Kapitalizmi anlamak: Ama hala çok eksik olan bir şeyler var!
Devrevi krizlerine, yarattığı büyük buhranlara ve kendi içinde yok oluşunu barındıran yapısal çelişik karakterine rağmen eşitsizlik ve sömürüyü durmaksızın yeniden üreten, ekosistemimizi göz göre göre tahrip eden, savaşları saymıyoruz sadece sebep oldukları “iklim değişikliği” nedeniyle bile 30 milyon insanın başka coğrafyalara göç etmesine neden olan, dünyanın başta enerji havzaları olmak üzere “jeostratejik” bölgelerinde açık işgaller, vekâlet savaşları ve etnik-dini boğazlaşmalar çıkaran, tüm dünya denizlerini mülteci ve göçmen cesetleriyle dolduran, kadın ve çocuk bedeni ve ruhunu görülmedik derecede katleden ve metalaştıran, tüm dünya başkentlerinin kamusal alanlarını beton ekonomisi ile rant alanlarına çeviren ve her üç saniyede bir insanı açlıktan öldüren; bu anlamda insanlığı üzerinde yaşadığı toprak ve denizlerle ve tüm biyolojik çeşitliliği ile top yekûn yok oluşun eşiğine getiren böylesine kanserojen bir sistemin nasıl olur da hala ayakta durabildiğinin sorumluluğunu başta devrimciler olmak üzere ilerici insanlık ne kadar omuzlarında hissetmektedir? Bu anlamda bunun her zamankinden daha fazla bir “Dünya Devrimi” meselesi olduğunun bilincine varmak ve yol almak için de teorik ve pratik yeni bir yaklaşım geliştirmek en büyük sorumluluğumuzdur.
Bugüne kadar yapılanları görmezden gelmeden ama ekonomi-politik temelli soyut akademik analizlerin, ”insan hakları” enstrümanlarıyla vicdanlara seslenen çağrıların ya da salt siyasi propaganda içeren “antikapitalist” yaklaşımların ufuksuzluğunu aşan, insanlığa alabildiğine derin bir soluk aldıran “yeni pencereler” açmak gibi bir görevimiz vardır. Çünkü bizce -daha çok da bizden kaynaklı- kapitalizmi anlamak ve onunla mücadele etmek ile ilgili hala çok eksik olan bir şeyler var!
Bir yanda Çankaya’nın Şişli’nin şımarık genç Türk burjuvalarının bile bebekleri için Filipinli dadılar tuttuğu bir dönemi yaşarken diğer yanda cesedi Bodrum sahiline vuran ve timsah gözyaşlarıyla resimleri tüm dünya ajanslarında yayınlanan 3 yaşındaki Suriyeli Alan Kürdi bebek!
Bir yanda 21. yüzyılın zamanın yeni ruhu diyebileceğimiz militanlarının Rojava’da oluşturduğu enternasyonalizm, diğer yanda şiddeti en marazi şekliyle, kurbanlarının rastgeleliğini göze sokarcasına vurgulayan, her an her yerde herkesi katleden ve bu şekilde emperyalizme yeni müdahale gerekçeleri açan cihatçı ‘enternasyonalizm’!
Bir yanda ticaret savaşları diğer yanda bu savaşların kurbanı olarak daha da yoksullaşan dünya halkları! Ticaret savaşının sözde mağduru Çin’in tüm nüfusunu elektronik gözetim ağına alarak dünya ülkeleri içinde toplumunu panoptikonlaştıran ilk ve tek ülke olması!
Ve duvarlar! Her yerde duvarlar yükseliyor. ABD Meksika sınırına, Türkiye Suriye sınırına, İsrail Filistin ile olan sınırlarına, tüm bir Avrupa mültecilere karşı savaş gemileriyle Akdeniz’e ve tüm kapitalist başkentlerde şehrin burjuva kesimleri ile gettolaştırılan emekçi mahalleler arasına duvarlar örülüyor. Artık her şehir iki şehirdir! Adeta burjuvazi ve proletarya gibi birbirinden keskin kırmızı çizgilerle ayrılan mekânsal bir antagonizmaya doğru evrilen metropol gerçekliği ile karşı karşıyadır dünya.
Böylesi bir gerçeklikte artık ne ülke ne de bölge sınırlarıyla düşünülebilir. Dünya Devrimi! Kafalara nakşedilmesi gereken tek şey bu olmalıdır.
Kapitalizm Karl Marx tarafından analiz edileli neredeyse 200 yıl oluyor. Verilen onca mücadelelere rağmen -bir zamanlar 20. yüzyılın ilk yarısında yeryüzündeki her 10 kişiden 4’ünün kendini komünist ya da sosyalist olarak gördüğünü anımsayarak- büyük resme bakıldığında dünya sathında onun hâkimiyetini görmediğimiz hemen hiçbir yer yok gibi. Yarınlarımız için bize bırakacağı şeyin distopyalardan[1] başka bir şey olmadığını bilerek, bu koyu karanlık geleceğe karşı Marx’ın 11. Tez’ini[2] yeniden güncellememiz ve bunun için de belki kapitalizme daha içerden ya da bilinenlerin dışında farklı pencerelerden bakmamız gerekiyor. Yani dünyayı değiştirmek için kapitalizmi hem yorumlayış hem de mücadele tarzımızı da derinleştirmemiz hatta değiştirmemiz gerekiyor.
Kapitalizmi anlama ve onu çözümlemede özellikle Sovyetik etki altındaki KP’ler (Komünist Parti) teorik olarak dünya komünist hareketini sürekli geriye doğru çekmişlerdir. İşçi sınıfı içinde sanayi proletaryasına “tek ve en devrimci sınıf” olarak olduğundan daha fazla öncü misyon biçmeleri -doğru zaman gelince tarihi rollerini oynayacaklarını varsaymaları- hiyerarşi ve tahakkümden kaynaklanan sorunlara, kendi iktidarlarını da etkileyecek korkusuyla sürekli uzak durmaları ve milliyetler ve devlet sorununda dogmatizm ve dar görüşlülüğü aşamamaları, burjuva liberalizmini doğuş koşullarındaki haliyle günümüze taşırma gayretleri ve unutmayalım “doğrudan demokrasiyi” her devrimcinin kıskançlıkla sahip çıkması gereken bu sosyalist ilkeyi hemen hiç işletmemiş olmaları, işte tüm bunlar kapitalist üretim ve kapitalist devlet eleştirilerinin neden hakkıyla yapılamadığının üzerinde durulması gereken temel meseleleridir ve üzerlerinde çokça tartışma yapılsa da hala tam açılamamış birer “yeni pencere” özelliği taşımaktadırlar…
Aynı mahallenin çocuklarıydık ama kumaşımız farklıydı!
Burada bizim tarihten günümüze gözlemlediğimiz ve sezinlediğimiz temel şey: Onun, kapitalizmin, karşıtları ve rakipleriyle mücadele ederken edindiği birikim ve deneyimleri tüm zamanlarına yayılan müthiş derecede kullanışlı bir ideolojik silaha dönüştürebilmesidir. Bu silahının adı onun liberalizmidir! O liberalizm ki alabildiğine esnek ve yayılmacıdır. Değişik bir metastazdır o, insanı öldürmeyen ama sürekli güçsüz kılan bir metastaz. Güçsüzü öldürmeyen öyle kalmasını sağlayan bu anlamda asıl gücünü buradan alan bir ideolojidir o.
Kökleri daha eski olsa da kendini gerçek anlamda aydınlanma döneminde bulan bu sınır ve kural tanımayan ‘serbest dünya görüşünü’, insanları koyu dinsellikten kurtarıp artık emeklerini özgürce satabilecekleri bir düzeye ‘yükselttiği’ için Marx tarafından da selamlandığını biliyoruz. Evet, Komünist Manifesto ’da “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor” diyordu Marx.
Kapitalizm eleştirilerinde onun üst yapısı olan siyasi liberalizm bizce hakkıyla ele alınamamıştır. Kapitalizme karşı ideolojik-teorik mücadeleyi güdük kılan en temel etkenlerin başında bu gelmektedir. Kapitalizm kendini tekelci aşamasında tüm dünyaya emperyalizm şeklinde askeri işgallerden önce bu ideolojik silahla yaymıştır. Onunla mücadeleyi zorlaştıran şey ilk çıkışında ona vehmedilen insanlık için “ilerici” bir aşama olduğuna dair postulatıdır. Kaldı ki modern anlamda biz de onunla mücadele içinde onun bilimsel eleştirisi temelinde onunla aynı çağda doğmadık mı? Yollarımız en baştan ayrı olsa da aynı mahallenin çocuklarıydık.[3]
Tarih yakından incelendiğinde Marksist Sol’un liberalizmle bir arada olduğu dönemlerin genellikle devrimci toplumsal hareketlerin bozguna uğradığı dönemler olduğu hemen görülecektir. Baskı koşullarında Sol, liberalizmle birlikte koşturdukları çocukluk çağının mahallesine geri dönmektedir. Örneğin çok tipik bir örnek olması açısından 12 Eylül sonrası sosyalist bir yazar açıkça “Müphem bir proletarya diktatörlüğü adına liberal demokrasinin kazanımlarını feda edemeyiz” (Tanıl Bora) diyebilmekte ve bundan hiç gocunmamaktadır. Demek ki Sol’un “sol komünizm” dışında bu sefer kelimenin gerçek anlamıyla başka bir çocukluk hastalığı daha var o da liberalizmdir! Liberalizmin doğduğu ilk dönemlerdeki halini bugünde de görme hayali. Onu kendi bünyesinde yaşatma ısrarı nerden geliyor?
Devrimcilerin kitlesel bir güç olmadaki başarısızlığı sadece yoksul milyonların emperyalizm tarafından takatten düşürülmüş olmasından kaynaklanmıyor. Bu aynı zamanda birçok devrimci yapıda meydana gelen değişiklikle de bağlantılıdır. Kabulü zor olsa da on binlerce devrimci, sosyalist fikirlerin toplumsal özünü her yenilgi sonrasında anası (ve babası da) liberalizm olan post-modern sivil toplumcu kaçış ideolojilerine teslim etmişlerdir. Sol komünizm bir taktik yetmezlikse sol liberalizm ideolojik bir ölümdür.
Zaten kapitalizmin en tehlikeli, “yumuşak gücü” de diyebileceğimiz özelliklerinden biri kırıma uğrattığı sol güçlere her dönem güvenli limanlar tahsis edebilmesidir. Dalgalarla mücadele gücünü yitirenler için solla dirsek temasını sürdürebildikleri post-modern, sivil toplumcu, nihilist yaşam alanları her daim hazır ve nazırdır. Buralarda “görmüş geçirmiş bir insan” olarak kişisel isyanını dilediğin gibi haykırabilirsin. Hiç kimse seni duymasa da…
Bizce bizim egemen sistemden kopuşumuzu engelleyen nedenlerin başında liberalizmin bizi “farklı bir kumaş”tan (3) dokunduğumuzu unutturabilmiş olması gelmektedir. Burada tam bu noktada büyük tarihi bir saptırmanın oyununa gelerek insanlığın kaderi bizzat sosyalistlerce dondurulmuştur! Marx’ta kapitalist sömürüyü en çıplak haliyle göstermenin bilimsel gerekliliği olarak var olan “ekonomik gelişmeye yapılan aşırı vurgu” ya da “alt yapı üst yapıyı belirler” tezi ilerleyen dönemde tüm bir sol cenahı determine etmiş, dahası kapitalist kültürün kıskacına almıştır. Öyle ki artık kapitalistler kadar onun karşıtları da ekonomik-teknolojik gelişmeyi tarihsel ilerlemenin başat göstergesi olarak kabul etmeye başlamışlardır. Düşünebiliyor musunuz koskoca Sovyetler Birliği tüm gücünü “kapitalizme yetişme ve onu geçme”ye hasredebiliyor olsun! Oysa daha o zamanlarda liberalizm Sovyet yurttaşlarının zihninde tomurcuklanmaya başlamıştı bile!
Meselenin kökü “aydınlanma” ve “liberalizm”de yatıyor. Aydınlanma döneminin nesnel ilerici karakterinin tüm dönemler için liberter bir paye ile onurlandırılarak sosyalizmin adeta varoluşsal bir nişanı düzeyine yükseltilmesi, işte bu tarihsel saptırma, kapitalizmin bizi kendi sahasına çekerek orada yavaş yavaş bitirmesinin hikâyesi tam olarak budur. Oysa kapitalizme karşı, onun bizi kendi kalıbına sokamadığı müddetçe direnebilirdik! Tarihsel bir gelişim dönemini, (Aydınlanma) daha çok kapitalizmin esin kaynağı olan bir gelişimi sosyalist ütopyamızın dayanaklarından biri haline getirerek ne kapitalist üretimin ne de kapitalist devletin eleştirisini ileriye götürebilirdik.
Aydınlanmanın bir ideoloji olarak aydınlanmacılığa dönüştürülmesi Sol’dan yapılan sol bir gericilik olarak sürekli kapitalizme hizmet etmiş, onu güçlendirmiştir. 19. yüzyıl Fransa’sında içine doğduğu özgürlük dolu günlerde bir dönem mutlakıyete karşı yol arkadaşlığı yaptığı liberalizmle çok kısa süre içinde yol ayrımına gelmesine rağmen onunla olan bağını tümden koparamaması sosyalizmin sonraki mücadelelerindeki aşil topuğu olmuştur.
Sosyalist gerçekliğimiz şu ünlü sloganın: “Ne Danton, Ne Robespierre! Yaşasın Marat, Babeuef ile Birlikteyiz![4]“ ne anlama geldiğini gerçekten bilebilseydi aydınlanmacılık adeta bir doğum lekesi gibi üzerimize yapışıp kalmazdı!
Diğer yandan geçmişin Kominternci resmi sol yaklaşımı da aynı derecede eleştirilmelidir. Onların kahramanı da Robespierre’dir. Blanqui ve Babeuf’u “aşırı sol” bulurlar. Fransız devriminin aynı zamanda halkın burjuvazinin aleyhine kendi özgür gelişiminin yeşertildiği bir başkaldırı olduğu gerçeği sadece egemen tarih yazıcıları tarafından değil resmi sol tarafından da yok sayılmıştır. Fransız devrimine resmi sol yaklaşım işçi sınıfının radikal burjuvaziye tabi kılınmasını haklı gören bir yaklaşımdır. Bu tarihsel anomali o kadar güçlüdür ki kendini Komintern’e kadar taşımıştır. Babeuf ve Blanqui’nin çizgisi üretici güçlerin gelişiminin ve demokrasinin kurumsallaşmasının önünde birer engeldiler! O dönem böylece burjuvaziye emekçi sınıflardan daha ilerici bir misyon biçilmiş olunuyordu. Ama bu yanılgılarla dolu tarihsel izleğin nedense 20. yüzyılın devrimci mücadelelerinde bile sürdürülmesi neyle açıklanacaktır? Sonuç şudur: 20. yüzyılın sonundan itibaren emperyalizm karşısında tutunamayan sol, yıllarca baş tacı ettikleri en temel esin kaynakları olan Haziran 1848’in proleter savaşçıları ve 1871’in Paris Komünarları’ndan vazgeçerek radikal demokrasi mücadelesine çark etmişlerdir.
Kapitalizmin temel dayanağı devrimci barutunu yitirmediği siyasi liberalizm çağında bile “insan hakları evrensel beyannamesi” değil, özel mülkiyettir! Fransız devriminin liberalizm bayrağını tarihsel bir süreklilikle günümüze dek dalgalandırmak, bunu devrimciliğin mayalandığı yer olarak görmek Sol’un en yanlış ön kabullerinden biridir. Kökene ilişkin bu yanlış ön kabul kafalarda kapitalizmin aşılamamasını ve dahası onunla onun kuralları dâhilinde ‘mücadele’ edilmesini beraberinde getirmiştir.
Bizim yazınımızda çıkan “Marksizmin Aydınlanmacı Yorumunun Eleştirisi” isimli broşür bu konuda sadece ülkemiz devrimcileri için değil mücadele eden tüm dünya devrimcileri için nitelikli bir eser olup “yeni bir pencere”dir. Değerini yeterince bilmiyoruz. Bir kaç dile çevrilmesinde büyük yarar görüyoruz.
Liberalizmle savaşmak!
Liberalizmle savaşmak onu ayakta tutan temelleri bilmekle başlar. Bu sanılanın aksine tank, tüfek, top değildir. İlk olarak kitleler karşısında duyduğu büyük korkudur onu ayakta tutan asıl güç! Yığınlara tepeden kibirle bakar ama nasıl bakar? Korkuyla, büyük bir güvensizlik ve huzursuzlukla bakar. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan çoğunluğun her gece yatağına kaybetme korkusu ile giren bu azınlığın asıl gücünü nerden aldığını bilmesi, ona ilk gösterilmesi gereken işte budur. Onu mülkiyetinden ve iktidarından alaşağı edecek yegâne gücün kendisi olduğu! Elbette burada burjuva liberalizmi kendi korkularını bastırmanın yollarını bulmakta büyük ustalıklar göstermiştir. Hasmı üzerinde daha büyük korkular yaratmak! Açlıkla, sefaletle, dinsel dogmalarla, savaşlarla ve işsizlikle korkutarak terbiye etmek… Bu anlamda liberalizmle savaş her iki taraf için kendi korkularıyla savaş anlamına gelmektedir. Korkularının esiri olanlarla korkularıyla yüzleşerek bunu aşma gücü olanların savaşıdır bu!
Bir diğer temel, liberalizmin “düzenin bekası” için esneyebildiği son noktaya kadar esneyebilme özelliğini yüz yıllar içinde kazanabilmiş olması gerçeğidir. Kapitalizm bu esnekliğiyle devletten daha fazlasını hayata geçirdi: İktidarı keşfetti! İktidar devlet aygıtına yeni bir çehre kazandırdı, devletin bürokratik ruhuna ideolojik aygıtlar kazandırarak onu tahkim etti. Tarihsel birikim (sınıf savaşımları), “zor”, “ideoloji” ve “hukuk”un toplamından yeni bir yönetim felsefesi oluşturarak “siyasal iktidarı” yarattı. Devlet, siyasal iktidar ile formelliğin ötesine taşarak daha gözle görülür ve organik bir güce dönüştü.
İktidar nedir? Devlet nedir? İlk söylenmesi gereken devlet ne kadar soyutsa iktidar o kadar somuttur. Devlet gri, iktidar yeşildir denilebilir. Devlet, Kafka’nın “Şato”su ise iktidar Machiavelli’nin “Hükümdar”ıdır. Bu anlamda denilebilir ki iktidar tüm zamanlarında devlet mefhumundan çok daha hareketli, değişken bir yapıyı içermiştir. İktidar tabiri caizse atom altı parçacıklar gibi hareket eder, devlet gibi çok öngörülebilir değildir. Biz zaman zaman Sol’un “devleti tanıyamadığını” söyleriz ya, bunu düzeltmemiz gerekiyor, asıl tanınamayan devletin göreli özerkliğidir. İktidar tam da budur. Göreli özerkliğin pratikteki cisimleşmiş halidir.
Kapitalizme kadar çok parçalı, dağınık ve ağırlıklı olarak çıplak zora dayanan devlet sistemi yeni siyasal iktidarlaşma ile kendini zor ve rızayı aynı anda kullanabilen hegemonik bir güce dönüştürdüğü oranda o güne kadar sahip olmadığı esnekliğe, daha bilimsel ifade ile göreli özerkliğe de kavuşmuş oluyordu. İşte bu esnekliktir ki onun yüzyıllar boyunca karşısına çıkan, yoluna dikilen tüm muhalif ve karşıt akımları massedebilmesinin ona kazandırdığı güçtür. Sınıf savaşımlarında galip gelmenin, iktisadi sömürünün ve devletin sürekliliğinin esneklik gerektirdiğini hafızasına ve mekanizmasına yerleştirmiş bir kapitalist gerçeklik var karşımızda. İnsanlık açısından tarihin çok kritik kavşaklarında zor ve rıza üretimini aynı anda kullanabilme esnekliği ile siyasal iktidarını ayakta tutabilme becerisini sağlayabilmesinin birkaç çarpıcı örneğini buraya almakta fayda var.
Günah korkusuyla yönetilen insanın görünüşte üzerindeki koyu dinselliği kaldırırken aslında onu -sözüm ona- özgür bir akitle yeni sömürü ilişkilerine tabi kılmasından tutalım, I. ve II. Dünya Savaşlarındaki emperyalist paylaşım gerçekliğini kitlelerin gözünde karartabilmesine, ikinci paylaşım savaşının gerçek galibinin Sovyetler olduğunun görülemeyip antipropagandalarla silikleştirilmesine, kendisine karşı ayaklanan 1968 devrimci gençlik hareketine katılanları süreç içinde bireysel anarşistlere ve nihilistlere dönüştürerek hareketi -süreç içinde- ideolojik olarak Sovyetler Birliği karşıtlığına kadar dönüştürebilmesindeki ustalığına, Sovyetler yıkıldıktan sonra Avrupa sosyal demokrasisini emperyalizmin kadife eli olarak kullanmaktaki başarısına ve son dönemlerde “ılımlı İslam” ve “kadife devrimler” retoriğine kadar toplumsal dinamiklerin özünü boşaltmayı ve dahası devrimci dinamikleri kendi emperyalist demokratizmine mal ederek dönüştürmeyi başarabilmiştir.
Görülüyor ki kapitalizmin gerçek gücü ne finans kapital ne de militarizme dayanır. Tarihsel gelişimine baktığımızda onun asıl gücünü liberalizminden aldığını görürüz. O liberalizm ki sosyalizm dâhil tüm ütopyaları o her şeye bürünebilen, alabildiğine esneyen, kozmopolit ideolojisiyle massedebilmiş, dönüştürerek kendi hizmetine sunabilmiştir. Kapitalizmin tüm insanlık ütopyalarını kendi liberalizmi ile boğması çözümlenmedikçe onunla mücadele etmek olanaksızdır. Yeni pencereler işte bu yüzden gerekli!
Birlik ve devrim ekseni hayal olmaktan çıkarılmalıdır!
Komünarların son yıllarda üzerinde durduğu çok önemli bir konu var. Bu öyle bir konu ki daha önce birçok kez denendiği halde bir türlü başarıya ulaştırılamamış olan Türkiye Devrimcilerinin “Birliği” meselesidir. 12 Eylül cuntasında “antifaşist birlik” deneyiminden 90’li yıllardaki yasal alandaki birlik deneyimine, peşi sıra Ortadoğu merkezli başlatılıp ülkeye taşırılmaya çalışılan “devrimci birlik” çalışmalarına, bunların dışında birbirine yakın kimi komünist yapıların başarılı birliklerine ve yine birçok yapının sonuçsuz kalan birlik görüşmelerine değin bu alanda aslında çok ciddi bir birikim vardır. Birikim derken bu işin nasıl olmayacağına dair bir birikimden bahsediyoruz elbette. Bu kadar yanlıştan sonra doğruya ulaşmanın daha kolay olabileceğini düşünmek ise maalesef hala bir hayal olarak karşımızda duruyor!
Komünar çizgi bunca tarihsel başarısızlık ortadayken neden inatla bu hayalin, birlik meselesinin peşini bırakmamıştır? Birlik meselesinde yol alınırsa bu beraberinde Türkiye toplumsal mücadelelerine ivme kazandırmayacak mıdır? Birlik düşüncesine Türkiyeli devrimciler nasıl bakmaktadırlar? Bu konuda ciddi bir çaba gösterebilecek kadar istekli midirler? Birlik ama nasıl bir birlik? Olmayacak duaya amin denilmeyecek birlikler nelerdir? Birlik kadar ve bundan önce bunun neden büyük bir ihtiyaç olduğu kavranılabilecek midir? Ve yine birlik kadar bu birliği oluşturmanın yönteminin ne kadar önemli bir diplomasi gerektirdiği ortada değil mi? Peki birliği dayatan koşullar hala var mıdır? Birliğin ülke ve bölge gerçekliğine uygulanmasındaki yol ve yöntem nedir? Biçim nasıl olacak? Komünistlerin birliği mi yol açıcı olacaktır yoksa asgari müştereklerde bir araya gelenlerin oluşturacağı bir cephe mi halklarımızın öncüsü olmaya adaydır? Son olarak birlik meselesinin gelip dayandığı nokta tüm yapılar açısından artık bir varoluş yok oluş sorunu derekesine varmış mıdır? Meseleyi bu düzeyde algılamak doğru mudur? Ya da meseleyi bu düzeye kadar yükseltmek doğru mudur?
Bu soruları enine boyuna tartışan, pratikte hayata geçirmeye başlayan Komünarlara gelince başlarda kendi en yakın çevrelerinin bile gönülsüzce katıldıkları ya da “nafile bir çaba” gözüyle baktıkları birlik mücadelesinde kritik bir eşiğe gelmelerine rağmen tam bu noktada deyim yerindeyse tüm umutları yerle bir eden örgütsel bir ayrışma ile hayal kırıklığı yaratmışlardır. Belki de birlik meselesini somut koşullara ve zamana en iyi uygulayan, bu konuda en doğru diplomasiyi yürütenler olmalarına rağmen başarısız olmaları demek ki bu konuda hala eski sol hastalıklardan kurtulamadıklarının bir göstergesidir.
Bilinmelidir ki TC gibi tarihsel bir despotizme karşı 80 yıldır verilen irili ufaklı mücadelelerin maddi olarak oldukça sınırlı sonuçları olmuştur. Çünkü bizim her devrimci hamlemizde sistem kendi eski dengesine geri dönmek için olağanüstü bir karşı kuvvet uygulayagelmiştir Bu özelliğiyle “değişerek aynı kalmak” totolojisi yaşatmıştır halklarımıza. Onun en büyük korkusu devrimci düşüncelerin halkta yankı bulmasıdır. Onun için en dayanılmaz olanı resmi-egemen ideolojisini aşan düşüncelerle karşısına çıkan birilerinin ona meydan okumasıdır. O, düşüncelerinin yetersizliğinin bilincinde olduğu için bu kadar gaddardır aslında. Vatanı kurtaran “o”dur, ”kurtarıcılık” onun ilk misyonu ve varlık sebebidir ve bir başkasının bir kez daha kurtarmasına ölümüne karşıdır. Onun en büyük korkusu “hayal gücünün iktidar olması”dır. Birlik meselesi de devlet açısından bu denli korkutucu bir gelişimdir. Birlik mefhumu devletin tekelinde olan en değerli ideolojidir. Devrimcilerin eline geçmemesi gereken bir silahtır bu. Hiç bu açıdan baktınız mı? Farklı din, mezhep, etnik grup ve ulusları Osmanlı ve İttihat Terakki’den beri birbirine kırdırma politikası izlemesinin nedeni nedir? Kendisine karşı oluşacak büyük birliklerin daha büyümeden başını ezmek değil midir? İşte bu yüzden birlik meselesi devrimcilerin temel meselesidir.
Türkiye devrimcileri çok uzun yıllardır “yeni toplum”u kurmaya dair “yüksek fikirler”e sahip olsalar da özünde daha çok devlete karşı inatçı bir muhalefet gücü düzeyinde kalmışlardır. Türkiye devrimcileri düşünceleriyle iktidarı hedefleseler de pratikleriyle birer devrimci muhalefet gücü kalmaktan kurtulamamışlardır. Demek ki hep doğruları söyleyip ama bir türlü güç olamamayı tartışmak gerekiyor. Günümüz dünya gerçekliğinde “güç olmadan” söylediğin en devrimci, en ilerici, en bilimsel ne varsa liberal güçlerce massedilmektedir. En güzel yaşamların en güzel düşüncelerin büyük bir iştahla kemirilerek içinin hızla boşaltıldığı bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden o güzel söz ve yaşamlara kıskançlıkla sahip çıkmak için güç gerekiyor. Bizler belki de gücü sanat ve bilimle harmanlayacak yeni bir zor teorisi yaratmayı önümüze koymalıyız. Albatros kuşunun[5] o yapayalnız kendinden başka hiç kimsenin bilmediği ama hayranlık verici ve direnç dolu yaşamındaki gibi devrimci azizler olarak kalmak da bir tercih ama artık bir halk gücü olarak yaşamayı tercih etmeliyiz. Birlik meselesinin özü budur. Devrimci azizler olmaktan sıyrılmak. O yüzden gerçek bir halk gücü olmanın ön koşullarından biri hala “Birlik” meselesidir. Devrimin ekseni olma özelliğini korumaktadır. Bu bir hayal olsa da peşini bırakmamamız gereken bir hayaldir. Pratikte yaşanan başarısızlığa rağmen geride hiç mi olumlu bir değer bırakılamamıştır? Elbette hayır! Tek başına Rojava’da verilen şehitler bu hayali sonuna kadar götürmemizin gerekçesidirler. Yanı sıra bu yolda öncü kompleksinin aşılmış olması, birleştirici noktaların diğer her şeyin önünde olması, yani ayrı durmanın anlamlı bir ideolojik gerekçesinin artık kalmadığının gösterilmesi ve birliğe baş koyanların bunun ancak en sert mücadelelerle sınanarak hayata geçebileceğini göstermeleri, geride kalan en önemli dersler olarak geleceğe bakmamızı sağlamaktadır.
Ancak görülüyor ki ayrışmaya neden olan kimi yanlışlarda inat edilmektedir. Tümü ele alındığında devrimci bir öze sahip olan ve yol açıcı fikirleri önümüze koyan “Yenilgiden Zafere, Geçmişten Geleceğe“[6] isimli makalede devrimci mücadelenin geleceğine yanlış bir ittifak anlayışıyla bakıldığını görüyoruz. Aslında buna “salt askeri bakış” da denilebilir.
“Yenmek ve yenilmek esas olarak çatışmanın merkezinde duran asli taraflar açısından söz konusu olur”
“SM’yi temel almayanları da yenilginin merkezine almak, savaşın asli taraflarıymış gibi imaj/algı yaratıyor”
“71 devrimci atılımının ardından kim egemenlere karşı SM temel aldıysa, yani çatışmanın asli ögesi olmuşsa o yenilmiştir. O dönem SM esas almayanlara neden devrimci savaşı sürdürmediniz, neden direnmediniz sorusunu sormak anlamsızdır. Onlara sorulacak soru neden SM nin asli ögesi olmadınız sorusudur”
Bu yazılanlar öncelikle elbette oldukça üstenci bir bakış açısıdır. Bir yanıyla SM temel alanları yenilginin gerçek tarafı olarak acımasızca ortaya koyarken diğer yanıyla 12 Eylül öncesinde antifaşist mücadelelerde birçok kez “makine” kullanmalarına rağmen onu “temel” almayanlara adeta “siz yenilemediniz bile” demekten kendini alamıyor. Yani SM temel almayanlar düpedüz onca zaman rejimle savaştıklarını zanneden, kendini kandıran devrimcilerdir! Yenilmemişlerdir bile! Bu anlayışta ciddi bir sol nihilizm olduğunu düşünüyoruz. Burada yazar farkında değil ama yazısında kendi tarihsel özeleştirisi artık ikinci planda kalmaktadır. Okuyucu yenilmeyi bile beceremeyenlere bakmaktadır!
40 yıllık topyekûn bir yenilginin asli ve tali tarafları olur mu? Olsa da böylesi bir kategorileştirmenin yenilgiden dersler çıkarmada ne gibi bir faydası olabilir? Hele ki “Birlik” meselesini devrimci eksenin temellerinden biri olarak görenler açısından bu çok darlaştırıcı, bir bakış açısı değil midir?
Yenilginin asıl sahibini kendin olarak görmen başka bir şey, kendin dışındakilerin hesaba katılmamasını istemek, onları kayda değer görmemek bambaşka bir şey! Hem 12 Eylül öncesinin SM’yi temel alanlarını 40 yıldır “hala oluşum halinde” olmakla eleştirip hem de bu grup dışında tuttuklarını yenilginin hesaplanmasında “tali”, önemsiz bir detaya düşürmenin eşitlikçi adaletli bir yaklaşım olmadığı çok açıktır.
12 Eylül yenilgisinin toplum üzerinde yarattığı ölü toprağının karşısında tek tek örgütlerin,-SM temel alsın almasın- niceliksel durumu neyi değiştirebilirdi ki? Devrimci yapıların o dönem halklarımızın üzerindeki artısı ve eksisiyle birleşik etkisi, her birimizin tek başına yaptığı etkilerin toplamından elbette niteliksel olarak farklıdır. Bu demektir ki, 12 Eylül yenilgisi tüm yapıların topyekûn yenilgisidir. Burada özeleştiri hiçbir ayırım gözetmeksizin ‘ya hep ya hiç’ temelinde yapıldığı takdirde yerini bulacaktır.
Eğer Türkiye Devrimi birlik ekseninden, bir cephe siyasetinden geçecekse ki bu zorunlu gözüküyor, yasal-yasadışı, silahlı-silahsız ayırt etmeksizin burjuva iktidarının alaşağı edilmesinden çıkarı olan tüm dürüst yapıları mücadelenin içinde yer alacak bir strateji içinde konumlanmasını istemek ve bunu sağlamak en doğru yaklaşım değil midir? Kaldı ki ne geçmişte ne günümüzde kendi dışındakileri “devrimci savaşı anlamamakla” eleştirmenin hiçbir anlamı ve yararı yok. Çünkü önce onlara devrimci savaşı göstermen gerekir. Gel ve gör! Diyebilmen için önce kendin tarif ettiğin o noktaya gelebilmelisin.
Zamanın militan ruhu: Saha devrimcileri
21. yüzyılın devrimci iddiaları içinde “düşük profil devrimciliği” reddeden, yeni türden bir devrimcilik iddiasında bulunanlar mevcuttur. Bu anlamda yeni teknolojileri başarıyla kullanan, kafalarında tüm ulusal çitleri yıkmış, mücadele ederken dünyanın tüm emekçilerinin ve ekosistemin kurtuluşunu birlikte düşünen ve pratikte sürekli “saha”da bulunan yeni kuşaktan devrimcilerin gelişimi üzerinde tartışmak istiyoruz.
Yukarıda sayılan özellikleri ile birlikte bu tanımla kastedilen ilk olarak reel sosyalizmin tüm tortularından kendini sıyırabilmiş, yani bu meseleyi kafasında çözmüş, geride bırakmış ve artık çok yeni bir devrim tahayyülü ile hareket eden, ikinci olarak -ki belki de en önemlisi- içinde yer aldığı devrimci yapıların geleneksel ideolojik referans kaynaklarının yarattığı çitleri zorlayan, yani artık bir “komsomol” olmayan, hareket içinde kendi özgün tasarımlarını tartıştıran bir nevi “zamanın tozunu” yutan ama zamanın yeni ruhunun kapısını da aralayan bir militan tipi ile karşı karşıyayız. Bu yoldaşları Gezi’de ve Rojava’da gördük. Hep sahada idiler. Dizüstü bilgisayarları ve diğer özgün teknolojik-fiziki aletleri ve yaratıcı taktikleriyle ama en önemlisi gem alınmaz cesaretleri ve öne çıkışları ile mücadelenin orta yerinde zamanın militan ruhunu bize gösteriyorlardı. Orhan Yılmazkaya ile başlayan Rojava’da Paramaz ve onlarca “devrimci komünar” ile devam eden bu ara kuşak zamanın tozunu yutmuş ama zamanın yeni ruhunu temsil eden militanlar olarak tarihe geçtiler.
Aslında bu temsiliyette ilk anda görülmeyen çok önemli bir şey vardır: Türkiye devrimciliğinin tarihindeki en tepe noktası olan 71 devrimciliğini yeniden ayağa kaldırma cüretini göstermek. Tek tek mücadele ve şehadet biçimlerine baktığımızda kafalarındakinin tamamıyla bununla dolu olduğunu görürüz. Kürt Özgürlük Hareketi bambaşka bir pencereden ’71 devrimciliğini taçlandırmıştı ama ‘71 devrimciliği hala asıl sahibini, kendi gerçek devamcısını aramıyor mu? Gezi’den Rojava’ya uzanan çizgide asıl görülmesi gereken budur. ‘71 devrimciliğiyle yeniden ilişkilenmenin öncüsü olarak görmemiz gerekiyor bu genç yoldaşlarımızı. Onlar kabul edelim ki, 68’li, 78’li ve 90’lı kuşaklardan çok daha farklı bir tarih okuyuşuyla ’71 devrimciliğiyle ilişkilenmek istemişlerdir. Mahir, Deniz, İbo’nun mirasına sadık kalmakla birlikte onu pratikte yaşatamayan bir sol gerçeklikle daha fazla yol alınamayacağının herkesten çok daha fazla farkındaydılar.
Tarihin bizi getirdiği en kıymetli armağan budur… Tarih her şeye rağmen kendi çağının militanını yaratıyor. Bundan kesinlikle kuşku duyulmamalıdır. İrili ufaklı onca mücadele örgütünün içinden birkaç kişi evet sadece birkaç kişi öne sürdükleri görüşler ve ortaya koydukları mücadeleler ile içinde yer aldıkları yapılar için sıçrama dinamikleri yaratmakla kalmıyor, tüm ilerici insanlık için geleceğe dair ciddi umutlar ama daha önemlisi çok özgün birer ideolojik teorik çerçeve sunabiliyorlar.
Burada en derinde ve görülmesi pek kolay olmayan özelliklerden birisi, öne çıkan militanların hiçbir şekilde halkın gönlünü fethetmek, onların vicdanında yer edinmek gibi bir amaçlarının olmamasıdır. Onlar için asıl olan ezilenlerin artık eskisi gibi yaşamak istememesini sağlamaktır. O çok bilinen “devrimci durum” tahlilini çağa göre yorumlamışlar ve son halkayı en başa koymuşlardır. Devrim için kitlelerin daha iyi bir toplum yaratma kararlılığı gösteren bir öncüye güven duymaları yetmez. Eski düzenin egemenlerini daha fazla savunmak istememelerini sağlamak, işte asıl zaferi getirecek budur! Asıl olan halkın gönlünü, vicdanını, beynini fethetmek değil, halkın artık eskisi gibi yaşamak istememesini sağlamaktır. Sıçrama dinamiği de yeni pencere de budur. Bunu çok iyi kavramamız gerekiyor.
Yoldaşlarımız bu acımasız, kahredici dünya gerçekliğiyle çok farklı bir şekilde yüzleşmemiz gerektiğini gösterdiler bize. Ezilenlerin düşüncelerinin istila edildiği, yönsüzleştirildiği, günübirlikleştirilerek her türlü gelecek tasarımından koparıldığı koşullarda nasıl bir mücadele verilecek? Büyük soru bu! Devletlerin yok sayamayacağı, her karşılaşmada adımlarını hesap etmek zorunda kalacağı ve kendi geleceğinin yok edilişini gördüğü ve bu anlamda gerçek bir “düşman” olarak tüm aygıtlarıyla hedefine yerleştirdiği bir devrimci-toplumsal dinamik oluşturabilmek! Başını, devrimci yapıların oluşturduğu sınırlayıcı çemberden dışarıya uzatarak kendini “dışarıdaki hayatın” içene atmak şeklinde tanımlayabileceğimiz bir praksistir bunu başarmanın yolu. Ezilen insanın çığlığını bizzat toplumsalın içinden, gündelik hayattan deneyimleyen saha devrimciliği yeni “devrimci durumu” belirlemiştir. Tarihin makarasını tersine çevirmiştir.
‘71, devrimci kahramanlık çağıydı ülkemiz için. Arkasından türküler ağıtlar yakılan devrimcilerin çağı. Günümüzün kahramanları bir tür anti-kahramandırlar. Halklarımız onları tanımamaktadır. Düzen içi sol onlardan uzak durmaya dikkat etmektedir… Deniz Gezmiş’i korkusuzca her platformda savunurken “Deniz olanları” onun yolundan gidenleri görmezden gelmektedirler. Onlar devrimci yenilgi yıllarının, halkların takatsiz ve soluksuz bırakıldığı zamanların eylemcileri olarak oynayacakları rolün küçük bir fay hattı bile olamayacağını bilerek hareket ederken bize çok önemli bir kaç gerçeği gösterdiler. İlki güven! Halklarımız devrimcilere güvenecekler. Bu topraklarda devrimciler hep var oldu ve var olacaklar. Mücadele en umutsuz, en karanlık koşullarda dahi kesintisiz sürdürülecek. Diğeri mücadele ve eylemin içeriği ile ilgilidir. Muhteva ezileni direkt devletle yüzleştirmeye yöneliktir, onun sınıfsal örgütlenmesini sağlayacak şimdiki yegâne yol budur. İdeolojik etkisi dolaylı ama daha derin ve sarsıcı olan bir devrimciliktir söz konusu olan. Bir diğeri ise içinde yer aldıkları devrimci organlarda birbirini tamamlayan kolektif bir yönetimi -ne kadar hayata geçirdiklerinden bağımsız olarak- bunu istemiş olmalarıdır. Sol’un tarihinin direnişler kadar tasfiye ve bölünmelerin tarihi olduğu aşikâr, bu anlamda onların bu devrimci iyimserliği Türkiye’nin devrimci partisinin oluşumda üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken yol gösterici bir pratik, yeni bir pencere olmuştur. Mücadelemizi buralardan yola çıkarak tekrar tekrar düşünelim.
[1] William Golding’in Sineklerin Tanrısı, George Orwell’in 1984’ü ve Aldous Huxley‘in Cesur Yeni Dünya’sı kitapları bu kavrama örnektir.
[2] “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir!” Karl Marx.
[3] Murray Bookchin, Geleceğin Devrimi
[4] Fransa’daki sınıf savaşımlarında monarşiye ve kiliseye karşı mücadele eden toplumsal dinamiklerin temsilcileri.
[5] Bir albatros kadar âşık; onun kadar yalnız kimse yoktur. Albatroslar soğuk okyanus sularının açık denizlerin kuşudur suda uyur ve beslenirler. Tek bir kanat çırpmadan, yumuşak kavislerle, kilometrelerce uçabilir. Tek eşlidir eşler birbirlerine son derece saygılı ve sevgi doludur. Doğduğu adalardan birine, hayatının tek eşini bulmaya geldiğinde en az beş yıl geçmiş olacaktır. Bir insan kadar uzun yaşar 70-80 yıl. Olgun bir albatros hayatının yarısı yalnız yarısı tek bir aşka adanmış ritmi ile devam eder. Aşk ve yavruyu büyütmek için karada geçen 12 ayın sonunda gagasıyla sevgilisine veda öpücüğünü verecek, okyanusların soğuk ve sert rüzgârına dev kanatlarını serip okyanustaki yalnızlığına uçup gidecektir.
[6] Bu makale F. Kızılırmak imzasıyla Komün Dergi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır.