Cambridge Sözlük, “Beyin çürümesi”ni yılın kelimesi olarak seçti. İnsanların, sosyal medyada, oyunlarda vs. beynini uyuşturana kadar vakit geçirmesi üzerinden beyin çürümesinin gerçekleştiğini belirtti. Beyin çürümesi, yeni bir şey değil. Düşünmeyi engelleyen konfor alanları, beyni sağaltan uyuşturucular da beyin çürümesine neden oluyor. Örneğin taksicilerin, uçak pilotlarına göre daha az alzaymır riski taşıdığı belirtiliyor. Çünkü taksiciler sürekli beyinlerinde harita oluşturuyor, kestirme yolları deniyor, yeni yollar bulmaya çalışıyor. Özcesi beynini sürekli çalıştırıyor, zorluyor. Çalışan beyin sadece paslanmayı engellemiyor, yeni bağlantılar geliştirerek potansiyelini geliştiriyor. Uçak pilotu ise önündeki elektronik cihazlarda bulunan rotalar üzerinden hareket ediyor. Yeni yollar açmak, beynini çalıştırmak zorunda kalmıyor. Bir bakıma düşünce tembelliği, alışkanlıkların esareti alzaymıra yol açıyor, beyni işlevsizleştiriyor. Günümüzde akıllı telefonların, sermayenin istediği biçimde kullanımının yaygınlaşması da benzer bir duruma yol açıyor. Ayrıca çürüme metaforik anlamda değil, uyuşturucu kullanımıyla benzer bir biçimde beynin çürüdüğü bilimsel olarak kanıtlanan bir olgu. Marx bugün yaşasaydı belki de bilimsel-teknik gelişmelerin ikili yanını; aslolarak insanda inisiyatifi arttıran potansiyelini vurgulamakla birlikte sermaye birikim süreci olarak “akıllı telefon halkların afyonudur” diyebilirdi.
“Beyin çürümesi”, “toplumsal çürüme” gibi belirlemeler genellikle bireysel bir tercihin sonucu gibi lanse ediliyor. Ama aslında durum hiç de öyle değil. Max Weber, kapitalist sistemi insanların kaçınılmaz olarak girdiği bir demir kafese benzetir. Akıllı telefon, internet, bilgisayar vs. günümüzde kapitalist sistemin-demir kafesin, sermaye ilişkilerinin en önemli bileşenlerinden. Diğer yandan sadece AKP-MHP politikaları sonucu bir çürüme olduğu belirtiliyor. Evet AKP-MHP politikaları bu süreçte etkili bir faktör, fakat dünyanın-insanlığın geçirdiği neoliberal dönüşümü anlamadan bunlara odaklanmak, nedenleri tam anlamıyla kavramamızı engelleyecektir.
Üretim süreci dar anlamıyla teknik olarak A malını, B çıktısına çevirmek değildir. Sermayenin üretim sürecinde toplum da yeniden üretilir. Kapitalist sistem örgütlenmesini dinamik ve devinim halinde bir örümcek ağına benzetirsek; sermaye hem ağsal ilişkilerin başladığı merkezdir hem de ağsal ilişkilerin bütünüdür. Toplum bu ağ içinde sürekli bir biçimde üretir, tüketir, bölüşür, mübadele eder vs. Bu süreç içerisinde toplum; sermayeyi, sermaye ilişkilerini ürettiği gibi sermayenin patikalarında dolaşırken, sermayenin güncel kodlarına uygun olarak kendini yeniden üretmiş olur.
Küresel kapitalizmin çitleme, apolitikleştirme ve metalaştırma süreçleri birbirinden bağımsız düşünülemez. Kapitalizmin ortak mekanları olabildiğine çitlemesi, insanı ve mekanı apolitikleştirmesi, tüm dünyasal varlıkları metalaştırması sadece zor gücü ile açıklanamaz. O çitler, yaşamda olduğu kadar bilinçlerde örülebildiği oranda ihtiyaçlar metalaşır, mekan ve insan apolitikleşir, neoliberal politikalar başarılı olur. Ve artık her yeni birey, apolitikleşmiş, metalaşmış, çitlenmiş dünyaya gözünü açar; yeni dünyanın yeniden üretim koşullarına tabi olur. Bu bağlamda kabullenme, kanıksama, geçmiş ile bağı da silikleştirir.
Neoliberal politikaların dünyadaki en önemli savunucularından ve uygulayıcılarından Margaret Thatcher, sosyal devletin tasfiyesi bağlamında şu sözleri kullanır: “Çoğu kişinin bir sorunla karşılaştığında hükümetin bunu çözmesi gerektiğini düşündüğü bir devirdeyiz bence. ‘Bir sorunum var, yardım almalıyım,’ veya ‘Evsizim, hükümet bana ev versin,’ diyerek kişisel sorunlarını topluma mal ediyorlar. Biliyor musunuz, toplum diye bir şey yok aslında. Erkek ve kadın bireyler ile aileler vardır. Hiçbir hükümet bireyler olmadan bir şey yapamaz. Bu sebepten insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır.” Evet, bugün yalnızlaştırılmış, toplumdan soyutlanmış bireyler olmadan devlet, sermayenin egemen ilişkileri olamaz. Evet, başımızın çaresine bakmalıyız; fakat M. Thatcher’ın dediği sermaye ve devleti gerçekleştiren yoldan değil. Mücadeleyi toplumsallaştırarak, tecridi-izolasyonu parçalayarak, egemen tarihin ezilenleri soktuğu zindandan çıkartarak, sermayeyi-ölüm rejimini üreten ilişkileri yadsıyarak, yaşamı-zamanı yeniden kazanarak…
Beyin çürümesi süreci de sermaye sürecinden bağımsız değil. Üretim süreci sadece ihtiyacı karşılamıyor. Yanı sıra ihtiyacı da belirliyor, ihtiyacı kendini besleyecek bir şekilde değiştiriyor, arzuları yönlendiriyor. Ve yine insanı “ihtiyaç”larının peşinden koştururken düşünemez hale getirip inisiyatifini kırıyor, topluma-kendine-dünyaya yabancılaştırıyor. Beyin çürümesi olgusunu bu bütünlükte ele almak gerekiyor. Bu anlamda bir iletişim aracı olan akıllı telefon aynı zamanda bir arzu nesnesidir. İnsan, ihtiyacının yanında yönlendirilmiş arzularıyla arzu nesnesinin karşısında kendisi nesneleşirken, akıllı telefon ve dolayısıyla sermaye, benliğimizin-bilincimizin üzerinde özneleşiyor. Beynin hacklenmesi için beynimize çip takılması gerekmiyor. Bu, afaki bir tartışmadır; distopik bir gelecek değil, şimdinin gerçekliğidir. Nesnenin, yönlendirilmiş arzuların insanı esir alması tam da beynin hacklenmesiyle aynı anlama geliyor.
Bir insan, psikolojik bir rahatsızlığı veya akli bir hastalığı yoksa her şeye özgür iradesiyle karar verdiğini düşünür. Fakat kapitalist üretim ilişkileri içinde demir kafesin dışını görmediği, düşünemediği için özgür irade yanılsamasını yaşar. Bruce Hood, “Benlik Yanılsaması” adlı kitabında şöyle belirtir: “Büyük çoğunluğumuz, baskı altında olmamak veya zihinsel bir rahatsızlıktan mustarip olmamak kaydıyla, kararlarımızı ve seçimlerimizi özgürce alabilecek kapasiteye sahip olduğumuza inanırız. Kararlarımızın bizim dışımızdaki iradelerce alınmamış olduğu ve bu kararları alternatifler arasından bizzat seçtiğimizi düşünürüz. Çoğu insanın, özgür iradeye sahip olmakla kastettiği, insan davranışının kişisel tercihin ifadesi olduğu ve herhangi bir fiziksel güç, kader ya da Tanrı tarafından belirlenmediğidir. Bir başka ifadeyle kontrol kişinin kendindedir. Hal böyleyken nörobilim bize yanıldığımızı ve özgür iradenin bizzat benlik yanılsamasının parçası olduğunu, yani özgür iradenin zannedildiği gibi bir şey olmadığını söyler. (…) Çünkü bir kişinin yaptığı herhangi bir seçim, genetik mirastan yaşam deneyimlerine, güncel koşullardan planlı amaçlara dek bir bakışta görünmeyen birçok etkileşimin sonucunda gerçekleşir. Bu etkilerden bazıları mutlaka dışsal kaynaklardan gelir ve hepsi birlikte beynimizin içindeki nöronal etkinliklerin örüntüleri olarak kendilerini dışavururlar.” Bu anlamda insan özgür iradeden ziyade tarihsel belirlenimlerin yanı sıra anda gerçekleşen sermaye ilişkileri sonucu oluşan belirlenimler sonucu karar veriyor. Diğer bir ifadeyle, sermaye ilişkileri altında, kendiliğinden koşullarda eğer bir özgür iradeden bahsedeceksek, bu sermayenin belirlediği -demir kafes içindeki seçenekler içinde- bir “özgür irade”den bahsedebiliriz.
İnsan uçurumun kenarına geldiğinde; yani yokoluş varoluş mücadelesine girdiğinde evrim sürecine girmiştir. Günümüzde insanlığın soyağacının Afrika’ya dayandığı biliniyor. İnsanın atası olan hominid, yapılan tahminlere ve bilimsel bulgulara göre, Afrika’da üyesi olduğu primat ailesinin diğer üyeleriyle birlikte aynı ormanda yaşar. Fakat dünyanın girdiği yeni iklimsel düzenle birlikte, Doğu Afrika’ya düşen yağmur miktarının azalması ve kuraklık sonucunda ormanların ciddi bir biçimde tükenmesiyle hominid, yaşadığı ormanı terk etmek zorunda kalır. Evrim geçireceği, ellerini ve beynini daha çok kullanacağı, iki ayağı üzerine dikileceği sürece girer. Teoriye göre hominid, o ormanlarda yaşayan en güçsüz tür olduğundan, kıt besin kaynakları için yürütülen şiddetli rekabet yüzünden, ormanlardan tamamen göç etmek zorunda kalmıştı. Böylece sadece yerde hareket etmek zorunda kalmadı. Aynı zamanda hayatta kalmak ve gerekli besinleri bulmak için uzun mesafeler katetti. Hominidler, diğer primatlardan kökten farklı, tümüyle yeni bir yaşam tarzı geliştirmek zorunda kaldılar. Bu anlamda hominid, eski zorunluluk koşullarını seçseydi yok olacaktı. Fakat hominid, o zorunluluk koşullarını yenmeyi, yeni koşullara adapte olmayı bildiği için evrimsel sıçrama sürecine girdi. Bu, doğayla ve birbirleriyle yeni bağlantılar geliştirmesini mümkün kıldı, beyni esnekleşti. Bu anlamda ormanın ötesi, hominidin uçurumu olmuştur. Uçurumun öte tarafında varoluşunu sürdürebildi. Diğer bir deyişle insanın gelişimi düz çizgisel bir evrim süreci izlemedi. Hani şu meşhur evrim resmindeki gibi mekanik bir biçimde, sadece zamana bağlı olarak iki ayağı üzerine dikilmedi, beli doğrulmadı, daha gelişkin düşünmedi. Evrimi anlamadan o fotoğrafa baktığımızda zamansal bir çizelge oluşur kafamızda.
Bugün insanın çıkması gereken orman, kapitalizm-iktidar ilişkileri bütünüdür. Konumuz bağlamında beyin çürümesinin kökünü anlayıp, belirlenmişliklerden çıkıp özgür iradeyi geliştirmektir. Toplumsal ve bireysel anlamda odak noktamız burası olmalıdır. Bu anlamda yeni koşullara göre yeni taktikler geliştirebildiğimiz ölçüde uçurumun kenarında kanatlanabileceğiz.
Sermaye ilişkileri bütünü olarak toplum veya insan beyni oluşturduğu bağlantısal bütünlük içinde kavradığımızda bir anlama kavuşuyor. Toplum tek tek insanlardan oluşmaz. Topluma yön veren koşullar, belirlenmişlikler, toplumu oluşturan insanlar arası ilişkilerle, toplumsal ağla birlikte toplumu anlayabiliriz. Beyin de aynı şekilde nöronlar toplamı değildir. Nöronların yanı sıra önemli olan nöronlar arası kurulan bağlantıların bütünlüğüdür. Eğer toplumu değiştirmek istiyorsak, bireye değil, bireyi-toplumu oluşturan bağlantılara odaklanmak gerekiyor. Yine düşünce yapımızı değiştirmek istiyorsak, “nöronlar toplamı beyni” değiştiremeyiz. Beynin yaşam pratikleriyle birlikte oluşturduğu bağlantısal bütünlüğe, diyalektik sürece odaklanmak, beyinde ve yaşamda sermaye ilişkilerinin dışında, sermaye ilişkilerini yadsıyan yeni patikalar açmak gerekiyor.
Sistem, insanı koşullanmışlıklar hapishanesine sokuyor. İnsan beyninin en derinine inip kaynağı kökünde kurutuyor. Beynin gelişimini ele alalım. Beyinin işleyişini, nöronlar ve bu nöronlar arası bağlantıların bütünlüğü sağlıyor. Bir çocuğun gelişim evresinde nöronal bağlantı ağı bir yetişkinin iki katına ulaşıyor. Çünkü daha çok sorguluyor, daha çok tanıyor, tanıdıkça soru soruyu, merakı doğuruyor. Zamanla bu norönal bağlantı ağı neredeyse yarı yarıya azalıyor ama geri kalan bağlantılar kalınlaşıyor. Düşünce-karakter çizgileri belirginleşiyor. Çocukluk dönemi eğitimi ve o süreç, düşünce ve pratiğin nasıl bir seyir izleyeceği yönünde önemli bir rol oynuyor. Bu, çocukluk dönemi beynimizde oluşan bağlantıların dışına çıkamayız demek anlamına gelmiyor. Ama bu dönem oldukça belirleyici. Sistemin verdiği eğitim ve genelde sistemin insanal üretim süreci sonucu, bu bağlantıları merak ve yaratıcılığı kısıtlayan bir sistem üzerinden şekilleniyor. Tıpkı dağlarda kullanılmayan patikaların yok olması gibi kullanılmayan merak ve yaratıcılık ağı da zamanla silikleşiyor. Sistemin yarattığı insan, sistemin izin verdiği kadar düşünüyor. Örneğin toplumun kendini kısıtladığını düşünen veya toplumsal olaylara gözünü kulağını kapatan ve toplumdan uzaklaşan, nihilistleşen post-modern birey, özgür iradesiyle seçimini yaptığını sanıyor. İnsan, toplumsal bağlarıyla niteliklerini kazanır. Toplumsal mücadeleden uzak bir özgürlük söz konusu olamaz. Yalnızlaşarak özgürleşmek, post-modern dünyanın yalanıdır. Diğer yandan örgütleri oluşturan bireyler de bu dünyadan çıkıyor. Bireyin post-modern yalanla yüzleşmesi; mücadelenin, örgütlenmenin sağlıklı yürümesi açısından önemli. Post-modern özgürlük yalanıyla kavga etmeden birey-toplum ilişkisi sağlıklı gelişemez.
Toplumdan bağımsız özgürlük mücadelesi olamaz. Bu toplumu olduğu gibi kabul edip içinde devinelim demek değildir. Ancak kendinde devrimi dahi toplumla girdiğin ilişkileri değiştirmeden gerçekleştiremezsin. Post modern alegoriden çıkışın ön koşulu; kendini değiştirmen için aynı zamanda yanındakini de değiştirmen, toplumla kurduğun ilişkiyi, doğayla kurduğun ilişkiyi değiştirmendir. Sözgelimi post modern birey, kendini dünyanın merkezine koyar, rekabetçidir, zorlandığı anda kaçmayı tercih eder, kendine çok güvenmesine rağmen çelişkili bir şekilde bu güveni kırılgandır, etrafındaki insanlara güvensizdir, kendi amaçlarını gerçekleştirmek doğrultusunda etrafındakilere değer biçer vb. Bu bağlamda, insanın kendinde devrimi gerçekleştirmesi için dünyayla, toplumla kurduğu ilişkileri anlayıp değiştirmesi gerekir.
Birey ve toplum ilişkisi ile bireycilik ve toplumdan kaçış ilişkisi farklıdır. Bireycilik, bireyi topluma karşı sorumsuz kılmadır. Bugün nihilistleşmenin, şeyleşmenin ifrata varmasının en önemli nedeni sistemin bireye dayattığı bireycilikle özgürleşme yatmaktadır. Kendini mikro dünyasının merkezine koyan bireyin direnci zayıflar, mikro iktidar alanı yaratarak sistemin istediği tarzda birey haline gelir. Marx, Grundrisse adlı eserinde “Toplum bireylerden oluşmaz, ancak karşılıklı ilişkilerin toplamını, bu bireylerin içinde durduğu ilişkileri ifade eder.” der. Yine aynı eserde, “İnsan en gerçek anlamıyla politik bir hayvandır, yalnızca toplu yaşayan bir hayvan değil, kendini ancak toplumun ortasında bireyselleştirebilen bir hayvandır. Toplumun dışında yalıtılmış bir birey tarafından üretim… bireylerin bir arada yaşamadan ve birbirleriyle konuşmadan dilin gelişmesi kadar saçmadır.” diye belirtir. Bu bağlamda mücadelenin kendi dili, üslubu varsa bu dil ve üslup post-modern birey dünyasını, neoliberal sermaye sürecini anlayıp yadsımadan ve onun çizdiği ufkun ötesinde, toplumsal mücadele içinde yeni patikalar açmadan oluşturulamaz.
“Bize hiçbir şey yapmadılar. Sadece bizi en mutlak anlamda hiçliğin içine yerleştirdiler. Çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey, insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Tek tek her birimizi mutlak anlamda bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle, sonunda dudaklarımızın açılmasını sağlayacak baskının dayak ve soğuk aracılığıyla değil ama iç dünyamızdan kaynaklanması amaçlanmıştır.” Stefan Zweig, Satranç adlı kitabında Naziler’in, Doktor B.’ye yaptığı tecridi ve tecridin ruhta yarattığı etkiyi tasvir etmeye çalışır. Fakat bugün tecridin hapishane, gözaltı yönü olsa da asıl ve belirleyici olan sistemin bilinçlerimize ördüğü görünmeyen duvarlardır. Sözgelimi birey, dünyadan kaçış alanı olarak inşa ettiği birey dünyasında sosyal medyada, internette, oyunlar aleminde gezinirken özgür iradesiyle tercih yaptığını, özgürlüğün bu olduğunu düşünür fakat aslında olan, demir kafesin -sermaye ilişkilerinin- yeniden üretimidir. Bu duvarlar sayesinde insan, toplumsal sorumluluklarından vazgeçtiği gibi kendini dışarıya kapalı bir odaya hapseder. Bu toplum-birey arasındaki tecridi ve izolasyonu hem gerçek yaşam bağlamında hem de düşünce bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Sistemin bireyde vücut bulmuş halidir bireysel özgürlük yanılsaması. Ve birey, toplumdan izole bir şekilde yaşamayı “gönüllülük” temelinde icra eder.
Bir başka açıdan değerlendirelim; son birkaç senede Türkiye, bölge ve dünyada yaşanan bazı gelişmeleri ele alalım. Türkiye’de depremde 100.000’i aşkın insan yaşamını kaybetti, milyonlarca insan evsiz, barksız kaldı. Bir seneyi aşkındır Filistinli binlerce insan, emperyalizmin şımarık çocuğu İsrail tarafından katledildi. Okul, hastane, ev, yaşlı, çocuk, sivil dinlemedi İsrail. Önüne ne geldiyse yıktı, katletti. Yine Lübnan’da benzer pratikleri gördük. Her yıl Türkiye’de yüzlerce kadın, erkekler tarafından katlediliyor; çocuklar istismar ediliyor, tacize-tecavüze uğruyor. Yakın zamanda İzmir’de, 5 çocuk yoksulluk şartlarından kaynaklı evde çıkan yangın sonucu yaşamını yitirdi. Saymakla bitmez. İşte dünyanın bu gerçekliğinden kaçmanın bir yöntemidir “bireysel özgürlük”: kendini sosyal medyaya, oyunlara hapsetme yoluyla dünyayla, toplumsal olaylarla bireyin kendi beyni arasına tecrit örmesi, beynini uyuşturup çürütmesi vs.
Bu durum, Matrix’te Ajan Smith ile Zion’da yaşayan ama Zion’un zorluklarından bıkmış ve Matrix’teki sanal dünyaya geri dönerek ajanlaşmak isteyen X’in diyaloğunu hatırlatıyor. Mealen X, Ajan Smith’e Matrix evrenindeki yaşadıkları her şeyin bir yanılsama olduğunu ama böyle mutlu olabileceğini söylüyor ve ekliyor: “Cehalet mutluluktur.” İşte bu yolla, Zion’u hafızasından sildirip Matrix’teki “mutlu” yaşamına geri dönmeyi amaçlar X. Beyin çürümesi de böylesi bir yanılsamanın ürünü. Dünyadaki savaş, katliamlar, geleceksizlik, çaresizlik, yoksulluk, iş yaşamı, okul, kadın cinayetleri, doğa ve hayvan katliamı gibi gerçekliklerden; ezcümle sistem tarafından inşa edilmiş dünyanın gerçekliğinden kaçmak isteyen birey, kendi yarattığı özgürlük yanılsamasını yaşayarak bir sonraki güne hazırlanır ve kendini yeniden üretirken sistemi de üretmeye devam eder. O dünya bireyin güvenli limanıdır. Dışarıdaki gerçekliği görse de bazen, kendi limanında güvenli yaşamayı, körleşmeyi tercih eder. Elbette birey kendi kendine yaratmaz o dünyayı. Ona doğduğu andan itibaren sistem tarafından toplumsal yaşam içinde gelenekle, toplumsal rollerle, eğitimle, arzularının yönlendirilmesiyle gerçeklikten kaçış dünyasını inşa etmesi öğretilir. Böylesi bir bireyin arzuları, bilinci çarpık gelişir. İnsan elbette sürekli acılarla yaşayamaz ama unutturmanın amaçlaştığı bir sistemdir kapitalizm. Asabiyeti unutturur, yeni asabiyetin gelişimini engellemek için sistemin yarattığı acılardan uzaklaşma alanları yaratır. Liman benzetmesinden devam edersek; liman gemilerin güvenli alanlarıdır. Fakat örgüt gemidir ve gemiler güvenli limanlarda beklemek için değil, açık sularda, fırtınalı okyanuslarda çarpışmak, yol almak için inşa edilir.
Bugün için simüle edilmiş hayal dünyasında özgürlük rüyasına kapılan birey, sistemin yarattığı algoritmalar dolayımıyla yine sistemi üretmeye devam eder. Mağara alegorisinin güncel esiridir o. Platon’un mağarasında gölgeyi gerçeklik sanan insanlara üstten bakar ama kendisinin sistem dolayımıyla inşa ettiği güncel mağarayı göremez. O, diye bahsettiğimiz insanlar, aynı zamanda kendimiziz. Sistem esareti, dinle, ulusla, özgür kölelikle, beyninde yarattığı “özgür odacıklar”la öyle bir allayıp pullar ki esareti özgürlük sanmayan hemen hemen çıkmamıştır. O yüzden, sorunu dışarıda olduğu kadar kendimizde de aramalıyız. Kendimizin nasıl esir olduğunu anlama yoluyla başkalarının esaretini daha iyi anlayabiliriz. Kendimiz mağaradayken başkalarını mağaradan çıkaramayız.
Bu bağlamda devletli mitolojilerden (Sümer-Greek mitolojileri vb.) Platon’un mağarasına, kapitalizmle birlikte mekanikleşen-sömürülen doğaya-dünyaya, bugünün simüle edilmiş gerçekliğine, Truman Show’a, Matrix dünyasına süreklilik halinde kopuş vardır.
Çocuk gelişimine geri dönersek; Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, müfredat değişikliği sonrası verdiği bir röportajda, eski müfredatın bilgi yoğunluklu olduğunu ama bugün bilgiye ulaşmanın kolaylaştığını, bu yüzden bilginin nasıl algılanması gerektiği üzerinden eğitim müfredatını değiştirdiklerini belirtmişti. Tabi burada en çok tartışılan konu yaradılışın tekrar müfredata eklenmesiydi. Hulusi Akar ise eğitimin amacının şöyle tarifledi: “Bilgi edinmek değil, Allah korkusunu öğretmektir.” Fakat bunları sadece laik ve islami eğitim kıskacından okuyamayız. Çünkü laik denen eğitim de burjuva idealist bir bakış açısından öteye gitmiyor. Bir dönem yıktığı tarihsel yaradılış mitolojilerinin yerine kapitalist devleti onayan çağdaş mitolojiler koyuyor, yaratıcılığı ve merakı kısıtlıyor. Son kertede kendini inkar eden, sermayeyi/devleti gerçekleştiren bireyler yetiştirme idealiyle yola çıkıyor.
Çocuk yaştaki birey, dünyayı tanımaya başladıkça yıldızların nasıl orada öyle durduğunu, neden fakir olduklarını, dünyanın sonunu, onun ötesinde ne olduğunu vb. gibi materyalist sorular sorar. Bu bağlamda bilginin kolayca erişilebildiği günümüzde eğitim sistemi, bilgiye değil, bilgiyle buluşacak bireyi nasıl idealist bir çöküntüye uğratacağı, idealizm temelinde bilgiyi nasıl dizmesi gerektiği üzerine odaklanır. Sistem, gençliğin nasıl yaratıcılaştığını görüyor. O yaratıcılığın, yıkıcılaşmasından korkuyor. Örneğin Gezi’ye katılan gençlik yaratıcıydı ama yıkıcı damarı zayıf olmasına rağmen iktidarı rahatsız etti. Bugünkü gençliğin yıkıcı damarı, çelişkilerin artması, derinleşmesi sebebiyle eski kuşaklara göre çok daha güçlü. Sistem, gençliğin yaratıcı-yıkıcılığının sistem karşıtı bir harekete dönüşmemesi için baskı ve zor aygıtlarını güçlendiriyor. O yaratıcı-yıkıcılığı çeteleşme yoluyla sistem içi alana çekiyor. Çeteleşme kontrolden çıkınca, tekrar kontrolü sağlamak için operasyonlar yapıyor. Gençlik, sistem içinde çalışarak, okuyarak biri olamayacağını görüyor. Bugün özellikle il dışında üniversite okumak, servetle eşdeğer. Üniversiteli okumak için çalışmak zorunda kalıyor. Bunca emek, gençliğin üzerinde yüke dönüşüyor. Hayalleri suya düşünce veya bu buhran içinde kendini kaybedince, intiharı, sistemin girdabından kaçmayı tercih ediyor. Endüstri meslek liselerinde, MESEM projesinde gençlik sömürü çarkına sürülüyor; güvencesiz, ölüm koşullarında çalıştırılıyor. Gençlik, mahallesinin yanında yükselen gökdelenlere hem sınıfsal kin besliyor hem de ona ulaşarak mutlu olabileceğini düşünüyor. “Biri olmak” için kısa yoldan çeteleşmeyi seçiyor. Öte yandan yaratıcılığı, sermayeyi ve devleti besleyecek şekilde örgütlemek isteyen sistem, teknofest tarzı etkinlikler ve kurduğu yapılarla yaratıcılığı sömürü, iktidar, denetleme, savaş teknolojisinin hizmetine sunmaya çalışıyor.
Bugün çoğu gencin bir şekilde üniversite okuduğunu düşünürsek; silo tipi eğitim düzeninde (birbiriyle ve hayatla bağlantısız, paket paket verilen ezberci eğitim düzeni) ortalama 15-20 yılını harcıyor. Gençlik, eğitim sistemi içinde kapitalist eğitim ve yaşam döngüsüne adapte olarak materyalist sorgulamalarından, merak etmekten uzaklaşıyor. Biraz şanslıysa, merak ve gelişimin önemini kavramış bir aile içinde büyümüşse veya başka bir etken nedeniyle farklı olabilir elbette. Fakat Türkiye gerçekliğinde proleter aileler, genelde merak ile okuma arasında negatif bir kolerasyon kurar ve okuldan, derslerden uzaklaştıracağını düşünüp çocuğuna, “sen okumana bak, çok merak etme, okuduktan sonra şey yaparsın” diye nasihat eder.
Normal tarihsel dönemlerde alışkanlıklar, gelenek-görenekler, kendini koruma içgüdüsü insanın düşünce ve pratiklerine yön verir. Fakat bugünkü gibi olağanüstü dönemlerde, toplumsal ve ahlaki düzen çatırdamaya başlıyor, insanlar içine doğdukları koşulları, bir ömür boyu taşıdıkları inanç ve önyargıları sorguluyor, kuşkulanıyor. Ülkemizde ve dünyadaki kaos koşulları insanlığı yaratıcı-yıkıcı olmaya zorluyor. Normal zamanlardan çıkıp, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı olasılıklar dünyasına girdiğimiz bir dönemi yaşıyoruz. İnsanlık, kendi uçurumuna bakmak zorunda kalıyor. İşte günümüz meselesi tam da budur. Gelenek-göreneklerin, belirlenmişliklerin, alışkanlıkların çatırdadığı; insanların içine doğdukları koşulları sorguladıkları bu kaos dönemine kim yön verecek? Merak ve yaratıcılık ağını geliştirip yeni patikalar açabilecek miyiz?
Bu bağlamda devrimci merakı ve yaratıcılığı ne kadar işledik, ön plana çıkardık? Merak soru sormaktır, keşfetmektir; kendini, yaşamı, toplumu dünyayı, evreni keşfettikçe, bilgiyle buluştukça ne kadar bilgisiz olduğunun daha çok farkına varıştır. Bunların sonucunda kendini yeniden üretmektir.
Merakı kolektif öğrenmenin bir parçası yapmamanın bir yanı da örgütlerin yeni fikirlere açık olmaması mıdır, bu, her yeni fikirden yeni örgütler doğmasıyla ne kadar ilintilidir? Her yeni fikirden zenginlik değil; ayrılıklar, “hizipler ve tasfiyeler” açığa çıkmıştır. Bu, yeni fikrin her zaman sakat olmasıyla ilgili değil, o yeni fikri örgütün zenginliğine dönüştüremeyen; doğrunun, bilimin, pratiğin tek olduğunu savunan kuruluş kodlarımızdan gelen bir kaos mevcut. Bu önderlik sorunu olduğu kadar, önderlik potansiyelini açığa çıkaracak paradigma sorunudur da. Bu bağlamda çelişkilerin büyümesiyle sınıf kini büyüyen ve bilgiyle buluştukça yaratıcılığı gelişen genç kuşakları tek tip düşünen, hareket eden örgütsellik anlayışının kavraması mümkün değildir. Yaratıcı-yıkıcı güce alan açmak için farklı düşünce ve pratikleri örgütün zenginliğine dönüştüren kolektif önderlik anlayışıyla mücadeleyi ve örgütsel inşayı yeniden yorumlamamız gerekir.
Devam edecek…
Bu yazının ikinci bölümü: Yeni Patikalar (2): Luigi Mangione Kime Sıktı? – Yılmaz Kara
Yılmaz Kara