedir. Elbette ki en çok silahlananlar iktidar yanlılarıdır. On binlerce genç AKP, MHP teşkilatlarından geçirilip bekçi, polis yapılmıştır. Türkiye, vatandaşları yurt dışında ev satın alan ülkeler sıralamasında önde gitmektedir. Hali vakti müsait olanlar hayatlarının geri kalanını Türkiye’de geçirmek istememektedirler. Gençler yurt dışına yönelmektedir. Koç ‘dan Ülker’e büyük sermaye yatırımlarını ve paralarını giderek daha fazla yurt dışına kaydırmaktadır. Bütün bunlar, gidişatı gören, ama mücadele gücünü kendinde göremeyen farklı kesimlerin iç savaş korkusunun sonucudur.
Bu sürecin tersine çevrilmesi pekâlâ mümkündür. Niceliksel bakımdan zaten çoğunlukta olan muhalif kitlelerin örgütlendirilmesi, cesaretlendirilmesi ve adım adım teçhizatlandırılması her şeyi tersine çevirir. Kaldı ki, şu yaşadığımız günlerde, bıçak kemiğe dayandığında korkmanın bir faydası olmadığını anlayan insanların kendiliğinden faşistlere yumruklarıyla giriştiklerine daha sık şahit olmamız tesadüf değildir. Yani toplumda geri basanlar olduğu gibi direnme azmi içinde olanlar da var. Bütün mesele cesaretin ve örgütlülüğün yaygınlaştırılmasıdır. O zaman şimdiki kabadayı bozuntularının karşımızda dizlerinin titrediğini göreceğiz. Devrimciler gidişatı görmeli, bu gidişata uygun çok iddialı ama karınca gibi sessiz ve sebatkar bir çalışma içine girmelidir.
DÜNYADA SAVAŞ RÜZGARLARI
Türkiye ve Kürdistan coğrafyası bu gerilimleri yaşarken dünya da Ukrayna’dan beri gerilimleri artık savaş boyutunda yaşıyor. Birçok irili ufaklı çatışmanın ardında büyük güçler yer alıyor. Şu an ön plandaki Gazze savaşının bir boyutu İran-ABD savaşıdır. Rusya ve Çin bu sıcak çatışmaya dahil olmasalar da İran’ın yanındadırlar. Yemen-Suudi savaşının da ardında İran ile Batı’nın savaşı vardır. Ukrayna’da ise tam anlamıyla Rusya’ya karşı tüm bir NATO’nun savaşı yaşanmaktadır. Savaş bir süredir Avrupa’da NATO’nun dışında ve ABD’den bağımsız bir “Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği” inşa etmeye çalışan Fransa ve Almanya’yı ABD’in yanında saf tutmaya itti. Ancak bu durum, 2. Dünya savaşından beri savaş bütçesi sınırlandırılmış olan Almanya’nın inanılmaz büyüklükte bir savunma bütçesi hazırlamasına bahane oldu. Öte yandan Xi Jinping ile birlikte tırmanan ABD-Çin gerilimi, Tayvan’da Çin ile diyalog yanlısı Kuomintang’ın devrilip yerine Amerikancı bir hükümetin gelmesiyle daha da sertleşti. 21.Yüzyılda yaşadığımız bu yeni savaşlar, Ukrayna’da klasik cephe muharebelerinden Gazze’de sivil katliamlarına, Ortadoğu’da nokta hedeflere SİHA ve Dron saldırılarına, suikast ve bubi tuzaklarına kadar muhtelif biçimlerde sürüyor.
Dünya kapitalizminin 1929’dan sonraki en büyük krizi olan 2008’de başlayan son kriz, aradan 15 sene geçmesine rağmen hiçbir kesintiye uğramadan sürüyor. Bu krizin neoliberal küreselleşmenin sonu olacağını, devletlerin kamu yatırımlarını artırarak ve korumacı politikalarla bu krizi atlatmaya çalışacağını, her ülkenin kapitalist sınıfının kendi çıkarını ön plana alacağını, kapitalist merkez ülkeler arasında çelişkilerin artacağını, genelde uluslararası gerilimin büyüyeceğini, aşırı sağ, faşist, ırkçı partilerin büyüyüp iktidarlara uzanacağını, ekonomide ve siyasette militarizmin artacağını o zaman söylemiştik. Hepsi oluyor. İçe kapanmacı ve Avrupalı müttefiklerine karşı saygısız Trump bu genel eğilimin bir ürünüydü. Yerine gelen Biden küreselleşmeye nefes aldırmaya çalışıyor, Avrupalı müttefikleri ile zayıflayan ilişkileri Ukrayna’da savaş çıkartarak onarıp canlandırmaya gayret ediyor. Ama ilk seçimde ABD’nin yeniden Trump politikasına döneceği şimdiden bellidir. Dünya krizinin genel gidişatına da uygundur bu.
İçeride iktidarı zayıf düşüren ekonomik kriz ve bunun yarattığı dış kaynak ihtiyacı, zaten neo osmanlıcı dış politikası iflas etmiş olan Erdoğan iktidarını büyük güçler arasında bir ona bir ötekine yaklaşan, hepsinin dümen suyuna gitmeye çalışan serseri mayına çevirdi. Esad Erdoğan’ın “normalleşme” talebini “önce ülkemden askerlerini çek” diyerek reddedince normalleştirecek bir Mısır kaldı. Yakında Erdoğan Sisi’nin ayağına gidecek. Bir zamanlar İsrail’e de kabadayılık taslamış, ama sonra İsrail’in şartlarına boyun eğip Türkiye’de MİT korumasında tuttuğu Salih Aruri’yi ülkeden çıkartmıştı. Aruri’nin Beyrut’ta Mossad suikastına kurban gitmesi de işte bu, önceden posta attığına sonradan süklüm püklüm yanaşan “serseri mayın politikası”nın bir sonucudur. İç ekonomik kriz Erdoğan’ı önümüzdeki dönemde Batı’ya daha çok yaklaşmak zorunda bırakacaktır.
KARINCA GİBİ SESSİZ VE DERİNDEN VE AÇIK SİYASETTE KİTLELERLE BULUŞMAK
Bir taraftan dünyada esen savaş rüzgarları, diğer taraftan ülkede iç savaş tehdidiyle kitleleri teslim alma politikaları ortalığı kaplamışken devrimcilerin hem kendi aralarında hem de kendi dışlarındaki antifaşist güçlerle olabilecek en geniş ortak zeminlerde buluşmaya gayret etmesi şarttır. Hatta daha geniş düşünüldüğünde, iktidardaki AKP-MHP-Hizbulkontra güçleri dışında kalan bütün nüfusun buluşacağı ortak zeminler vardır. Devrimciler bir taraftan büyük nihai kapışmaya sessizce hazırlanmalı, bir taraftan da en geniş antifaşist zeminlerde açık siyasette kitlelerle buluşmalıdırlar. Muhalif kitlelerin içten içe biriken ama ne kendine ne başkasına güvenmediği için kendi içine dönüp sönümlenen çaresiz öfkesi, siyasette bir numaralı sorunun yıllardır tekrarladığımız “önderlik sorunu” olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor.