‘Yeni’ Kemalizm; Atatürkçülüğün Ölümü! Ya da Türk Ordusunun Sınıf Savaşımları ile Değişimi – Mehmet Turan

( Bu makale, muhataplarına karşı yaşanan gerçeklerin daha görünür kılınması için yazılmıştır. Çoğu kişi tarafından bilinen tarihsel olayların bir kez daha ama bu sefer daha kalın çizgilerle anlatılmasının nedeni, yeni kuşakların daha hızlı bir şekilde sınıf mücadelesine katılmalarını sağlamaktır. Yeni olan hiçbir şey yok mu peki? Egemen ideolojilerin sınıf mücadeleleriyle nasıl değiştiğine dair bir çözümleme denemesini burada bulabileceksiniz. )


Mustafa Kemal; 24 Mart 1923’te ve 21 Şubat 1927’de iki defa TİME dergisine kapak olmuştur.

Bu da TSK’nın yeni kapak fotoğrafıdır. Yeni Kemalizm: Cumhurbaşkanlığı, MHP, HÜDA-PAR, Ordu

Mahir, Kemalizm için “küçük burjuvazinin en radikal sol kanadı” der. Kıvılcımlı, “tarihin vurucu gücü, ilerici hamlelerin önderi”; Mihri Belli, “zinde kuvvetler”, Kaypakkaya ise onu daha en başından bir faşizm olarak görür. Peki, günümüzde Kemalizm’den geriye ne kalmıştır? Aslında hiçbir şey! Cumhuriyetin ilk yıllarındaki faşist karakteri (zamane Sol’u tarafından bir türlü görülmek istenmeyen!) 1960’larda dünyada ve ülkemizde esen özgürlük rüzgârlarının baskısı ile kısmen burjuva demokratik bir görünüm almış, 1971’de yeniden ama bu sefer emperyalizmin dikte ettiği yarı askeri bir faşizmle 1960’larda vermek zorunda kaldığı ‘demokratik’ ödünleri tekrar geri almıştır. Bununla sınırlı kalmamış; başta Mahir, Deniz ve İbo olmak üzere yüzlerce devrimciyi katletmiş, devrimci hareketi ve tüm aydınları acımasızca ezmiştir. Ziverbey köşkü hiç unutulabilir mi? İlhan Selçuk, İlhami Soysal, emekli General Celil Gürkan ve emekli kurmay Yarbay Talat Turhan, köşkte işkenceye maruz kalan isimlerden sadece birkaçıdır. İşkenceci subaylar, tutsaklara “yargılanarak öldürülecek son kuşaksınız. Sizden sonra kimseyi yargılamakla uğraşmayacağız’ demişlerdir. Bu zihniyetin sonraki yıllarda özellikle 12 Eylül’den sonra ve 90’lı yıllarda toplumun üzerine nasıl karabasan gibi çöktüğünü biliyoruz. Cumartesi Annelerinin çocuklarının tümü gözaltında “yargılanmadan” yargısız bir şekilde kaybedildiler, yani katledildiler.

12 Mart’a yaklaşılırken Siyonist Elrom’un kaçırılması ve öldürülmesi belki de TC için bardağı taşıran son damlalardan biriydi. Bu olay akabinde, Mahir’in sıkıştırıldığı Maltepe’deki evde gösterdiği direniş, Türkiye devrimciliğinin ne denli takdire şayan olduğunun sayısız örneklerinden sadece biridir. Mahir’in; güvenlik güçlerinin 14 yaşındaki rehine Sibel Erkan’ı umursamayıp hedef gözetmeden ortalığı taradığını fark etmesi, o sırada Hüseyin Cevahir’in de keskin nişancı tüfeğiyle (Belki de ilk kez o gün devrimcilere karşı kullanılmıştı! Çünkü olay anlatımlarında bu durum özellikle belirtilmiştir. Silahı kullanan denizci binbaşının adı bile gazetelerde övgüyle yazılmıştır) vurulması Mahir’i çatışmayı sonlandırmak için kendini vurma kararına yöneltmiştir. Ancak solak olduğu için kalbine sıktığı kurşunun sekerek akciğere saplanması onu ölümün kıyısından çekmiştir. İşte bu 51 saatlik kan ve şiddet dolu Maltepe direnişi, uğruna savaştığı halkın; kendisi yüzünden zarar görme olasılığını düşünerek kendi hayatını feda etme kararıyla devrimci tarihimizin büyük dersleri arasına girmiştir.

Mahir Çayan’ın pazarlık diyaloglarında “o bizim kız kardeşimizdir” dediği Sibel Erkan’ın Maltepe direnişinden 41 yıl sonra 2023 yılında AP Ajansında ilk kez yayınlanan fotoğrafı. Annesi ile.

Türkiye Sol’u yıllarca 12 Mart’ı haklı olarak en çok eleştiren kesim olurken, 12 Mart’a giden yolda kendilerinin de payı olduğunu daima inkâr etmiştir. Öte yandan 1971, 9-12 Mart sürecini kendi el yazısı ile bir gazeteye (Jurnal.ist) veren dönemin faşist generali 1. Ordu komutanı Faik Türün; 9 Mart’taki ‘sol darbe’yi bizzat kendisinin önlediğini, darbe sonrası Faruk Gürler’in meclis üzerinde baskı oluşturularak  Cumhurbaşkanı yapılması girişimini, “gerekirse parlamentoyu İstanbul’da toplarız” diyerek nasıl önlediğini anlatmaktadır. Kimi abartıları bir yana bırakırsak yazılanlarda gerçek payı olduğu aşikâr. Ama bu onun, yazıları basan gazete tarafından adeta “demokrasi savaşçısı“ ilan edilmesiyle tiraji-komik bir hal almıştır. TSK’nin İstanbul kanadı içinde solcu aydın, subay ve gençlerin olmadığı bir teknokratik hükümet kurulmasını isterken, Gürler-Batur kuvvetleri Cumhurbaşkanlığının da askeriyenin hegemonyasında olduğu, Kemalist aydınların ideolojik desteğini yanlarına aldıkları, yarı askeri bir diktatörlüğün peşindeydiler. Sonuçta 12 Mart her iki tarafın uzlaşmasıyla sonuçlandı. Yalnız Gürler-Batur kuvvetleri, içinde kendi subay-general arkadaşlarının da olduğu sol Kemalistleri Türün’ün Ziverbey’deki kontrgerilla merkezine kıllarını bile kıpırdatmadan teslim ettiler. Kimileri, Ergenekon davalarında yargılanan, hapis yatan general ve subayların TSK tarafından neden yalnız bırakıldığını, en azından cezaevinde ziyaret edilmediğini sorgularken göremedikleri şey “sınıfsal değişim”dir. 12 Mart darbesiyle gerçekleşen sınıfsal değişime uyum sağlarken nasıl kendi içindeki muhalif askerleri tasfiye ettilerse, Ergenekon davaları ve 15 Temmuz darbe girişimindeki asker arkadaşlarını da aynı şekilde en sert şekilde cezalandırmışlardır.

12 Mart’tan sonra Kemalizm’in en az olsun ilerici bir yönü kalmamıştır. Türkiye’deki geleneksel ordunun “tarihsel vurucu gücüyle” 9 Mart’a hazırlanan asker-sivil bürokrasi ve gençliği 9 Mart’tan 12 Mart’a geçerek hüsrana uğratması bile sonraki yıllarda sol Kemalizm’in ateşini söndürememiştir.

Bugün hala Kemalizm’i savunanlar kulaklarını açıp dinlesin. 1980 ile gelen Pinochet tarzı askeri darbe ordunun iyiden iyiye “ABD’nin çocukları” olduğunun tescilli kanıtı değil midir? O gün de bugün de Kemalizm’in hala ilerici ve modern olduğundan, hatta yer yer “anti Amerikancı”lığından dem vuruluyor olması, Türkiye solculuğunun yenilir yutulur olmayan en büyük yanılgısıdır. İttihatçıların Ermeni jenosidi, Kemalistlerin Şeyh Sait, Ağrı, Zilan ve Dersim ayaklanmalarındaki Kürt soykırım ve tehciri, faşizm ta buralardan gelmiyor mu? TC’nin en büyük başarısı, normal hayatlarında demokratik niteliklere sahip olan, hatta yeri geldiğinde devletle dişe diş çatışan emekçi sınıfları, aydınları, yazarları ve köylülüğü, konu Kürt meselesine geldiğinde sosyal şoven temellerde çok kolay maniple edebilmesidir. Devletin en korktuğu şey Türklerde Kürtlere karşı “sempatik bir tarafsızlık bilinci” oluşmasıdır.

Kürt soykırımını tasvip eden bir ilericilik, bir solculuk olabilir miydi? Olabiliyor tabi, bunun adı sosyal şovenizmdir. Cumhuriyet, Sözcü, Halk TV, Now TV, CHP’nin devlet solculuğu, Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan, Uğur Dündar, F. Altaylı, 28 Şubat ve Ergenekon ‘mağduru’ yüzlerce subay ve general ile CHP’ye oy veren Afyon ve Bolulu vatandaşlar ile ‘tüm teorik doğruları cebinde taşıyan’ TKP, bunlar AKP’yi yerden yere vururlar ama devrimci Kürtlüğe vurdukları kadar değil!

Başka bir ülkeden gelen yabancı bir muhalife bu durumu anlatmak nerdeyse imkânsızdır. Sizin demokratlarınız neden dili, kültürü, tarihi yasaklanan bir halkın yanında durmuyor? Sizin demokratlarınız neden Kürt halkının parlamentodaki meşru temsilcilerini yok sayıyor? Sizin ülkenizin ‘Doğu’sunda neden çok farklı olağanüstü yasalar, kayyım atamaları vb. uygulamalar var? Diye sorduklarında; “çünkü Türkiyeli devrimci ve komünistler kendilerini hala pratikte, güncel politik mücadelelerde Kemalizm’den koparamadıkları için” diye cevap vermekten başka bir çare yok. Gerçek bu! Sosyal olgular genelde en net şekilde hayatın sıradan akışları içinde fark edilir. İşte bu “sıradan akışlar” içinde birçok merhale ve olayda Kemalizm’i gündelik hayatın içinde görmek mümkündür. O bir ideoloji olarak aslında bitmiştir ama tortularıyla yaşamayı hala sürdürmektedir.

Şimdi en büyük Kemalist Tayyip Erdoğan’dır. Onu Abdülhamit ve ittihatçı bir kisve ile kullanmaktadır. Yeni Kemalizm budur. Yeni Kemalizm kalan tortularıyla birlikte AKP-MHP ve Ergenekon faşizmidir.

Kemalizm’in “vurucu gücü” ordunun bugün İslamcı-faşist blokla birlikte hareket etmesi ki, bunu 15 Temmuz sonrasındaki edilgen durumun devamı gibi gösterenler var ki bu büyük bir yanılgıdır, gayet gönüllü ve etkin şekilde gerçekleşen bir evliliktir bu! Şimdiki iktidar 15 Temmuz’da yakaladığı bir albaya yerde sürünme eğitimi veren uzman çavuşun iktidarıdır. Zihniyet olarak tam böyledir. Geçmişi bırakıp geleceğe bakan askerler yollarına AKP-MHP ile devam kararı almışlardır. Gayet sınıfsaldır. Nasıl ki Osmanlı devletindeki darbeler sürekli padişah devirmelere yönelse de hanedanlık yıkılmamıştır. TSK da meseleye böyle bakmaktadır. Asıl olan bir noktadan sonra o dokunulmaz kıldıkları imtiyazları değil, devlettir, onun bekasıdır! 15 Temmuzdan sonra bu bilinçle hareket etmişlerdir.

Ey ülkemizin sol Kemalistleri, siz de sınıfsal düşünün. Şimdi karşınızda olan her zamankinden daha fazla sınıf bilinci ile hareket eden bir ordudur. Savunma sanayinin yeni teknolojileri ile donatılmanın verdiği ideolojik haz -hedonizm- onun için her şeyden önemlidir. Tekelci sermayenin savunma sanayi bileşenleriyle Aselsan, Havelsan, TUSAŞ, Bayraktar, Roketsan ile organik birlikteliği onun Atatürkçülüğünü nicedir ideolojik bir şala indirgemiştir.

Tüm kuvvet komutanlıklarını ve Genelkurmay başkanını MSB’ye bağlamaları, Harp Okulları ve askeri liselerin kapatılması, askeri hastanelerin sivile devredilmesi, Yaş’taki üstünlüklerini yitirmeleri, Jandarma kuvvetlerini İç İşlerine kaptırmaları vb. tüm bunlardan gocunmayan, hicap duymayan bir komuta kademesidir şimdiki paşalar. Çoğu kalem erbabı 15 Temmuz sonrası yapılan bu değişiklikleri bir “cezalandırma” olarak görmüştür. Oysa darbe ve sonrasının tam metni okunduğunda bu değişikliklerin “orduya rağmen” değil ordu ile birlikte yapıldığı anlaşılacaktır. Sol Kemalizm işte böyle bir şeydir. Atatürk’ün hatırasını, “gerçekleştirdiği devrimleri” mütemadiyen delik deşik eden orduya saygıda kusur etmemeye devam etmek!

Nihayetinde mezuniyet töreninde kılıç kaldıran ‘en değerli’ teğmenlerini bile gözlerini kırpmadan harcayacaklardır. Zamanında kendi arkadaşlarını Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ı asanlar için, Talat Turhan gibi anti Amerikancı kurmay subaylarını Ziverbey’deki kontrgerilla karargâhına teslim edenler için teğmenler meselesi en az olsun vicdan muhasebesi yapılacak bir konu değildir. Ve bunu –teğmenleri–  AKP’nin ‘emrindeki’ TSK oldukları için, onların zoru ile değil, bizzat TSK’nin kendi disiplin nizamı gereği ve yeni sınıfsal duruşları gereği yapacaklardır. Asker için bu mesele kısa sürede halledilmesi gereken gerçek meselelerin –mesela sınır ötesi savaş– önündeki bir pürüzdür sadece, o kadar. Genç teğmenler ve arkasındakilerin anlayamadıkları şu; üst komuta size diyor ki, “siz zaten M. Kemal’in askerlerisiniz, ama bunu yüksek sesle söylediğinizde işler değişti, bambaşka bir renge büründü!” TSK’nin yeni sınıfsal duruşunu bozmaktan suçlu bulunacaklardır. “Yurtta sulh cihanda sulh” mazide kalan bir tortudur sadece. Yeni Kemalizm “düşmanı ilerden karşılama” adına Libya’dan Azerbaycan’a, Kuzey Irak’tan Rojava topraklarına kadar sınır ötesinde politika yapmaktadır artık.

TSK’yı hala 27 Mayıs ve 28 Şubat’taki gibi görenler, onun 12 Mart ve 12 Eylül’deki halini, onun zamanında “samimi Müslümanlar” diyerek Hizbulkontrayı bile desteklediği zamanları hatırlamamakta neden inat ediyorlar? Sırtından 13 kurşunla öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın katillerini aklayan Anayasa Mahkemesi’ni neden sorgulamıyorlar? Geçimlerini sağlamak için Irak’a Katırlarıyla mal götüren Kürt köylülerini jetlerle bombalayarak katleden Hava Kuvvetleri hakkında neden tek bir cümle bile yazamıyorlar? Acaba içlerine Oya Baydar’ın distopik romanındaki “üç maymun virüsü” mü girmiştir? Şimdilerde Hüda-Par ile yan yana fotoğraflarını görünce kıyamet koparıyorlar! Soylu bu partiyi desteklemenin bir devlet projesi olduğunu sanki açık açık söylememiş gibi! İçinde ordunun olmadığı bir devlet projesi var mıdır?

12 Eylülcülerin pratikte Erbakan’dan daha fazla İslamcı olduğu ne kadar yazıldı çizildi? Önceden seçmeli ders olan Din dersini zorunlu kılmaları, İmam Hatipleri yaygınlaştırmaları vb. İslamcılığın ve tarikatların önünü açan Menderes’i 27 Mayıs’ta asan onlar, 12 Mart’ta gördüler ki asıl tehdit sol, önderlerimizi idam ettiler, katlettiler. Devrimcilik yılmadı, daha da bileylendi. Ve 12 Eylül ile bir kez daha Menderes sonrası yeraltına itilen tarikatları kendi elleriyle legalize edip palazlandırdılar. Ama lüks arabaları ve sarıklarıyla şeyhler ordusu Çankaya köşküne kadar çıktığında 28 Şubat ile karşılarına çıktılar. Bundan sonrası TSK’nın siyasetle ilişkisinde gerçekten ciddi bir dönüm noktasıdır. 11 Eylül ile değişen dünya gerçekliği karşısında hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını düşünen askerlerle, değişimi görmekle birlikte geçmişteki imtiyazlarından kopmamakta direnen askerlerin mücadele dönemidir bu. NATO’ya göbekten bağlı olanlarla bazen NATO’ya rağmen taktik planda da olsa “bildiğimizi uygulamalıyız” diyen çok daha millici askerlerin ayrışmasıdır bu. ”28 Şubat sonsuza dek sürecektir” diyenler yenilmiştir. 11 Eylül ve Kürt meselesi karşısında İslamcı bir iktidarla da yürünebilir diyenler, 15 Temmuz ile galip gelmiştir. Öncesinde “barış süreci”nde en azından sorunun ciddi bir tartışma platformuna, bir modus vivendiye, yani uyuşmazlık içindeki tarafların temeldeki anlaşmazlığın çözümünden önce geçici bir süreliğine mutabakata vardıkları bir döneme yaklaşılmışken, Tayyip’in bir gün içinde masayı devirmesini sağlayan da bu kesimdir.

TSK kafanızda idealize ettiğiniz gibi değişmeyen bir kurum değil. Türkiye’nin ünlü tarihçileri, Fuat Köprülü’den Halil İnalcık’a, Ömer Lütfü Barkan’dan, Mustafa Akdağ’a ve İlber Ortaylı’dan Halil Berktay’a kadar anlatılan hikâye, askeri bürokrasinin sınıflar mücadelesi ile değişmeyen, “sınıflar üstü” bir kurum olduğudur. Bize adeta tarihsel bir Bonapartizm’den bahsediyorlar! Çok yanlış biçimde onu bir “devlet sınıfı” olarak tanımlıyorlar. Osmanlı’nın Asya tipi üretim tarzı (ATÜT) içinde şekillendiğini savunarak merkeziyetçi devlet geleneğinin değişmez bir tarihsel olgu olduğunu iddia ediyorlar. Bunun feodal, merkantilist ve kapitalist çağlara kadar aynı şekilde uzatılması bilim dışı, tarih dışı bir analizdir. Türkiye entelijansiyasının Kemal Tahir’in (Ecevit’in en çok etkilendiği yazar ve romancıdır) övgüyle bahsettiği “kerim devlet” anlayışının etrafında dönüp durması, bu yanlış teoriden kopamaması bir vakıadır.

CHP’de “Mülkiye cuntası” olarak adlandırılan bir akım vardır. “Mülkiye cuntası” akımının çekirdeği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’dir. Bu kesim, Komintern’in Kemalizm’e, Çin’de Guomindang’a bakışından, daha sonra da Sovyetlerin Baas’a, Nasırcılığa bakışından ciddi bir biçimde etkilenmiştir. Özgür Özel’in “gelin bakın araştırın bizim terörist üye kaydımız yok” diyerek MİT’i CHP merkezinde ağırlaması, söz konusu mülkiye cuntasının hala yaşadığını gösteriyor!

Kemal Tahir’in Osmanlı’ya sempati ve hürmetle yaklaşması, batılılaşmaya karşı açık tavır alması ve devleti kutsaması, onu yaşadığı dönemde ve sonrasında hep tartışılır kıldı. Bu silahlı gücün en belirgin iki özelliği vardır; beka ve militarizm. Bunlar bile yapısal olmaktan ziyade post yapısaldır. Aynen 28 Şubatçıların bildirileri için “post modern darbe” dedikleri gibi. Ordu değişmez değildir, sürekli değişmiştir. Beka (ölmezlik, kalıcılık) onun için her zaman önde gelir. Kafasındaki “kalıcılık” mefhumu aslında tam da değişimin en temel ölçüsüdür. Kalıcı olmak değişmezlik değildir, tam tersine değişerek sağlanır bu.  Ölmezlik için ölür ve öldürür. Beka’ya olağanüstü önem vermesi neyle açıklanabilir?

Anadolu’ya gelene kadar çok savaşlar ve coğrafyalar görmesi, birçok din ve kültürle etkileşime girerek değişim geçirmesi Avrupa, Amerika ve Ortadoğu’nun yerleşik kavimlerinden özgün bir farklılaşmayı beraberinde getirmiştir. Kavim olarak doğduğu yer ile ulus olarak devletleştiği yer arasında on binlerce kilometre vardır. Bu kadar uzaktan başka bir coğrafyaya gelip uluslaşan başka bir kavim, kabile var mıdır, bunu araştırmak gayet önemlidir. Binyılların göçebeliğinden kurtulup belli bir toprak parçasına bağlanarak kendi hükümranlığını kurmak istemesi bu “beka” meselesi için aydınlatıcı bir tarihsel gerekçe olabilir. Kapitalist devletleşmede diğer benzer ülkelere göre en özgün yanının bekanın kutsallaştırılmasını sağlayan –bir kısrak başı gibi dörtnala geldik Uzak Asya’dan!– sınır olgusu olduğunu tespit edebiliyoruz. Anadolu, Türk kabile ve kavimlerinin yerleşik yaşama geçerek devletleşmeleri için son sınırdır. Son duraktır! İstanbul’un fethi ile bu sınır kısmen aşıldığında bu döneme kadar devlet yönetiminin üzerinde taşıdığı Arap, Acem hatta Yahudi Hazar Türklüğü etkisi Bizans kültürü ile harmanlanarak yeni bir kozmopolitizm yaratmıştı. Birçok tarihçiye “Osmanlı aslında son tahlilde bir Avrupa imparatorluğudur” dedirten işte bu kozmopolitizmdir.

Mihri Belli ve Kıvılcımlı gibi değerli komünistlerin bile Kemalizm’e tarihsel bir ilericilik, ontolojik bir kudret vakfetmiş olmaları en büyük talihsizliğimizdir. Felsefe niye önemlidir? İşte tam da bu yüzden. Zamanın yeni sömürgecilikle boğuşan antiemperyalistlerinin çoğu “yapısalcılık” ile maluldü. Politikada civan mert, ideolojide kendi orijinalitesini çözümlemeye çalışan ama felsefede Marksizm’den alabildiğine uzak.

Kıvılcımlı bir yandan çok doğru bir şekilde “Kemalizm’in İş Bankası ve diğer kurumlarla tekelci devlet kapitalizmini oluşturan bir görevle karşı karşıya kaldığını, kuruluş döneminde asıl mücadelenin bu olduğunu” vurgulayarak, Kadrocuların ve Yöncülerin “sınıfsız toplum” tezlerine teorik bir darbe indirirken, diğer yandan proletaryanın “devlet sınıfları” ile işbirliği yapması gerektiğini zorunlu görmesi, bir paradoks olmanın ötesinde Kemalizm’in Sol’un dokularına kadar nasıl işlediğinin bir diğer kanıtıdır. Doktor, “Ordunun kılıcına el atması”nı tek bir şartla, önderliğin proletaryaya verilmesi koşuluyla kabul ediyordu. Bunun için ancak “olmayacak duaya âmin” denilebilir.

Kıvılcımlı’nın, 27 Mayıs’ta olduğu gibi, “Türk ordusunun işçi sınıfına demokratik yollar açabileceğine” olan inancı devam etmekteydi. Ancak 12 Mart’ın faşist yüzü ortaya çıkıp sıkıyönetimin ilan edilmesiyle Kıvılcımlı da diğer devrimciler gibi aranmaya başlandı. Kıbrıs, Lübnan ve Suriye’den Bulgaristan’a ulaştı. TKP yöneticilerinin Kıvılcımlı için “TKP’den atıldı” iddiaları üzerine doktor, hem Bulgaristan hem de Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden kovuluyor. TKP yönetimi, devrimciliğe sığmayan demeyelim, insanlığa sığmayan bu zihniyetine sosyalist ülkeleri de ortak ediyor. Doktor en son Yugoslavya’ya geçiyor. 11 Ekim 1971’de Belgrad Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’nde ölüyor. Kıvılcımlı tüm Türkiye devrimcilerinin örnek alması gereken direngenliği ve muazzam teorik birikimine rağmen mücadelenin varlık yokluk meselesi haline geldiği zamanlarda uyguladığı yanlış politikalarla sınıf savaşımlarının kritik evrelerinde bir fren etkisi, bir irade kırılması yaratmıştır.

Kıvılcımlı’yı “donanma davası” ile birlikte toplam 22,5 yıl hapiste yatıran ve ölümüne kadar peşini hiç bırakmayan, Doktor’un “devrimci” telakki ettiği ordu olmuştur. Kurtuluş savaşı destanını yazan Nazım, Moskova’da hayata veda etmiştir, Kıvılcımlı, Behice Boran, Niyazi Berkes vb. birçok komünist ve komünizan aydın, yazar hepsi yurt dışına kaçmak zorunda kalmış ve orada hayata gözlerini kapamışlardır. Sabahattin Ali’yi Edirne sınırında kiralık bir katille yok etmişlerdir. TKP merkez komite üyesi Vedat Nedim Tör’ün tüm bir partiyi iğneden ipliğe ele vermesi, dünya devrim tarihinde çok az rastlanan bir olaydır. Bu adam rejimin hizmetine girdikten sonra günümüze kadar gelen ve zevkle dinlediğimiz “Yurttan Sesler Korosu”nun da yapımcıları arasındadır. Çok trajik değil mi? 1960’lardan sonra da, 1970’lerden sonra da, 1980’lerden sonra da, her darbe sonrası devlet, Sol’un o Kemalist damarına duyduğu güvenle birçok devrimciyi kendi saflarına katabilmiştir. “Ne de olsa bizim çocuklar” meselesidir bu. Yay kirişinden ideolojik rehabilitasyona, sınıfsal değişim!

Ziverbey köşkündeki sistematik işkenceli sorgulamalar (Köşk aslında MİT’in İstanbul’da kontrgerilla karargâhı olarak kullandığı yerleşkelerden biridir) birçok aydını, devrimci, devrimci subay ve muhalif gazeteciyi asimile edebilmiş, ileriki yıllarda devletin yanına çekebilmiştir. Yıllar boyunca Cumhuriyet gazetesinin başında olan İlhan Selçuk devletin Kemalist sol içindeki kalesi olmuştur. Bir generalin sözüdür, “Biz onları asar sonra astığımız o ağacın altında ağlarız” Karşımızdaki ideoloji budur. Bu faşizmin az rastlanır bir biçimidir. Osmanlı’dan gelir bu gelenek. Devlet içi muhalefet yürütenleri ya da alternatif güç oluşturanları yay kirişiyle boğdururlardı, başlarını kesmezlerdi. Kan akıtmadan öldürmek burada bir disiplin, bir “kanon” olarak karşımıza çıkar. Burada bir arzu, bir intikam, bir öfke yoktur. Kurumsallık vardır. Devletin bekasının yarattığı bir zorunluluk vardır.

Mihri Belli 90’lı yıllarda gerçekten bunun gerçekleşeceğine inanarak Kemalizm’le Apocu ideolojiyi bir araya getirmeye çalışmıştır. Her şey devleti bir “sınıf devleti” olarak görememekten, orduyu ise bir “devlet sınıfı” olarak görmekten kaynaklanmıştır. “Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” derken nasıl yanıldıysa, Kemalizmle Apoizm arasındaki duvarların adeta bir Çin Seddi büyüklüğünde olduğunu göremeyerek bu sefer daha büyük yanılmıştır. Burada eski tüfek dürüst bir komünistin “barış” adına samimi çabasını elbette görmemezlik edemeyiz. Ama böylesi bir politikanın hayat bulması sadece bir “son dönemeç” meselesidir.

Türkiye’nin tarihçileri gibi bilumum sosyologları, siyaset bilimcileri de yanılmıştır. Doğan Avcıoğlu, Mihri belli, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu vb. lerinin ülkemizi batıcı-laik kanat ile doğucu-İslamcı kanat şeklinde halk sınıflarına ayırma gayreti bunun değişmez bir sınıf gerçeği olduğunu iddia etmeleri ya da halkların kurtuluşunun “milli demokratik devrimle” (MDD) orduyu ürkütmeden, onu da yanına alarak gerçekleşebileceği, tüm bunlar sol cenahta büyük oranda kabul görmemiş midir? Bir kültürel farklılığın, temel bir sınıfsal değişken düzeyine yükseltilmesi ya da Kemalist ordunun adeta “Asker Sovyetler” şeklinde taçlandırılması mücadeleyi daha en baştan kaybetmek anlamına gelmiştir. ’90’lardan sonra türeyen çapsız sivil toplumcu tarihçilerden ise hiç söz etmeye gerek yok. Onların denklemi ordu siyasetten elini çeksin, sermayenin önündeki engel olmaktan çıksın, Kürtlere bir takım kültürel haklar verilsin şeklindedir. 1960 ve 70’li yıllarda zaman zaman askeriye içinde yükselen devrimcilik ideolojik gıdasını dönemin sınıflar savaşımından mı yoksa kurtuluş savaşındaki “Kuvayı milliye ruhu”ndan mı almaktaydı? Kurtuluş savaşındaki antiemperyalizmin, Kemalist önderlik tarafından daha savaşın ortasında nasıl budandığından bihaber olan devrimci askerlerin mücadelede samimi ve dürüst olduklarını burada tartışmadığımızı da belirtmeliyiz.

İbrahim Kaypakkaya’nın değeri ve üstünlüğü en çok burada ortaya çıkar. O, 22 yaşında genç bir komünist olarak İstanbul’da bir üniversite konuşmasında Kürtlerden bahsetmeye başlayınca salondaki tüm ‘devrimciler’ tarafından yuhalanarak kovulmuştu. Tarihten bihaber dürüst devrimcilerden daha üstün ne vardır? Elbette tarihi daha güzel okumuş, onun güncel mücadele ile bağını kurmuş devrimciler vardır.

Son yıllarda yaygınlaşan Atatürk nostaljisinden, kitlesel Anıtkabir ziyaretlerinden en çok memnun kalan TSK’dır, neden? Mevcut sömürgeci-faşist karakterini bir nebze olsun bu şekilde üzerinden atabilmektedir. Kimileri onu bu sayede hala ‘modern, çağdaş Türkiye’nin’ kurucusu Mustafa. Kemal’in ordusu olarak payelendirebilmektedir ne de olsa! Anıtkabir’in her kitlesel ziyareti Atatürk’ün yeniden ölümüne dönüşmüştür. Atatürk’ün başkalaştırıldığı törensel ayinlerdir bunlar. Bir kurucu başka türlü nasıl öldürülebilir ki? Hem geleceğinden umudu kesenlerin bir şikâyet merci, bir ağlama duvarına dönüşen hem de iktidar yanlılarının Kemalizm’i de kendi hegemonyalarına dâhil etmek üzere bir dergâh haline getirdikleri Anıtkabir, resmen ideolojik bir kavga alanına dönüşmüştür.

Hiçbir ülkede kurucusunun mezarı böylesine ziyaret edilmezken Türkiye’de bu neden böyledir? Bunun cevabını vermesi gerekenler bizleriz. Son 20 yılda, özellikle yaşadığımız günlerde öncüsünü bulamayan halk çareyi geçmişte aramak zorunda kalmaktadır. Çaresizlik her zaman arkaik kültürleri, geçmişin tortularını yeniden diriltir. Ölmüş ruhları çağırmak bir avuntu değildir. Asla! Bunu yeni bir arayış olarak görmek daha doğrudur. O ruh Türkiye’de kendi yaşadığı zamanın ‘kurtarıcısı’ ve kurucusu Mustafa Kemal’dir. M. Kemal’in politik uzamı tek parti diktatörlüğünden çok partililiğe geçildiği döneme kadardır. Ondan sonrası Kemalizm’in başkalaştırıldığı, sık kullanılan ama gayet bilimsel bir tabir olan “gardırop Atatürkçülüğü” dönemidir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz her merhalede ideolojik dayanak O’dur! Yeni maskelerle karşımızdadır! Hiçbir devlet kurucusu ile bu kadar oynamamış, değişen iktidarların değişmez bir yüzü olarak kullanılmamıştır.

Bugün ne Rusya’da Lenin’in, ne Hindistan’ da Gandi’nin, ne Çin’de Mao’nun, ne Fransa’da Charles de Gaulle’ün, ne de ABD’de G. Washington’un güncel siyaset içinde isimleri bu kadar çok geçmektedir. Hiç kurucusunu korumak için yasalara ceza maddeleri koyan başka bir devlet duydunuz mu? Diyecekler ki “işte bu bizim övünç kaynağımızdır, Atatürk 2024’te hala yaşıyor, önümüzü aydınlatıyor” Baştan beri işin aslının böyle olmadığını anlatmaya çalıştık. Siz, “ebedi ziyaretgâhında” her gerici iktidar değişikliğinde, her muhtırada ve her darbede bunların onun adına yapılmadığını söyleyerek O’nu yeniden öldürdünüz aslında. Madem o kadar “dokunulmaz” kılıyorsunuz, o zaman onu siper ederek halklarımıza zulüm edenlerin karşısına çıkmalısınız. İşte o zaman Anıtkabir’e gitmenizin haklı bir sebebini de yaratmış olacaksınız!

Memleketimden İnsan Manzaraları

Mustafa Kemal’in “askerleri” gerçekte kimdir?

Burada ifade edilen askerler, halk değil subay ve general camiasıdır. Seçkinlerdir. Biz ise Nazım Hikmet’in yirmi bin mısradan oluşan “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda adı geçen insanların askerleriyiz. 1908 II. Meşrutiyet’ten II. Dünya Savaşı sonlarına kadarki bir zaman dilimindeki memleket insanlarını anlatır Nazım bu eserinde. Haydarpaşa garında Galip Usta ile başlayan şiir binlerce mısra ile sürüp gider.

İşte biz 20.000 mısra ile anlatılan bu memleketin çocuklarıyız. Mustafa Kemal’in askerleri halkın çocukları olmadıkları gibi, iktidarı ve sermayeyi halktan korumak için özenle seçilmiş ve yetiştirilmiş ideolojik devlet kadrolardır. Koşulsuz itaat ve disiplin, onların geleceğinde sadece bunlar vardır. Kürdistan dağlarında “Keşke esir alınmasalar da ölselerdi“ diyen generallerin emir ve komutası altındadırlar. Siyonist İsrail’in bir İsrail askerine karşı 300 Filistinli mahkûmu serbest bırakması “laik cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı” generaller için çok büyük bir kâbus olsa gerek.

Devrimci subaylar sadece 12 Eylül öncesinin fırtınalı yıllarında 1960-1980 arasında sınıf savaşımlarının yükseldiği dönemlerde ortaya çıktılar. Sonra bir daha hiç görülmediler. Tekrar ortaya çıkmaları Türkiye’de devrimin büyümesine bağlıdır. Teğmenlerin kılıç şakırtılarıyla heyecanlanan iflah olmaz sol Kemalistler, Atatürkçülüğün gardırobundaki diğer burjuva versiyonlar ve samimi demokrat olduğuna inandığımız kesimler Atatürk’ün her gün sözde kendi ideolojik takipçileri tarafından yeniden öldürüldüğünü göremiyorlar mı? Devrimcilerin, M. Kemal’in kişiliği ile çok fazla bir sorunu yoktur. Onun üzerinden yaratılan ideolojinin hâkim sınıflar ve ordu tarafından nasıl özgün bir egemenlik sistemine dönüştürüldüğünün geldiği son noktayı incelemeye çalıştık.

Mehmet Turan