“Dünyanın dogmatik bir öngörüsünde bulunmuyoruz, fakat yeni dünyayı eski dünyanın eleştirisi yoluyla bulmak istiyoruz” – K. Marx
Bu cümlelerin üzerinden yıllar gelip geçmiş, salt geçen zamanın kendisi değil de bugünümüz ve yarınımıza dair devrimci eleştirinin güncelliği ile geleceği arasında sahici bir bağ kurulamadığından dolayı mücadelede ön açıcı olunamıyor. Haliyle yeni arayışlar da her dönemin devinimi içinde kendi dogmasını yüceltmekten geri kalmıyor. Oysa bugün için her zamankinden çok an’ı, şimdiyi ve geleceği birlikte düşünebilme, örgütleme yeteneğine ihtiyaç var, hem de fazlasıyla…
Defaatle vurgulamaya çalıştığımız şeyler, siyasetimizde ne düzeyde karşılık buluyor sorusunu geri dönüşler üzerinden test etme araçları, bazen bir makalenin satır aralarında saklıdır, bazen de o satır araları hadisenin kaynağına iner ve her şeyi ifşa eder. Bize bu cümleleri kurdurtan ise Komün Dergi’nin internet sitesinde yayınlanan Yılmaz Kara’nın Yeni Patikalar (1) ve Yeni Patikalar (2): Luigi Mangione Kime Sıktı? yazılarıdır. Arayış-çıkış hikayemizin uzun ve kısa vadedeki patikalarına, güzergahlarına nereden nasıl varacağımızın ipuçlarını sunuşunun yanı sıra meselelerle nasıl ilişkilenmemiz gerektiğinin altını çizerken; “anlatılan senin hikayendir” minvalinden kurduğu özdeşliğin uyandırdığı meraktır aslında bizi cezbeden. Her bir komünarın kendisini yeniden örgütlemesine de davettir. Yani pozisyonlarımız ne olursa olsun, içinde yer aldığımız hikayenin öznesi isek hayata ve mücadeleye dair kendi cümlelerimizle, kolektife her türden katkıyı sunmakla mükellefiz. Sınıfsal ve toplumsal mücadelenin ürünü bir devrimciliğin geliştirilmesi sorunu, biraz da buna bağlı. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde kısmen buna değineceğiz. Kaldı ki yeni patikaların bizde uyandırdığı etki tam da bu mevzunun derinliğine, dahası örgütselliğine ilişkin bir karşılık vermek; yoksa, sözün üstüne söz söylemek değildir amacımız.
Malum, içinde bulunduğumuz koşulların ürettiği sorunlar salt bugünün sorunları da değildir. Geçmişin hesabı da günümüze dahildir. Krizin krizini de tetiklemektedir. Bu her açıdan böyle. Kapitalizme karşı alternatif yaratamamışız. Dönem ve süreçler değişmiş, biz olduğumuz yerde çakılı kalmışız; bırakın bu yeni dönemi çekip çevirmeyi, müdahil bile olamıyoruz. Sürecin bir hayli gerisindeyiz. Bizim açımızdan bunun bilincinde olmak yetmez, hareket tarzımızı çelişki ve çatışmanın odağı olan tüm dinamiklere doğru yöneltmeli ve bu dinamiklerin bizi güçlendirmesinin yollarını arayıp bulmalıyız. Dün koşulları zorluyorduk, bugün ise koşullar bizi zorluyor.
Örgütlülük, yapıp ettiklerimizin bir birikime ve o birikim, hareketin devinimini süreli-süresiz yönetebilme iradesine, gücüne erişmesidir. Eleştiriye tabi tuttuğumuz şeylerden de kopuşun izahıdır. Devrimci faaliyetimiz, zamana ve mekana göre bazen adım adım ilerler, bazen de ani sıçramalar ister. Örgütsellikte iç içe geçmiş o kadar çok şey var ki, birinden birini seçme şansımız, lüksümüz olmayabilir. Ama işin esasını kavramışsak, sorun etmeye gerek yok. Uyarlamaya çalıştığımız şey, pratikte hem içselleştirdiklerimizi geliştirecek hem de ilişkilendiklerimizi bize bağlayacak. Bağlılığı karşılıklı okuyalım, yani özümsemenin özümsenmesi. Yeni patikalara başka türlü varılamaz, başka türlü yaklaşılamaz. Yönelimlerimiz ve girişimlerimiz çerçevesinde müdahillikle başlayan ve giderek sürecin içine içine sızan, nüfuz eden halimiz; hareketin bütün dinamiklerini de yerinden sarsar, oynatır. Çünkü o fırsatı yakalama, yaratma, ele geçirme içerden bir örgü gerektirir ve bu çakışmaların üzerinden gelişecek şeylerin, sınıfsal-toplumsal ilişkilere yansıma biçimini genelleştirmesi büyük önem taşır.
Yukarıda sıraladıklarımızın yoksunluğu nedeniyle bazen bir bireyin koyduğu eylem, gidişata yön verir ve sürükler bizi; önüne geçemeyeceğimiz gibi kişi eylemi ile olayı belirler, daha doğrusu olayın önüne geçer. Olan olur, yaşanan yaşanır. Kuşkusuz tarihsel sonuçlar doğuracağı gibi özgün bir vaka olarak tarihe damgasını vurabilir. Bu ihtimallerin güncelliği, düne göre çok daha fazla artmıştır. Yakın tarihimizin kaydettiği benzer olaylar, hala hafızalarımızda tazedir. Aynı zamanda tarihin akışını belirleyen çelişkinin, çatışmanın derinliğinin, keskinliğinin çeşitlenme ihtimali çoğalmaktadır. Biz, görünen ile ilgiliyiz; ama görünmeyenin görünenin içinde saklı olduğun bilelim, bilelim ki benzer süreçlerin nereye evrileceği konusunun üstünden atlamayalım. Çünkü bizim kadar egemenleri de ilgilendiriyor bu, hatta onları daha fazla ilgilendiriyor. Mevcudun dışına çıkacak tekil vuruşlar ve eylemlerin, hiç ummadıkları, istemedikleri sonuçlar doğuracağından korkuyorlar. Yılmaz Kara‘nın “Yeni Patikalar (2): Luigi Mangione Kime Sıktı?” makalesinin başlığı bile başlı başına bir olayın, bir eylemin analizidir aslında. Sonuç itibari ile yaşanan dramatik ve trajik hikayede yalnız değildir. Eylem ile öne çıkmış olması, bu gerçeği değiştirmez; velhasıl bu eylemin anlamı, çağrışımının bizdeki izdüşümlerine de bir göndermedir. Yarın öbür gün benzerleri ile karşılaşmayacağımızı kimse söyleyemez. Kaldı ki o dramatik hikayenin çok daha büyüğünün yaşandığı bir coğrafyadayız. Bunun bir kader algısına dönüşüp, sessiz suskun kalışlar bizi yanıltmasın aldatmasın. Alttan alta tepki ve öfke değişik kanallarla karşımıza çıktığında, işte o an biz ne yapacağız? Bu ve buna benzer eylemlere hazır mıyız? Mangione kime sıktı, sorusu aynı zamanda bize yöneltilmiş bir eleştiridir; bunu böyle okumak lazım.
Enteresan bir dönemdeyiz. Her şeyin çok hızlı cereyan etmesi bir yana, süreci değiştiren gündemler mi, gündemleri değiştiren süreç mi sorusunu soranların şaşırtıcı bir şekilde gelişmeleri takip edemediklerini iddia etmeleri, hakikaten yaşanan gelişmelerden bir şey anlamadıkları anlamına gelmektedir; işler artık böyle yürüyor. Yani birbiri ile çelişen, hatta çatışan şeylerin aynı anda yaşanması tesadüf değil, bir yönetme biçimidir. Egemenlerin hem işini hem de elini kolaylaştırıyor; eğer karşılarında ciddi bir güç olsaydı dengelerle ve çelişkili, çatışmalı mevzularla bu denli rahat oynayamazlardı ve bu denli pervasızlaşamazlardı. Örneğin ‘çözüm süreci başlattık’ deyip ardından kayyımlar kayyımları takip edebilir miydi? Seçilmiş siyasetçileri gözaltına alıp tutuklayabilirler miydi? Her geçen gün artan muhaliflere yönelik bir saldırı furyası başlatabilirler miydi? Cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylığı kesinleşmiş bir belediye başkanının önünü kesmek için dava üstüne dava açılması, TÜSİAD başkan ve yöneticilerine soruşturma açıp gözaltı kararı verilebilmesi… Amiyane tabirle at iziyle it izinin karıştırılması tercihi, bir yönetim biçimidir. Bu siyasetin ürettiği gerekçelere sığınan, mevcut gerçekliği elbette kavrayamaz, olayların ve olguların arkasına takılır ve seyreder. Çünkü anlaşılmaz bulduğu şeyler cereyan ediyordur. Şaşkınlık belirtileri ise bel bağladıkları gerekçelerin devre dışı kalışınadır. Enteresan bir dönemdeyiz derken, hiç beklenmedik anlarda hiç beklenmedik şeylerle karşı karşıya kalacağız. Bu, bir yönüyle yeni patikaların dinamikleri demektir.
Öngörü meselesi, önce önünü görme meselesidir. Diğer bir deyişle önünü göremeyen öngöremez; öyle büyük cümleler kurup hayatın ve mücadelenin ihtiyacı ve gerçekliğinden habersizlik ve kopukluk, olsa olsa körleşmenin veya dogmatizmin bir sonucudur. Ve biz, bugün onun ağır faturasını ödemeye devam ediyoruz. Sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi ve hiçbir şey birbirinin tekrarı değilmiş gibi davranılıyor. Oysa giden gitmiş; nereye gittiği, niçin gittiği sorusunun doğru dürüst bir cevabı da yok. Verilse bile gerçeğimizi değiştirir mi? Sahi bu biçimi ile değişme ihtimali var mı?
Sistemin bir kurulu düzeni var; o kendi düzeninin dışına çıkarken, bir yandan da onu yeniden kuruyor. Hem de hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde pozisyon alıp, pozisyon değiştiriyor. Biz ise değişmemek için inatla ayak diretiyoruz. Bunu da bir düzen içinde yaptığımızı bilelim, bilelim ki bizim de bir kurulu düzenimiz var; dışına çıkmamak için elimizden geleni yapıyoruz. Oysa kendi aramızdaki çelişkileri, çatışmaları, hesaplaşmaları dahi yine bu sistemin ürettiği araç ve yöntemlerini kullanarak yapıyoruz. Hal böyle olunca düzenden kopamazsın tabii. Düzen, içine içine işler. Ertelediğimiz her şey için geçerlidir bu. Daha doğrusu, devrime havale ettiklerimizin bugün için devrimin önünde önemli engeller teşkil ettiğinin ne kadar farkındayız acaba? Bu engeller, ete kemiğe bürünmüştür; sanıldığı gibi söküp atacağımız şeyler değil. Biz, uzun zamandır bu anlayıştan kopmaya çalışıyoruz; handikaplarımızla boğuşurken bir yandan da süreç bizi eskiye zorluyor, buna ayak direyen eski alışkanlıklarımızı da ekleyelim. Ayrıca sistemin bizi sıkıştırdığı, çekmek istediği alanlar da söz konusu. O yüzden hem ideolojik hem de örgütsel kopuşun sürekliliği, mücadelemizin belirlediği meselelerin çözümüne yaptığımız katkı ve açılım, bizi doğru hedeflere, doğru noktalara yöneltecektir; enerjimizi gücümüzü buna harcamalıyız. Mevcut durum, hiç olmadığı kadar düzen içine hapsetmiş bizi. Haliyle bu kuşatılmışlığın içinde kendini tahkim etmesi pek beklenemez. Çünkü elini kolunu bağlayan sadece faşizm değil, daha çok kendisidir. Hadi biz neysek de güya gücü olduğunu iddia edenlerin sergiledikleri performans da birbirini aratmıyor. Devrimcilik ve muhaliflik sokakla, kitlelerle buluşmuyor o zaman da. Sınıfsal ve toplumsal mücadelenin öbeklerini yaratamadığımız müddetçe, bu alanın sınırını aşamayız; buradaki boşluğu koşullarımızın elverişliliğine rağmen dolduramamak bizlerin sorumluluğundadır. Reformizme, revizyonizme bağlayamayız; meydanda böyle bir güç yok zaten. Kendi zayıflığımızın, güçsüzlüğümüzün ve yoksunluğumuzun faturasını başkalarına kesmek de doğru değildir. Aşina olduğumuz bu durumun kendisi de yüksek siyasetin bir sonucudur. Ne de olsa herhangi bir fikri ve pratik takip yoktur. Döne döne aynı şeyleri sıralamakta bir beis görmez. Çağrıcı ve vaaz verici bir yerden sesleniş ve onun alışkanlığı, üzerlerine yapışmıştır. Maalesef bu halleri açıklamaya cümleler yetmez. Bundan vazgeçmeyeceklerinin de farkındayız, bunları hatırlatıyoruz üzerimizdeki etkileri nedeni ile uyarı mahiyeti taşısın istiyoruz.
Sürecin, dönemin dinamikleri mevcut devrimciliği fazlasıyla aşmıştır. Ayrıca aşındırdığı da bir vakadır. Bunu birebir ilişkilerin, grupların veya sınıfsal-toplumsal güçlerin eğilim ve yönelimlerine bakarak anlayabiliriz. Etkisizliğimizi göz ardı edemeyiz, bu dile getirdiğimiz eleştirileri boşa düşürmek demektir. Yazdıklarımızın rahatsızlık uyandırdığının da farkındayız. Eleştirmek için eleştirmiyoruz; neyse o, neysek oyuz.
“Yeni patikaların” gözenekleri; hareketin, eylemin, direnişin gelişim seyri içinde biçimlenecektir, varoluşunu örgütleyecektir. Komünarlaşma, koşulları, şartları zorlarken ortamı hazırlar; kalıcı mekanlar yaratır. İşte bu örgünün içine içine nüfuz edebildiğimizde gözle görünür, elle tutuluruz. Komün için komünarların, komünarlar için komünlerin ileri sıçramasıdır. Bunun için iğneyle kuyu kazmamız gerekiyorsa kazacağız. Zamanın öyle bir zaman olmadığını bilmemiz, herhangi bir şey değiştirmiyor. Biz buna benzer nice süreçleri, dönemleri arkamızda bıraktık ve o zamanların içinden çıkıp buralara geldik. Bugüne atfettiğimiz realite, o geçmiş zamanlara rahmet okutmakta, o yüzden hiçbir şeye geç kalmış sayılmayız. Yeni patikalar için Gezi’nin şiarı bize yol göstermeli – bu daha başlangıç… Zaten onun ürettiği dinamiklerin ve eşiklerin içinden geçmişiz ve yabana atılmayacak bir deneyimimiz var. Mesele, yeni çıkışlar yapabilmektedir. Yeni araç ve yöntemleri inşa etmek, bunun için hakikat ve gerçeklik arasındaki bağı kurup sınıfsal ve toplumsal düzeyde ilişkilenmeliyiz. Unutmayalım ki kitlelerle aramızda epey bir mesafe var, yokmuş gibi davranamayız. Burada sürece etki edememenin yanı sıra seyirci konumumuzun da payı var… Bu bizim ürettiğimiz bir süreç. Ne kendiliğinden çözülebilir ne de zamana havale edilebilir. Geçmiş geçmişte kalmıyor, kalmış gibi yapıyor. Bu çağ, bu dönem, bizi buna fazlasıyla alıştırmıştır. Ne miladı doldu dediklerimizin, ne de yeni bir milat diye tarif ettiklerimizin hakkını veriyoruz. Haliyle silikleşme, unutturma, unutma, kendi kendini kandırmanın hatta aldatmanın aracına dönüşüyor ve bu dönemin önemli bir enstrümanı haline geliyor. Öyle ki infial yaratacak şeyler bile gündemimizden çok çabuk düşüyor. Ve istesek de istemesek de çok çabuk kabulleniyoruz. Orda da kalmıyor; bizi yeni kabullere hazırlıyor, zorluyor; acı ama gerçek bu. Çürümeyi iliklerine kadar hissedip yaşama hali, aynı zamanda düşürülme halidir. Bu düşürülmüşlük, insanı insanlıktan çıkarır. Çünkü her şey gözler önünde cereyan ediyor. Nereye gidiyoruz sorusu ise havada asılı kalıyor. Yılmaz Kara yoldaş “Yeni Patikalar (1)”de bu konuya da uzun uzun değinmiş, o değinilerden çıkaracağımız dersler var. İlki bu kaotik ortamın ürettiği, tetiklediği koşulların yeni bir isyana, başkaldırıya dönüşebilme ihtimalinin hız kazanması. İkincisi, o ihtimalin örgütlenmesi sürecidir.
Sonuç olarak, günü ve geleceği yakalamak için öncelikli dokunuşlar gerekir. O dokunuşların etrafı örtülü örtüsüz çeperlerle çevrilidir. Mesele o çeperlerde gezinebilmektir. Bir kez daha yineleyelim ki, yeni patikalara başka türlü varılamaz. Bu vesileyle her bir komünarın ne gibi dokunuşlarda bulunacağı büyük önem taşıyor.
Murat Bal*
* 26 Kasım 2024’de kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Murat Bal yoldaşın ismini yaşatmak için bu ismi kullanıyorum.