Yeni Patikalar (2): Luigi Mangione Kime Sıktı? – Yılmaz Kara

Gramsci, Hapishane Defterleri’nde hem hapishanenin sansürünü kırmak için hem de Marksist saflarda gelişen mekanizme karşı praksis felsefesi terimini kullanır. Çünkü mekanik Marksistler, düşünce ve pratiği birbirinden kopuk ele alır. Sanki düşüncesiz pratik, pratiksiz düşünce var olabilirmiş gibi. Bu anlamda praksis felsefesi, bütünlük felsefesidir. Teori ve pratiğin bütünlüğünü imgeler.

Marx, sermayeyi vampire benzetir. Sermaye (ölü emek), canlı emeğin kanını emdikçe büyür. Fakat beyin çürümesi bağlamında ele aldığımızda sermaye sadece kanımızı değil beynimizi de emerek büyümeye devam ediyor. İnsanın bütünlük anlayışını paramparça edip şizofrenleştiriyor. Ve aynı zamanda bu sistem, paranın insan hayatından, doğadan daha değerli olduğu bir sistem. Beyin çürümesiyle birlikte insan yaşamını, doğayı para olarak görmenin sonuçlarını yaşıyoruz. Sermaye birikim süreci aynı zamanda sefalet birikimidir; köleliğin, yozlaşmanın, bezginliğin, zalimliğin ve bilinçsizliğin artışıdır. Örneğin “Yenidoğan Çetesi” diye adlandırıp sağlık sistemindeki sorunları, birkaç kişinin “ahlaksızlığı” olarak kavratmak istiyorlar. Ancak “ahlaksızlık” diye anlatılanı politik, sermayenin ilişkiler bütünü, sermaye birikim süreci olarak kavradığımızda nedenlere odaklanabileceğiz ve bataklığa-nedenlere “kurşun” sıkabileceğiz. Yine İliç’te doğa ve insan katliamına yol açan şirkete, devlet sübvansiyonlar vererek adeta “bu kadarı yetmez, daha fazla doğa ve insan katlet” diyor. Diğer yandan hayvan katliamlarını meşrulaştırarak insanı mankurtlaştırıyor, doğa ile kurduğu bağı yıkmaya çalışıyor. Meseleyi bu bağlamda sermaye ilişkiler bütünü olarak kavradığımızda, güncel olarak ormanın ne, uçurumun ne olduğunu kavrayabilecek, uçurumun kenarından kanatlanabileceğiz.

Sağlık alanından devam edersek, sorun tek başına “Yenidoğan Çetesi” değil, “Yenidoğan Çetesi”ni üreten sermaye ilişkileri bütünüdür. “Yenidoğan Çetesi”ni yok etmek çok bir anlam ifade etmiyor. Çünkü kapitalist iktidar ve sömürü sisteminin kendisi Yenidoğan Çetesi. Türkiye’de sağlık sistemindeki sorunları sağlık çalışanlarında gören insanlar, sağlık çalışanlarına şiddet uyguluyor. Yine benzer durumu, ABD’li sağlık sigortası şirketi UnitedHealthcare’in insanları nasıl sağlığından, yaşamından ettiğini, Luigi Mangione’nin bu şirketin CEO’sunu vurması ve sonrasında yazdığı mektupla birlikte gördük. Şöyle belirtiyordu: “Her gecikmede öfkem daha da arttı. Her reddedilişte, doktoru hastanenin bekleme odasının cam duvarından aşağı atmak istedim. Ama sorun onlar değildi. Doktorlar, resepsiyon görevlileri, yöneticiler, eczacılar, görüntüleme teknisyenleri ya da tanıştığımız herhangi biri değildi. UnitedHealthcare’di.” Haberlere yansıdığı kadarıyla L. Mangione, bu eylemi bir örgüte bağlı olarak gerçekleştirmedi. Fakat şu an terör suçlamasıyla ve idam talebiyle yargılanıyor. Çünkü tam da bataklığın kalbine kurşun sıktı. ABD yargısının ona terör suçlaması yöneltmesi, idam istemesi boşuna değil. Çünkü Mangione’nin eylemi, toplumsal bir sorunu politikleştiriyor. ABD, eylemin bir kelebek etkisi yaratmasından korkuyor. Diğer bir deyişle Mangione’nin geliştirdiği asabiyetin-politikanın toplumsallaşmasından, eylemin yaygınlaşmasından korkuyor.

Gramsci’nin şu ünlü tabiri son yıllarda çokça kullanılıyor. “Eski henüz ölmedi, yeni ise doğamıyor. Canavarlar çağındayız”. Ama bu tabir, verdiğimiz örneklerle birlikte daha bir kafaya oturuyor. Eskinin direnç noktaları, toplumsal asabiyeti sermayenin yeni ilişkilerine göğüs germek için ya yetmiyor ya da eriyip gidiyor. Direnci zayıflayan insan apolitikleşiyor, toplumla bağı zayıflıyor.

Heraclitus, kendiyle kavganın yarattığı gerilim ve uyum hakkında şöyle der: “Akılsız kişiler kendisiyle çatışmanın kendi içinde bir uyuma vardığını anlamazlar: Armoni, yay ve lirinki gibi, karşıt bir gerilimi içerir.” Elbette homojen bir toplumdan bahsedemeyiz. Toplumun bir kısmı sermayenin üretim sürecine olduğu gibi kendini kaptırırken bir diğer kısmı kendinden ve toplumdan rahatsızlık duyuyor.

Dünyanın ve toplumun kapitalist üretim ilişkilerinin geldiği düzey sebebiyle altüst olduğu bir kaos döneminden geçiyoruz. Gerçek anlamda bir tufan oluyor. Sermaye hala egemen fakat sermayenin toplum üzerinde geliştirdiği egemenlik ilişkileri değişiyor. Olasılıklar evresine girdiğimiz dünyada komünizan filizleri, komünal bir ormana; yeni üretim ilişkilerine – canavarlar çağına göğüs geren asabiyetle ve örgütsel bir çekim gücü yaratarak dönüştürebiliriz.

Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı adlı eserinde “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” der. Bu cümleye fikrimizi açımlamak bağlamında şöyle bir ek yapalım. Bilinçlendiğin, kendini, kendini-toplumu yaratan koşulları, tarihin diyalektiğini, devleti, sermaye ilişkilerini… kavradığın ölçüde bilincin varlığını belirleyebilir. Kapitalist insan üretiminin içinden çıkıyoruz. Bu bağlamda bilincimizde az veya çok kapitalist devletin üretim mekanizmasından çıkıyor, roller ediniyoruz. Ben’i, bilinci belirleyen şeyleri çözümlediğimizde kendimizle, kendimizi üreten koşul olarak toplumla, sistemle, içine doğduğumuz anlamlarla mücadele edebilir, toplumsal varlığımızı değiştirebiliriz. Bilinçsiz bir şekilde mücadelede ise insan sisteme lanet okusa da sistemi oluşturan ormanın bütünlüğüyle değil, yapraklarla uğraşıyor. İdealist patikalarda yola devam ediyor. Belirlenmişlikleri, koşullanmışlıkları aşamıyor.

Zorunluluk olarak algıladığımız seçenekler, tercihler her zaman zorunluluk değildir. Başka bir tercih yaratamamak, koşullara hapsolmakta zorunluluk olarak gelir bize. Hal böyle olunca o “zorunluluklar” bizim zindanımız olur. Başka bir tercih yaratma imkanı var ve biz yaratıcılığa değil de koşullanmışlıklara odaklanmışsak, zorunluluk o dar dünyamızı yansıtır. Düzenin yarattığı idealist öğreti öyle bir algıyla insanı sarıp sarmalar ki onun dışından çıkıp bakmakta zorlanır, tıpkı Platon’un mağarasından dışarı çıkınca gözleri ışıktan kamaşan insan gibi. Kapitalist düzen ilişkileri dışına çıkamayan insan, kaos dönemlerinde yine kapitalist sistemin oluşturduğu düzene çöküyor. Fakat dünyanın, kendinin, toplumun bilincinde olan, yaratıcılığı gelişkin insan, kaosta yeni bir düzen kurmasını bilir.

Bugün tarih bize soru soruyor. Marx, El Yazmaları’nda, komünizmi tarihin çözülen bilmecesi olarak tarif eder. Bu önemli ve dikkatle üzerinde durulması gereken bir tariftir. Zira cümlenin bilmecesi çözüldüğünde belki de binlerce sayfa kitapta elde edemeyeceğimiz komünist-komünizm formülünü bu cümle verir bize. Zaten Marx da tüm ömrünü bu bilmeceyi çözmeye adamıştır.

Tarihin sorduğu soruların cevabı tarihin bileşke gücünde ve bugünün organik bütünlüğünde gizli. Güncel olarak İsrail’in Lübnan’da, Filistin’de; Türkiye’nin Kürdistan’da yaptığı katliamlara, kadın, işçi, doğa katliamlarına, gençliğin geleceksizliğine, yoksulluğun çaresizliğine, özgürlük yoksunluğuna, sağlığın, eğitimin, doğanın piyasalaşmasına, yıkıcı proleterleşmeye… karşı ses çıkarmayan, eyleme geçmeyen bir komünizmden bahsedemeyiz. Diğer yandan komünistlik sistemle olduğu kadar kendindeki sistemle de mücadeledir. En azından 5.000 yıllık bir sömürü ve iktidar tarihinin birey ve toplum üzerinde bıraktığı izlerin yanı sıra sermaye ilişkilerinin insana kattığı karakterle, konfor alanlarıyla, pratiklerle kavga ederek bir komünizm-komünistlik tarifi yapabiliriz.

Elonor Marx, Engels’in “Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm” kitabının önsözünde şöyle der: “Ben, Engels’i yalnızca doğduğum günden beri tanımaktayım. Bir insanın uzun zaman yakınında bulunmuş olmanın onu iyi tanımak için elverişli bir koşul olup olmadığı tartışılmaya değer. En az tanıdığımız insan, kendimiz değil miyiz?” Engels’in ölümsüzleşmesinin ardından ise şu şairane cümleleri önsöze ekler: “Bu yürekli demircinin örsteki çekiç sesi artık işitilmeyecektir; usta işçi yıkıldı; güçlü ellerinden düşen çekiç yerdedir ve belki de orada uzun süre kalacaktır; ama onun döverek yarattığı silahlar yerli yerindedir, sağlam ve pırıl pınl. Yeni silahlar yaratmak çoğumuza vergi değilse de, en azından hepimiz, üzerimize düşeni yapmalıyız, bize teslim edilen silahları paslanmaya bırakmamalıyız; ve bu silahlar, ancak böyle davranmakla, bize zaferi sağlayacaktır ve onun için yapılmıştır.” Buradan meramımızı tarif etmeye çalışırsak; birinci soru, Elenor Marx’ın en az kendimizi tanımıyor muyuz diye sorduğu yerde kendimizi ne kadar tanıyoruz? Diğer bir deyişle kendimizi üreten tarihsel-toplumsal koşulları, değişen sermaye ilişkilerini ne kadar tanıyoruz? İnsan kendini yaratan koşulları anladığında sermaye düzeni içinde yoğunlaşmış tarihsel sömürü ve iktidar ilişkileriyle daha güçlü bir şekilde mücadele edecektir. Kendimizi tanımadığımız koşullarda kendinde devrimi nasıl sağlarız? Kendinde devrimi sağlayamayan, temas ettiği insanlarda devrimi nasıl sağlar? İkinci alıntı üzerinden ilerlersek; usta işçiler Marx ve Engels’in teorik temellerini attığı bilimsel sosyalizm, Kapital’de yaptığı ekonomi-politiğin eleştirisi, toplum-tarih çözümlemeleri bizim en temel silahımızdır. Fakat uzun zamandan beri sosyalist saflardaki pragmatist anlayış, silahları paslanmaya bırakmıştır. 

Öte yandan sosyalizm mücadelesi bilimin gelişimi, toplumun değişimi, düşman taktiklerinin vb. değişimine mukabil değişim-gelişim göstermek zorundadır. Bugün sermaye hala egemendir, fakat elindeki araçlarla egemenliğini daha da genişletmiştir. Daha farklı bir sermaye egemen toplum düzeni üretmektedir. Kendimizi-toplumu tanıyarak aynı zamanda örs ve çekici praksis temelinde ele alıp kendimizle-toplumla-kapitalist sömürü ve iktidar düzeniyle mücadele edecek yeni araçları yaratmamız gerekiyor. Bugün temel sorunumuz, çağa uygun yeni silahlar geliştiremeyişimizden kaynaklanıyor. Bunun da temel kaynağı çok uzun zamandan beri özgürleşme diyalektiği-özgürlük siyaseti üzerinden değil, pragmatizm, popülizm, alışkanlık ve rutinlerin yarattığı konfor alanları üzerinden hareket etmemiz.

Özgürleşme siyaseti, özgürlüğü engelleyen süreç ve şeyleri çözümleyerek hareket eder. Özgürlük ve zorunluluk diyalektiğini birey-toplum ilişkisi, üretim süreci, geçmiş-an-gelecek diyalektiğiyle birlikte çözümler. Pratiğini-çözüm gücünü bu çözümleme üzerine kurar. Pragmatizm ise insanı araçsallaştırır, nesneleştirir. Pragmatizmin hep bir acelesi vardır. Tıpkı endüstriyel futbol taraftarı-holiganı gibidir. Hemen şampiyon olmak ister. Yapılanma, geleceğe yatırım yapma onun işi değildir. Yıldız transferleriyle politik anlamda popülizmle işi çözeceğini zanneder, fakat ilk yokuşta tökezlemeye başlar. Çünkü alışkanlık ve rutinlerin esiridir.  Bu çözümlemeleri yapmaz. Örgütlenen kişi zaten “özgürleşmiştir”. Zaten birileri teori yapıyordur. Diğerlerinin teoriyi anlamasına çok da ihtiyaç yoktur. O kendi işini yapsın, yeterdir. Bu anlamda pragmatizm, yeni koşullara yeni silahlar geliştirmez, eskinin alışkanlıkları üzerinden hareket eder. Fakat kapitalist emperyalizm durağan değildir, tıkandığı yerde araçlarını-yapısını-söylemini-ideojisini yenileyerek saldırısına devam eder. Bunları pragmatizmin faydacı anlayışıyla göğüslemek mümkün değildir.

Özgürlük siyaseti ise praksis temelinde hareket eder. Teori ve pratiği birbirinden ayırmaz. Fakat örgütlenmenin ilk adım olduğunun farkındadır. İnsanın önünde yürüyeceği daha çok yol, geçilecek daha çok eşik, açılacak birçok kapı vardır. Bu süreçte önemli olan, özgürleşmeyi duyumsamak ve duyumsatmaktır. İnsanın kapitalist ilişkiler bütününden kurtuluşu bağlamında özgürleşme devrimcinin yakıtıdır, motor gücüdür. Bu yakıtı sağlayamayan ve çelişkilerini aşamayan ya da çelişkileri geçiştiren pragmatist siyaset, insanı harcayıp sistemi yeniden üretirken, özgürleşme siyaseti zorluğun-çelişkinin üzerine gider ve çelişkiyi aştıkça yakıtını sağlar, kendini devrimci bağlamda yeniden üretir. Bu anlamda örgütlenme ve devrim bir an değil, süreç işidir. Gelişimini süreklileştirmeyen, çağın ekonomik ve toplumsal, bilimsel ve teknik alanlarındaki gelişim ve ilişkilerini takip etmeyen, buna göre kendi araçlarını yenilemeyen, devletin ve sermayenin saldırılarına karşı savunmasını güncellemeyen; yani örgütü, toplumsal ilişkilerini, kadrosal gelişimini yenilemeyen bir anlayış, varlığını sürdürebilir ama marjinal olmaktan kaçamaz.

Gramsci’de mevzi, manevra ve yeraltı savaşı ayrımı vardır. Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır ya da siyaset savaşın başka araçlarla devamı. Fakat gözetlemenin, denetlemenin üst boyutlara ulaştığı, verilerle daha öngörülebilir olan sermaye ilişkilerinin dışına çıkmak için gerilla siyaseti üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Gerilla olmak, öngörülemez olmaktır, beklenmeyen olmaktır; düşmanın en güçlü olduğu yerde değil, düşmanın en zayıf yerine vuruşlar gerçekleştirerek savaş yürütür. Bu bağlamda gerilla siyaseti de beklenmeyendir, öngörülemeyendir. Ama sadece anlık çıkışlar bağlamında öngörülemez olmak değildir. Örgütü-kadroları sermaye üretim sürecine karşı bağışık kılmaktır. Elbette dünyada kapitalizm hakim. Fakat kapitalizmle girdiğimiz ilişkiyi, yeni saldırılarına bağışıklık kazandıran bir iğne gibi değerlendirmek gerekiyor. Bu bağlamda geliştirdiği mekanizmalarla, kapitalist ilişkileri yadsıyan ilişkilerle örgütlülük, bu bağışıklığı yayma biçimidir. 

Bunu Ranciere’in polis-politika ayrımı ile birlikte anlatırsak meramımızı daha iyi açabiliriz. Ranciere politika ve polis ayrımı yapar. Polisi, hakim bilinen anlamı dışında sistemin bilincimize ördüğü roller, hiyerarşiler ve kimlikler olarak değerlendirir. Politika ise bu rollerin dışına çıkıştır, polis düzenindeki rollerden, kimliklerden özgürleşmedir, hiyerarşinin reddidir. Bunların dışına çıkınca politikanın başladığını belirtir. Bu bağlamda öngörülemez, hesaplanamaz olmak; sistemle uyumsuzluğu, sistem içi ilişkilerdeki yönetilen pozisyonunu kabul etmemeyi, toplumsal olanın politikleşmesini ve politikayı toplumsallaştırmayı gerektirir. Yanı sıra günümüz üretim süreci ve ilişkilerinde hangi ilişki, araç, rutin ve alışkanlıkların insanı öngörülebilir, hesaplanabilir kıldığının bilinciyle bu üretim süreci yadsınabilir.

Öyle ki, Marx-Engels komünizmi sadece bir gelecek tahayyülü olarak ele almazlar, komünizmi an’da yürüyen hareket olarak tarif ederler. Elbette bu alelade bir hareket değildir. Zamana hükmedenlere, zamane mağarasını inşa edenlere ve onların insanı hapsettiği pratiklere-rollere itiraz eden, özgürlük praksisini inşa eden, zamanı yeniden kazanan, mağarayı yıkan bir harekettir komünizm.

Mangione eylemden sonra yazdığı mektupta şöyle yazıyor: “Gladyatör 1’de Maximus, kendisini Roma lejyonunun bir parçası olarak tanımlayan askeri dövmesini keser. Arkadaşı, ‘Bu senin tanrının işareti mi?’ diye sorar. Maximus kendi etini daha derin oyarken, kanı derisinden aşağı damlarken gülümser ve ‘evet’ anlamında başını sallar. Dövme, tanrı olan imparatoru temsil eder. Tanrı İmparator, kendini Maximus’un bedeninin bir parçası haline getirmiştir. İmparatoru yok etmenin tek yolu kendisini yok etmektir. Maximus acıya rağmen gülümser çünkü buna değdiğini biliyordur.”

Mangione’nin anlattığı hikayeyi okuyunca Demet Ş. Dinler’in “İşçinin Varlık Problemi” adlı kitabındaki bir diyalog aklıma geldi: “Geri dönüşüm işçileri hareketinde aktif rol alan, çok zeki ve ateşli bir işçi olan on dokuz yaşındaki İbrahim, yüksek binalardan birine bakarak, o sabah o binanın altındaki çöplerden kağıt toplarken onuncu kattan bir kadının ona bağırdığını anlatıyor: Onuncu kattaki kadının penceresini açıp bana öyle bağırmaya ne hakkı var? Ne yapmamız lazım? Hem neden ben onun yerinde olamıyorum? Sorun nerede? (…) işçi lideri yanıtlıyor: Sorun sensin. Kadın değil. Ben miyim? Diye şaşırıyor İbrahim, O zaman ne yapayım yani? Kendi kendimi mi yok edeyim? Hareketin örgütleyicisi başını sallıyor: Evet önce kendini yok etmelisin. Bundan önce yapılmış sayısız konuşmanın son noktası olarak görülebilecek bu yalın diyalogda genç işçi için çok önemli bir ders saklı: Onuncu kata özlem duyarak aslında var olan toplumsal ilişkileri yeniden üretmiş oluyor; çünkü önerisi var olan pozisyonları değiştirmekten öteye gidemiyor. Kapitalist toplumdaki normları alttan alta kabul ediyor. Onuncu katın varlığındansa kadına kızıyor; toplumsal pozisyonlardansa bu pozisyonlan işgal edenlere öfkeleniyor. Dahası var. Eğer İbrahim var olan toplumsal ilişkileri yeniden üretiyorsa, o halde bu yeniden üreten özneyi, yani kendisini yok etmeli.” Her iki hikaye de durumu çok iyi özetliyor. İşte bu rollerdir burjuvaziyi, yöneticileri, sermaye sistemini ayakta tutan. Burjuva devlete biat eden proletarya kendi rolünden özgürleşirse burjuvaziyi de yok edecektir. Bu düzeni yok etmek için proletarya kendisini yok etmelidir, polis düzeninde kendine verilen rollerin dışına çıkıp sazı kendi eline almalıdır.

ABD yargısının, ABD’li sağlık sigortası şirketi UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson’ı vuran Luigi Mangione’yi terörden yargılaması boşuna değil. Çünkü Mangione kapitalizmin öngöremediğidir, hesaplayamadığıdır. Bu bağlamda terör suçlaması, korku yaratarak insanı ehlileştirme aracından başka bir şey değildir. Polis düzeninde, insanlar böylesi durumlarda hukuka başvurur, yıllarca mahkemenin sonuçlanmasını, adaletin gelmesini bekler. Sonuçta vicdanı tatmin etmeyen ama sermayeyi, kapitalist devleti koruyan sonuçlar ortaya çıkar. Bunun bilincine annesini ve kendi sağlığını kaybederek varan Mangione, adaleti kendi sağlamıştır. Polis düzenindeki rollerin dışına çıkıp, politikayı başka araçlarla savaşa döndürmüştür; toplumsal sorunu politikleştirmiş, sermaye birikim sürecine ateş etmiştir.

Ana akım medyada Mangione, tutuklandıktan sonra rahat tavırları dolayısıyla “cinayet işleyen bir cani” gibi lanse edilmeye çalışılıyor. Ama biliyoruz ki onun rahatlığı sistemdeki rolünden özgürleşmesinden. Çünkü bu kurşun, kendisinin kapitalist sistemdeki rolüne de bir kurşundur. Bu yüzden yaşadığı acıya rağmen gülümsüyor. Mangione, yolu göstermiştir. Mesele bu dili, üslubu, bu asabiyeti yani politikanın-savaşın güncel-gerekli biçimini toplumsallaştırmaktır.

Yılmaz Kara

Bu yazının ilk bölümü: Yeni Patikalar (1) – Yılmaz Kara


EK: Luigi Mangione’nin son mektubu: Allopatik kompleks ve sonuçları

(Luigi Mangione’nin son mektubunu, Gerçeğin Günlüğü‘nün çevirisi ve Komün Gücü‘nün notu ile birlikte, bu yazımıza ek olarak yayınlıyoruz.)

Mektup okunduğunda da görüleceği üzere, Mangione’nin, tam olarak belli bir ideolojik-siyasal çizgisinin olduğu söylenemez. Ancak Mangione, mektubunda, annesinin hastalık sürecinde UnitedHealthcare’in gösterdiği tutumdan yola çıkarak, sağlık sigortası şirketlerinin kâr odaklı yaklaşımına yönelik tepkisini ve öfkesini yapabildiğince siyasal bir şekilde dile getirmeye çalışmış. En önemlisi ise ‘şiddetsizlik’ öğüdünün sistemin devamlılığını sağlayan bir araç olduğunu ifade etmiş. Buradan hareketle, UnitedHealthcare şirketinden hesap sormak için bir ‘savaş eylemi’ne girişeceğini söylemiş. Hepimizin bildiği üzere Mangione bu eylemi gerçekleştirdi.

Bugün hem dünyada, hem de Türkiye’de tıpkı Mangione gibi milyonlarca genç var. Bu yüzden Mangione’nin tepkisini ve öfkesini ezilenin şiddetine dönüştürüp egemene yöneltmesi, onu görenler için bir örnek yaratması bakımından kuşkusuz çok önemli. Zaten mektubunda ‘eylemlerimiz başkalarının hayatlarını iyileştirebilecek dalgalanma etkilerine sahiptir’ derken bunun da altını çiziyor Mangione. Onun ezilenin egemene karşı meşru şiddetini bireysel eylemler düzeyinde sınırlaması içinde bulunduğu düzlemden doğru anlaşılabilir. Ancak şiddetin yıkıcı ve kurucu etkisinin gerçek anlamda ortaya çıkabilmesi ve doğrudan devlete yönelmesi kolektif bir harekete dönüşmesiyle mümkündür. Bu gerçeğin bilincinde olarak, Mangione gibi gençlere temas edebilmek için onun yaptığı eyleme ve ardında bıraktığı bu mektuba bakmak kuşkusuz devrimci komünistler için esinleyici olacaktır.

– Komün Gücü

Luigi Mangione’nin son mektubu:

(…) İkinci değişiklik (ABD Anayasası’nda yapılan ve yurttaşların meşru müdafaa kapsamında silah bulundurmasına izin veren ikinci değişiklik; ç.n.), benim kendi yürütme organımın başı ve kendi ordumun başkomutanı olduğum anlamına gelir. Bana ve aileme savaş açan düşman bir varlığa karşı kendi meşru müdafaa eylemime izin veriyorum.

Nelson Mandela, şiddetin hiçbir biçiminin mazur görülemeyeceğini söyler. Camus, yaşasanız da ölseniz de ya da bir fincan kahve içseniz de her şeyin aynı olduğunu söyler. Martin Luther King, şiddetin asla kalıcı barış getirmeyeceğini söyler. Gandhi, şiddetsizliğin insanlığın elindeki en büyük güç olduğunu söyler.

Size kahraman olduklarını söyledikleri kişiler. İşte devrimcilerimiz bunlar.

Yine de bu kapitalistçe değil mi? Şiddetsizlik, sistemin tam gaz çalışmasını sağlar.

Bu bize ne kazandırdı? Aynaya bakın.

Şiddetten uzak durmamızı istiyorlar ki bizden aldıkları kanla semirebilsinler.

Tek çözüm vasıtasıdır. Hepimiz başaramayacağız. Her birimiz kendi baş yöneticimiziz. Neye tahammül edeceğinize karar vermelisiniz.

Gladyatör 1’de Maximus, kendisini Roma lejyonunun bir parçası olarak tanımlayan askeri dövmesini keser. Arkadaşı, “Bu senin tanrının işareti mi?” diye sorar. Maximus kendi etini daha derin oyarken, kanı derisinden aşağı damlarken gülümser ve ‘evet’ anlamında başını sallar. Dövme, tanrı olan imparatoru temsil eder. Tanrı İmparator, kendini Maximus’un bedeninin bir parçası haline getirmiştir. İmparatoru yok etmenin tek yolu kendisini yok etmektir. Maximus acıya rağmen gülümser çünkü buna değdiğini biliyordur.

Bunlar son sözlerim olabilir. Benim için ne zaman geleceklerini bilmiyorum. Ne pahasına olursa olsun onlara direneceğim. Bu yüzden acıya rağmen gülümsüyorum.

Anneme kırk bir yaşındayken şiddetli nöropati teşhisi koydular. Annem, bunun on yıl önce ayaklarında yanma hissi ve ara sıra keskin bıçak saplanır gibi ağrılarla başladığını söyledi. Ağrı önce birkaç dakika sürüyor, sonra karıncalanmaya, sonra uyuşmaya dönüşüyor, birkaç gün sonra da hiç kalmıyordu.

İlk kez acıdığında görmezden geldi. Sonra yılda birkaç kez oldu ve görmezden geldi. Sonra birkaç ayda bir. Sonra ayda birkaç kez. Sonra haftada birkaç kez. O noktada, karıncalanma hissizliğe dönüştüğünde ağrı başlıyordu ve rahatsızlık sürekli hale geliyordu. O noktada, kendi öğle yemeğini hazırlamak için kanepeden mutfağa gitmek bile büyük bir çaba haline geldi.

İbuprofen ile başladı, ta ki mide ağrıları ve asit reflüsü asetaminofene geçmesine neden olana kadar. Sonra baş ağrıları ve zar zor uyuması ibuprofene geri dönmesine neden oldu.

İlk doktor, psikosomatik olduğunu söyledi. Hiçbir sorunu yoktu. Rahatlamaya, stres atmaya ve daha fazla uyumaya ihtiyacı vardı.

İkinci doktor, omurgasında sıkışmış bir sinir olduğunu söyledi. Sırt ameliyatı olması gerekiyordu. 180 bin dolara mal olacaktı. Tekrar yürümeye başlamadan önce iyileşmesi en az altı ay sürecekti. Tam potansiyel iyileşme için on iki ay gerekiyordu ve bir daha asla on kilodan fazla ağırlık kaldıramayacaktı.

Üçüncü doktor, Sinir İletim Çalışması, Elektromiyografi, MRI ve kan testleri yaptı. Her test 800 ila 1.200 dolara mal oldu. Ekim ayında UnitedHealthcare planının 6.000 $’lık muafiyetine ulaştı. Daha sonra doktor tatile çıktı ve annem, muafiyetinin sıfırlandığı Ocak ayına kadar testlere devam edemedi.

Testler, ciddi nöropati olduğunu gösterdi. 180 bin dolarlık ameliyatın hiçbir etkisi olmayacaktı.

Ağrı için opioid reçete ettiler. İlk başta ağrı kesici, sürekli zihinsel sis ve kabızlığın bedelini ödemeye değerdi. Bunu bana daha sonra anlattı. Tek hatırladığım, yıllar sonra ilk kez bir seyahate çıktığımız, akvaryuma gitmek için beni Monterey’e götürdüğü. Gerçek hayatta bir su samuru gördüm, sırt üstü yüzüyordu. Sabah 7’de yola çıktık ve dört saatlik araba yolculuğunda Green Day dinledik. Zamanla, opioidler işe yaramayı bıraktı. Onu acıya karşı daha hassas hale getirdiler ve sadece iki ya da üç saat sonra yoksunluk belirtileri hissetti.

Sonra gabapentin. Artık ağrıları o kadar şiddetlenmişti ki egzersiz yapamıyordu, bu da yavaşlayan metabolizma hızı ve hormonal değişimler nedeniyle kilo almasına neden oluyordu. Gabapentin ağrıya neredeyse hiç iyi gelmiyordu ve onu o kadar yorgun düşürüyordu ki bütün bir günü yataktan çıkmadan geçiriyordu.

Sonra kortikosteroidler. Ki işe yaramadı bile.

Ağrı o kadar kötüydü ki, annemin geceleri acı içinde çığlık atarak uyandığını duyuyordum. Odasına koşup iyi olup olmadığını soruyordum. Sonunda kalkmayı bıraktım. Sözsüz acı çığlıkları atıyor ya da “siktir” kelimesini son sınırına kadar gerip şişiriyordu. Arkamı dönüp uyumaya devam ediyordum.

Tüm bunlar olurken, takip randevusu üstüne takip randevusu, uzman konsültasyonları ve daha fazla tomografi ile bizim kanımızı kuruttular. Her randevunun tamamen karşılanacağı sözü verildi, ta ki sigorta talepleri gecikene ve reddedilene kadar. Allopatik tıp, annemin çektiği acılara yardımcı olmak için hiçbir şey yapmadı. Yine de tüm toplumumuzun temelidir.

Annem bana iyi olduğu bir günde sinir ağrısının bacakların buzlu suya batırılması gibi olduğunu söylemişti. Kötü olduğu günde ise bacakları bir makine atölyesinin mengenesine sıkıştırılmış, krankların dönmeyi bıraktığı yere kadar vidalanmış, sonra da ayak bileği kemikleri sıkılaşan kelepçeye uyum sağlamak için yaylanıp çatlayana kadar daha da ezilmiş gibi hissettiriyordu. İyi günlerinden çok, kötü günleri vardı.

Annem banyoya elleri ve dizleri üzerinde sürünerek giderdi. Geceleri ağlamasından uzaklaşmak için oturma odasında uyurdum. Yine de uyanırdım ve yine de uyumaya devam ederdim.

O zamanlar yapabileceğim hiçbir şey olmadığını düşünüyordum.

Yüksek ek ödemeler sürekli tedaviyi imkânsız hale getiriyordu. Yeni tedaviler “tıbbi olarak gerekli değil” denilerek reddediliyordu. Eski tedaviler işe yaramadı ve yine de bizi binlerce dolar zarara soktu.

UnitedHealthcare, uzman konsültasyonlarını yılda iki kez ile sınırladı.

Daha sonra uzmanlardan randevu almak için gerekli olan kapsamlı görüntülemeyi karşılamayı reddettiler.

Ön izinler önce haftalar, sonra aylar sürdü.

UnitedHealthcare, geri ödeme prosedürünü sürekli değiştirdi. Annemin doktorunun notlarını fakslaması gerektiğini söylediler. Daha sonra, fakslanan hasta yazışmalarını kaydetmediklerini ve doktorun daktilo edilmiş notlarının basılı bir kopyasının postalanmasını istediklerini belirttiler. Sonra da notları hiç almadıklarını söylediler. Notları alıp dosyalayana kadar talebi onaylayamadılar.

Teminat sözü verdiler ve anneme verdikleri sözü tutmadılar.

Her gecikmede öfkem daha da arttı. Her reddedilişte, doktoru hastanenin bekleme odasının cam duvarından aşağı atmak istedim.

Ama sorun onlar değildi. Doktorlar, resepsiyon görevlileri, yöneticiler, eczacılar, görüntüleme teknisyenleri ya da tanıştığımız herhangi biri değildi. UnitedHealthcare’di.

İnsanlar ölüyor. Kötülük kurumsallaştı. Şirketler milyonlarca Amerikalının acısından, ıstırabından, ölümünden ve geceleri yükselen acı dolu çığlıklarından milyarlarca dolar kazanıyor.

Sigorta ödemelerimiz ve tıbbi ihtiyaçlarımızla orantılı bakım sözü veren yasal olarak bağlayıcı bir sözleşme ile sağlık hizmetleri için bir anlaşmaya girdik. Sonra UnitedHealthcare, kuralları kendi kârlarına uyacak şekilde değiştirdi. Kuralları kendilerinin koyduğunu ve yasal olduğu için kimsenin onları cezalandıramayacağını düşünüyorlar.

Dışarıda onları durduracak kimsenin olmadığını düşünüyorlar.

Şimdi kendi kronik sırt ağrım, beni geceleri acı içinde çığlık atarak uyandırıyor. Bizi rahatsız eden şeyin gerçek panzehirini bana gösteren başka bir şifa türü aradım.

Zamanımı kolluyorum, son darbelerimi vurmak için son gücümü saklıyorum. Tüm çıkarıcılar, milyonlara çektirdikleri acıları yutmaya zorlanmalıdır.

Kendi baş yöneticilerimiz olarak, kendi hayatlarımızı daha iyi hale getirmek bizim yükümlülüğümüzdür. Her şeyden önce kendi koşullarımızı iyileştirmeye ve kendimizi savunmaya çalışmalıyız. Bunu yaparken, eylemlerimiz başkalarının hayatlarını iyileştirebilecek dalgalanma etkilerine sahiptir.

Kurallar iki birey arasında, tüm dünyayı kapsayan bir ağ içinde mevcuttur. Bu kuralların bazıları yazılıdır. Bu kuralların bazıları iki birey arasındaki doğal saygıdan kaynaklanır. Bu kurallardan bazıları yerçekimi, manyetizma ya da potasyum nitratın kimyasal bağlarında depolanan potansiyel enerji gibi fiziksel yasalarda tanımlanmıştır.

Hiçbir belge, tüm insanların temel değer ve ahlaki statü bakımından eşit olduğu inancını ve kolektif refahı teşvik etmeye yönelik çerçeveleri ABD anayasasından daha iyi özetleyemez.

Bir kuralı yazmak onu kanun haline getirir. Kanunlar umurumda bile değil. Kanun hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan, kendi refahımızı en üst düzeye çıkarmak için kendi mantığımızın ve bizden öncekilerden öğrendiklerimizin rehberliğini takip etmektir, bu da sevdiklerimizin ve toplumumuzun refahını en üst düzeye çıkaracaktır.

UnitedHealthcare işte bu noktada yanlış yaptı. Annemle, benimle ve diğer on milyonlarca Amerikalı ile yaptıkları sözleşmeyi ihlal ettiler. Kendi sağlığıma, ailemin sağlığına ve ülkemiz insanlarının sağlığına yönelik bu tehdit, bir savaş eylemiyle karşılık vermemi gerektiriyor.