Yeni Dünya Düzeninin Savaş Rejiminde Azgınlaşan Egemenlerin Zorbalığı – Gülizar Tuncer

Emperyalist kapitalist sistemin yeni egemenlik savaşları döneminin merkezi konumundaki Ortadoğu’da, özellikle de Filistin ve Suriye’de yaşananlar, dünyanın efendilerinin bütün insanlık değerlerini ayaklar altına alarak, gözü dönmüşçesine dünyayı çöküşe götürdüğünü gösteriyor.

Eskiden egemenler, kendi ülkelerinde “tehlikeli” gördükleri kişi veya örgütlere yönelik saldırılarda bulunurken ya da başka ülkelere müdahalede bulunurken “Terörle mücadele”, “Sınır güvenliği” gibi gerekçelere sığınırlardı. Bir süre sonra, ülke içinde olduğu gibi dışarıda da artık “tehdit” oluşturan bir durum olmasına gerek kalmadı; kuralsız, keyfi, zorba düzenlerinin çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmaya başladılar. Hatta başka ülkeleri parçalamak, yakıp yıkmak üzere giriştikleri savaşları, bin bir türlü yalanla bezeyerek oralara “insan hakları” ve “demokrasi” götürmek üzere gerçekleştirdiklerini söylediler. Libya’da, Irak’ta ve dünyanın daha pek çok ülkesinde olduğu gibi demokrasinin kırıntısı bir yana, o ülkeleri yerle bir edip halklarını katlederek karanlığa boğdular.

Bir süre sonra, emperyalist kapitalist sistemin azgın yürütücüleri, artık ulusal ve uluslararası düzlemde herhangi bir gerekçeye de ihtiyaç duymaksızın doğrudan müdahalelere başladılar. Amaçları neyse, nereyi hedef tahtasına koymuşlarsa, hiçbir kural, kaide tanımaksızın oraya yöneliyorlar. Kendi küresel krizlerinden kurtulmaya çalışan bu haydut devletler, artık her yerde ve her zaman geçerli olmak üzere “topyekün savaş” konseptiyle hareket ediyorlar. Üstelik bu saldırganlığı ve gaddarlığı meşrulaştırmak için hiç bahane uydurmaya da gerek görmeden, neyi nasıl yapmak istiyorlarsa öylece yapıyorlar!

Dünyada artık eskisi gibi haklı ve meşru savaşlar ile haksız savaş ayrımı yapılmıyor, işgalci ve yağmacı devletlerin mazlum halklara yönelik saldırıları olağanlaşıyor. Küresel düzeyde süren emperyalist hegemonya savaşlarında, egemenler bütün dünyada dizginlenemeyen bir azgınlıkla her yere saldırabilecekleri nitelikte yeni bir “savaş rejimi” inşa ettiler. Devletler, bu yeni savaş rejiminin ihtiyaçlarına göre biçimlendirdikleri ekonomilerini, savaş teknolojisinin hizmetine sunarak en ölümcül silahlarla baş döndürücü hamleler yapıyorlar. Savaşları, ileri teknoloji ürünü ölüm makinalarının seyirlik bir gösterisine dönüştürerek, topluma kanıksattırmayı da başardıklarından yıkıcı, yok edici saldırıların sonucunda ortaya çıkan vahşet tablosu da artık kimseyi ilgilendirmiyor.

Filistin: Dünyanın unuttuğu kanlı coğrafya

Gazze’de Siyonist İsrail tarafından sürdürülen soykırımcı, işgalci savaş rejimi yüzünden bugün hala Kuzeydeki evlerine dönmeye çalışan Filistinlilere ateş açılıyor. Geçmiş dönemde bombalarla, kimyasallarla katledilen siviller ve yakılıp yıkılan evlerin enkazlarında, açlıktan ve soğuktan donarak ölen çocuklar nasıl “uygar dünya”nın umurunda olmadıysa, bugün yaşananlar da kimseyi ilgilendirmiyor!

7 Ekim “Aksa Tufanı” eyleminin doğrudan bir intikam gerekçesine dönüştürülmesiyle başlatılan bu kuralsız ve acımasız savaşta, katledilen binlerce insanın ve yüzbinlerce yaralının sayısı bile artık hesaplanamıyor. Gazze şeridini ablukaya alan İsrail’in savunma bakanının “‘insansı hayvanlar’la savaşıyoruz ve hepsini temizleyeceğiz” diyerek başlattığı soykırım politikası sonucu “insan” sayılmayan Filistinliler doğrudan hedef alındı. İsrail uçakları, savaşta dokunulmayacak sivil yerleşim alanlarına, hastane, okul ve ibadethanelere bombalar yağdırdı. Ancak saldırılarda uluslararası hukukta yasaklanmış beyaz fosfor kullanmaları, mülteci kamplarına saldırmaları, sağlıkçıları, gazetecileri hatta BM askerlerini öldürmeleri de “uluslararası toplum” açısından sorun teşkil etmedi.

Savaşı süreklilik halini alacak biçimde gündelik yaşamın bir parçası haline getirerek halkı paniğe ve çaresizliğe itmeye çalışan İsrail, her geçen gün biraz daha arttırarak saldırılarına devam etti. ABD’nin askeri-teknolojik desteği ve yüksek istihbarat donanımıyla Direniş Güçlerine yönelik siber saldırılar düzenledi, yöneticilerini ve savaşçılarını hedefleyen katliamlar gerçekleştirdi.  Ölümcül teknik donanımlara sahip araçlarla, İHA ve SİHA’larla, savaş uçaklarıyla, gelişkin akıllı füze sistemleriyle gerçekleştirdiği saldırılarda savaşçı, sivil, çocuk, yaşlı demeden, topyekûn imhaya yönelerek tam bir vahşet ortamı yarattı.

Neredeyse bütün dünya devletleri “İnsanlığa karşı suç” ve “savaş suçu” kapsamındaki bu suçları görmezden, duymazdan geldi, hatta pek çoğu açıktan destek sundu. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve bilumum insan hakları kuruluşu, “aşırıya varan” uygulamalara dikkat çekerek kimi tavsiyelerde bulunmanın ötesinde hiçbir şey yapmadı. Oysa uygar dünyanın bu zamana kadarki süreç içinde “insancıl hukuk”a dair önemli ilkeleri vardı; olağan ve olağanüstü dönemlerde uyulması gereken kuralları, daha da önemlisi savaş koşullarında bile askıya alınamayacak olan haklar ve özgürlükleri hukuki güvenceye kavuşturan sözleşmeleri, bildirgeleri, teammülleri vardı. Savaş hukuku ve özel olarak da Cenevre Sözleşmesi dışında, bu temel insan haklarını ihlal eden devletlerin cezalandırılması için yığınla uluslararası komite, konsey, komisyon ve mahkemeden oluşan koruma mekanizmaları oluşturulmuştu.

Böylelikle anlaşıldı ki yıllardır bütün dünyada yaşanmakta olan hak ve özgürlüklerde geriye gidiş ile sertlik yanlısı politikalar artık boyut değiştirerek zorbalığın gücünü konuşturduğu bir noktaya evriliyor. Uygar ülkelerin yöneticileri, şiddet ve saldırganlığın her geçen gün daha ağır bir nitelik kazandığı bu yeni konsepte göre konumlanıyor. Demokrasileriyle örnek gösterilen Avrupa ülkelerinde Gazze’de yaşananlar hiç umursanmıyor, Filistin halkının yaşadığı trajediyi gündeme getirenlere şiddet uygulanıyor, protesto yapılması hatta kefiye takılması dahi yasaklanıyor!

Lübnan ve Hizbullah gerçeği

Gazze’de yaşanan soykırım ve işgal bir süre sonra Filistin direnişine destek veren Lübnan topraklarına sıçradığında da benzer şeyler yaşandı. Güney Lübnan’ı da Gazzeleştirmek için harekete geçen İsrail, burada da şehir merkezlerini bombaladı, binlerce sivili katletti, alt yapıyı tahrip ederek yüzbinlerce insanı yerinden etti. Yıllardır Filistin halkının yanında yer alan Hizbullah ile Filistin direnişinin en etkili Marksist örgütlerinden FHKC liderlerinin alçakça katledilmesi de ağır savaş suçları işlenerek gerçekleştirildi. İsrail savaş uçaklarının Beyrut’un güneyindeki Dahiye bölgesine 85 bin ton sığınak delici bomba yağdırarak düzenlediği saldırıda, Hizbullah genel sekreteri Hasan Nasrallah’la birlikte aynı mahalledeki yüzlerce insan da yaşamını yitirdi.

Oysaki dünyanın en büyük “Terör devleti” konumundaki İsrail ve destekçilerine göre “terörist” sayılıp “imha edilmesi” gerektiğine hükmedilen Nasrallah, bu dünyanın zalimlerine karşı ezilenlerin safında yer alan bir liderdi. Hizbullah ise yalnızca askeri değil, sivil yapısı da olan bir parti olarak, Lübnan meclisinde vekilleriyle yer alan, bakanları, belediye başkanlarıyla Lübnan’da yaşayan halkları temsil eden siyasi bir hareketti. Ancak bütün bunların hiçbir önemi yoktu, çünkü onlar Filistin halkının haklı ve meşru direnişinin destekçileri olarak, işgalci İsrail’e ve emperyalist güçlere karşı mücadele eden “suçlular” olarak görülüyorlardı.

Bu yüzden Lübnan halkı; liderleri ve savaşçıları, milletvekilleri, bakanları, belediye başkanlarıyla birlikte topluca katledilirken dünya yine sessiz kaldı. İsrail başbakanı Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasının ardından Nasrallah’la ilgili verdiği saldırı emrini fotoğraflayarak dünyaya yayması, zaten zorbalıktaki gücünü nerden aldığını göstermiştir. Güya savaşları önlemek, ulusların barış ve güvenlik içinde yaşamasını sağlamak üzere kurulmuş bulunan bu teşkilatların temel işlevi artık tümüyle emperyalizmin ve işbirlikçi ülkelerin saldırgan politikalarına onay vermekten ibarettir. BM Güvenlik Konseyi ise zaten veto hakkına sahip devletlerin kendi çıkar çatışmalarına göre şekillendirdikleri kararların verildiği bir organ konumunda olduğundan, misyonu bellidir. Sonuç olarak, bugünün dünyasında en önemli sorun hegemonya savaşları ve sermayenin çıkarları olunca, devletlerin burjuva siyasal düzenin “hukuk” adına ortaya koyduğu bütün normları yok sayan bir pervasızlıkla hareket etmesi asla sorun teşkil etmiyor.

Suriye’de cihatçı çetelerin iktidarı

Yeni savaş düzeninde egemenler, artık iç ve dış sınırları rahatlıkla ortadan kaldırabilecekleri formatta bir devlet-toplum inşasına girişebiliyorlar. Üstelik bunu yaparken geliştirdikleri savaş mekanizmalarının bir ölçüsü, sınırı olmadığı gibi başka ülke topraklarına rahatlıkla girip o ülke halklarının hilafına yeni rejimler de inşa edebiliyorlar.

Nitekim Suriye savaşı ile artık bambaşka bir düzleme geçildi; rejimin yıkılması konusunda uzun zaman öncesinden karar alınarak hazırlıklar yapılmış ve geliştirilen plan doğrultusunda harekete geçilmişti. Uygar dünya, Gazze ve Lübnan savaşının ardından, Suriye’nin de yakılıp yıkılarak çok kısa bir sürede çetelere teslim edilişini, büyük bir merak ve heyecanla izledi. Üstelik ortada hiçbir savaş gerekçesi yokken kadim halkların yaşadığı bu toprakları paramparça edenler, Suriye’nin “toprak bütünlüğü”nden bahsederek paylaşımlarını yaptılar.

Stratejik yönelimlerine uygun ve açık biçimde ortaya koydukları NATO planlarıyla Ortadoğu’ya iyice yerleşerek askeri-siyasi hegemonyalarını güçlendiren egemenler; büyük bir iştahla içine daldıkları bölgede petrol, doğalgaz, su kaynakları ve verimli toprakları fethetmenin verdiği coşkuyla kendilerinden geçmiş vaziyetteler. Karadan deniz geçiş yollarına kadar her şeyin ince hesaplarla bölüşümünü yaparak sahaya sürdükleri İsrail’in, bugün Golan Tepeleri’ni ele geçirip Şam sınırına gelmiş olması kimseyi şaşırtmıyor. Burada askeri üsler, tesisler kurarak işgali kalıcı hale getirmenin ötesinde, “vadedilmiş topraklar”ın içinde olduğu başka ülkelere yayılma hesapları yapıyor oluşu da olağan karşılanıyor. TC’nin bu zamana kadarki işgal planlarını ve Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik saldırılarını düşündüğümüzde, bugünkü paylaşımda henüz istediğini alamadığı ve hala bunun hesaplarının yapıldığı görülüyor.

Gelinen aşamada diyebiliriz ki Suriye, bu zamana kadarki süreçte dünya devletlerinin bir araya gelerek üzerinde anlaştığı “ulusal egemenlik” ve “sınır dokunulmazlığı” gibi temel uluslararası ilkelerin, eski dünyaya ait bütün parametrelerin yerle yeksan edildiği son noktadır. 

Egemenler, dünyanın dört bir yanından toplayarak Suriye’ye getirdikleri ve yıllardır TC ile birlikte eğitip, yüksek teknolojiye sahip silahlarla donattıkları binlerce cihatçı, selefi, tekfirci caniyi “muhalif” diye piyasaya sürüp “devrim” yaptıklarını ilan edebiliyorlar. Daha düne kadar IŞİD’in Suriye emiri, El Kaide artığı El-Nusra’nın Suriye’deki lideri, bireysel ve toplu katliamlarıyla binlerce kişinin katili Colani’nin bugün Suriye’nin Devlet Başkanı konumuna getirilmiş olmasına kimse itiraz etmiyor!

Diyorlar ki biz istediğimiz zaman birilerini “terörist” ilan eder, başına milyonlarca dolar ödül koyarız; istersek bir takım elbise, kravatla allayıp pullayarak, suçlarını affedip emrimize alırız. Burada “insanlığa karşı işlenmiş suçlar”, “uluslararası hukuk”, “evrensel ilkeler” gibi zaten içi boşaltılmış kavramların artık yeri yoktur.

Bu yüzden bundan sonraki süreçte uluslararası toplumun “saygın” bir üyesi olmaya aday gördükleri bu azgın savaş suçlusunu meşrulaştırmak için diplomasi yarışına girdiler. Kapattıkları elçilik binalarını hemen açtıkları gibi, ABD başta olmak üzere, emperyalist, kapitalist ülkelerin temsilcileri hemen Colani’ye resmi ziyarette bulunarak sırtını sıvazladılar. Colani’nin ayağına gidenlerden Almanya’nın Yeşilci ve ‘feminist dış politika’ uygulayıcısı Dışişleri Bakanı, Ukrayna savaşı sırasında nasıl savaş çığırtkanlığı yaparak bu ülkeye daha çok silah ve para yardımı yapılması gerektiğini savunduysa ve İsrail’in güvenliği için sivil yerleşim alanlarındaki insanların katledilmesini meşrulaştıran açıklamalar yaptıysa, bugün de elini sıkmayan cihatçı katile övgüler yağdırmaktan çekinmedi.

Suriye savaşı bu yanıyla da uygar dünyanın bütün sahte ve ikiyüzlü politikalarının teşhir olduğu, çirkinliklerinin gün yüzüne çıktığı bir alandır. TC yöneticilerinin Cumhurbaşkanlığı uçağıyla getirtip kırmızı halılar sererek Külliyede karşılama töreni yapması ise, Dışişleri Bakanının ve MİT Başkanının Şam’daki şaşalı görüşmelerinin devamı niteliğinde bir gösteriye dönüştü. Colani’nin Suriye’de yaşayan bütün halkları ve siyasi temsiliyetleri dışlayarak, yalnızca İdlib’de kurdukları çete devletinin siyasi ve askeri yöneticileriyle, yani Suriye dışından gelen cihatçılarla toplanıp kendini Cumhurbaşkanı ilan etmesi de uygar dünyaca garipsenmedi. Meclisi feshetmesi, Anayasayı lağvedip bütün siyasi partileri hatta sendikaları kapatması ve daha da önemlisi dört yıl boyunca seçim yok diyerek, kendisini geçici değil, kalıcı devlet başkanı konumuna getirmesi de umursanmadı.

Haydut devletler, yıllardır ambargo uygulayarak, dayattıkları türlü yaptırımlar nedeniyle bebeklerin mama, hastaların ilaç bulamadığı, yoksulluğa, açlığa mahkum edilen ve içten içe çürütülüp çökertilen Suriye’ye büyük bir hevesle yardımlar yapmaya başladılar. Bombardımana tutarak yerle bir ettikleri şehirleri şimdi körfez sermayesi ve TC’nin imar planlarıyla şantiye alanlarına dönüştürecekler. İsrail’in yüzlerce kez uçaklarla saldırarak; yalnızca askeri tesisleri değil, bütün alt yapıyı yok ederek, devlet kurumlarını, üniversiteleri, bilimsel araştırma merkezlerini de yıkıp ortadan kaldırması ve böylelikle ülkeyi sosyal kültürel çöküşle Ortaçağ karanlığına mahkum ediyor oluşu da kimsenin umurunda değil, tersine böyle olsun istiyorlar!

Bu yüzdendir ki iktidarı devir teslimle alan cihatçılar, emperyalist güçlerin ve bölge gerici devletlerinin desteğiyle yeni rejim inşasına girişirken, IŞİD zihniyetiyle hareket edeceklerini açıkça ortaya koymaktan çekinmiyorlar. Colani hükümet kurarken, bakanlarını, generallerini, bürokratlarını hala dünyada kırmızı bültenle aranan ve çoğunluğunu TC’nin yetiştirdiği cihatçı selefi katillerden oluşturdu. Ülkedeki bütün silahlı grupları dağıtarak yeni ordu kuracağını belirten HTŞ, kendisini de feshederek siyasi parti konumuna bürünerek aklanmayı ve böylelikle Suriye’nin meşru iktidar gücü olarak, herkesin otoritesine boyun eğmesini hedefliyor.

Suriye’de elbirliğiyle şeriat hükümlerine dayalı bir rejimin taşları döşenirken, tekfirci çetelerin geçmişte ve bugün dünyanın gözü önünde vahşice yaptıkları katliamlar nedeniyle, Alevi, Hristiyan ve laik kesimler korku ve endişe içinde bekliyor. Sürekli biçimde empoze edilmesine rağmen, bu ülkede yaşayan halklara barışçı, demokratik bir gelecek inşa etmesi mümkün olmayan bu rejimin, selefi yaşam tarzını dayatmanın ötesinde, gelecekte çatışmalara ve iç savaşa yol açan bir gidişata yöneleceği daha büyük bir olasılık olarak görülüyor.

Bu noktada, büyük mücadeleler sonucu kazanılan Rojava Devrimi’nde, demokratik özerklik sistemi geliştirilip toplumun tüm bileşenlerinin eşitliği ve özgürlüğü temelinde komünal yaşam esas alınırken ve bunun demokratik katılımla gerçekleştirmesi öngörülmüşken ve yine demokratik bir işleyişle farklı ulus, din ve inançlara sahip toplumların özgür ve eşit yaşam temelinde kendi öz örgütlenmeleri gerçekleştirilmişken, yeni rejimle birlikte inşa sürecinin nasıl olacağı büyük bir sorundur. Özellikle de Kuzey ve Doğu Suriye halklarının, bugün demokratik toplumsal inşayı kadın özgürlükçü bir anlayışla ve bu temelde oluşturulan hukuk sistemiyle, sosyal ve kültürel devrimle gerçekleştirmeye çalıştıkları ve bunu yaparken de her türden gericilikle mücadele ettiğini düşündüğümüzde, yeni rejimin bu karanlık dünyasıyla da mücadele yürütecekleri açıktır.

Egemen Güçlerin Ortadoğu halklarına yönelik son tehditleri!

Gazze ve Lübnan savaşlarında açıkça görüldü ki bugünün dünyasında artık sivillerin, çocukların, kadınların ve bir bütün olarak “savaşın tarafı olmayan herkesin temel haklarının korunması” diye bir durum söz konusu bile değil. Bu nedenle, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM), İsrail Başbakanı Netanyahu hakkında Gazze’de işlenen savaş suçları nedeniyle verdiği tutuklama kararını kimse dikkate almadı; ABD başta olmak üzere, Siyonist İsrail destekçisi ülkeler bu karara uymayacaklarını ilan ettiler. Hatta yakın zamanda Trump, UCM’ye yaptırım öngören başkanlık kararnamesini imzalayarak, Mahkemenin yetkisini kötüye kullanıp Amerika’yı ve İsrail gibi yakın müttefiklerini “temelsiz ve gayrimeşru şekilde” hedef aldığını belirtti. Söz konusu kararnameyle, UCM yetkilileri, çalışanları ve akrabalarının ABD’ye girişine izin verilmemesi, mülk ve varlıkların bloke edilmesi gibi yaptırımlar uygulanacak. Bu kararla birlikte, artık herhangi bir ülkede yaşanan zulümlerin tespit edilmesi ve soruşturulmasında mahkemenin nasıl zorluklarla karşılaşacağı bir yana, uluslararası düzeyde meşruiyeti dahi tartışmalı hale gelmiş oldu.

Bu kararın devamında ABD, BM İnsan Hakları Konseyi’nden de çekildiğini açıkladı ve ardından İsrail de bu kararı memnuniyetle karşıladığını belirterek, kendilerinin de çekildiğini ilan etti. ABD’nin BM İnsan Hakları Konseyi’nden çekilmesini öngören kararname, BM’nin Filistinli mülteciler için kurduğu yardım ajansı UNRWA’ya yapılan yardımları da engelleyerek, Filistin halkını açlığa mahkum eden bir girişim oldu. Ancak bununla da yetinilmedi; ABD başkanı Trump, Gazze’nin rehine takasından sonra İsrail tarafından “temizlenerek” ABD’ye “devredileceğini” ve buraya sahip olduktan sonra, bu sahil şeridini “Ortadoğu’nun Riviera’sı” yapmayı düşündüklerini açıkladı. Hadsizlikte ve küstahlıkta sınır tanımayan Trump, Filistinlilerin başka komşu ülkelere gidebileceklerini ve artık geri dönüşlerinin mümkün olmayacağını da belirtti.

Son günlerde yaşanan yeni gelişmelerle birlikte, Hamas’ın ateşkes süresince yaşanan ihlalleri gerekçe göstererek rehine takasını ertelemesinin ardından, ateşkes sonrası Gazze’yi boşaltmak için saldırı hazırlığında olan İsrail de harekete geçti. Zaten ABD başkanı Trump, henüz göreve başlamadan “Eğer rehineler ben göreve başlamadan önce serbest bırakılmazsa, Ortadoğu’da cehennemi yaşatacağım!” demişti, şimdiyse rehinelerin tamamının bırakılması için Netanyahu ile birlikte cumartesi günü saat 12.00’ye kadar süre verdiler, yoksa kıyametin kopacağını söylüyorlar!

Küresel sermayenin aparatı haline gelmiş, insanlığını yitirmiş bu zavallı kişilikler, ne yazık ki günümüz dünyasının etkili yöneticileri olarak boy gösteriyor ve mazlum halklara tehditler savurarak “Bize boyun eğmezseniz kıyametler koparır, ortalığı yakar, yıkarız!” diyebiliyorlar. İstedikleri ülkeyi istedikleri biçimde yakıp yıkarak katliamlar yapanlar, istedikleri yerlere istedikleri zaman çökebileceklerini de bu kadar pervasızca ilan ederken, iki milyonu aşkın Filistinlinin tehcir planına karşı Arap dünyasının ve diğer ülkelerinin sessizliğinden güç alıyor ve buna kimsenin engel olamayacağını düşünüyorlar.

Filistin’i tümüyle haritadan silmeyi kendilerine bir hak gibi görenler, Gazze halkının bütün yoksunluklara rağmen, yakılıp yıkılmış haldeki topraklarına geri döndüğünü, hala enkaz altında olan on binlerce ölü bedeni bulup gömmeye çalıştığını ve ne olursa olsun işgalcilerin yerleşmek için can attığı ülkelerini bırakmak niyetinde olmadıklarını göremiyorlar. Filistin’de direnişi bitirdiklerini düşünenler, tarihsel haklılığa ve meşruluğa sahip bu mücadelenin bitmediğini, yıkıntıların içinden direnişin yeniden yeşereceğini göreceklerdir.

13.02.2025

Gülizar Tuncer