Yerin altından gelen uğultu – Mahir Yılmaz

Kapitalist uygarlık enkazın altında can çekişiyor. Barbarlar ise toplumsal uygarlığı inşa etmek için enkazların arasından yükseliyor. Bu gelen kapitalizmin enkaz altında bıraktığı, yıllarca gelecek hayali sattığı ama son kertede bütün hayallerle birlikte enkazın altına gömdüğü barbarlaşanların gür ayak sesleridir. Onlar, üzerine çöken kapitalist uygarlığı tırnaklarıyla kazarak çalınan düşlerinin hesabını sormak, kaderlerini nasırlı ellerine almak için geliyor. Duyuyor musunuz?

Öyle zamanlar vardır ki yıllar geçse bir şeyler değişmez. Ama bazı zamanlarda vardır ki haftalar-günler-saatler içinde onlarca yıllarda görülmeyecek değişimler-dönüşümler olur. İşte içinden geçtiğimiz süreç böyle bir dönemdir. 13 buçuk milyon insanın yaşadığı bölgeyi etkileyen deprem sonucu, milyonlarca insan sokaklarda bir yandan dondurucu soğuğa, açlığa, susuzluğa karşı direnirken diğer yandan da yakınlarını, komşularını kurtarmaya çalışıyor. Depremin yarattığı enkazın altında sadece yüz binleri aşkın insan kalmamıştır. Aynı zamanda, zamanında sermayeyi, yandaşlarını, çetelerini, ailelerini besleyen, sadece rant/kar odaklı ekonomisiyle, milyonları aşan kolluk güçleriyle, yüzbinlerce ordu mensubuyla, iha-sihalarıyla, şatafatı-itibarıyla övünen Türkiye devleti ve kapitalizmi de onbinlerce ölümü, milyonlarca insanın çaresizliği, aç-açıkta kalması pahasına almadığı önlemlerle enkaz altında kalmıştır. Bu zaten onun sermaye iktidarını önemseyen ve insan hayatını sadece bir sayı, sermayeye bir girdi, iktidarını oluşturan bir nesne olarak değerlendiren doğası gereğidir. Fakat yaşanan depremle iktidarın bütün hesapları altüst olmuştur. Bugüne kadar faşist Erdoğan iktidarı bir şekilde krizleri fırsata çevirmesini bilmişti. Ancak depremin yarattığı toplumsal koşulları ele alırsak bu sefer ki öyle sağa sola küfür ederek, toplumu kamplaştırarak/taraftarlaştırarak, OHAL ilan ederek geçiştirebileceği bir mesele değildir.

İnsanlar yıllarca kendi ve ailesinin geleceği için çalıştı, çabaladı. Vergisini ödedi. Devletine ‘hizmet’ etti. Erkek evlatlarını “vatanı korumak” için askere gönderdi, “şehit verdi”… Ama devlet onlara ölümden enkazdan başka bir şey vermedi. Bir depremle bütün gelecek hayalleri, birikimler, “şehitliğin verdiği gurur” enkazın altında kaldı. Bu anlamda yaşanan deprem, özellikle deprem bölgesinde yaşayan insanların ve genelde tüm Türkiye halklarının bilinçlerine düşen bir deprem olarak okunmalıdır. Kimi dinlesek, hangi tv kanalını açsak hep aynı cümle: Nerede bu devlet? Kapitalist devletin ne melun bir şey olduğu bilinçlerde açığa çıkmıştır. Şöyle düşünelim: Eğer herhangi birimiz, herhangi bir insan, bu kadar can kaybının, milyonlarca insanın sokakta aç-açıkta kalmasının sorumlusu olsaydı ne yapardı? Bir tarafta enkaz altında, yaşamın son anı olduğunu bilerek “Mustafagile ikibin borcum vardı, hakkını helal etsin” diyen incelik. Öbür yanda ise yüzbinleri bulan insanın ölümünden, milyonlarca insanın aç-açıkta kalmasının sorumlusu olmasına rağmen TOKİ hesabı yapan Erdoğan. İnsanlar bir yardımda bulunamadığı için bile üzüntü, vicdan azabı çekiyor. Fakat Erdoğan olmak, Bahçeli olmak, ülkeyi bir fabrika yöneticisi gibi işleterek, hiçbir sorumluluk hissetmeden, “Merak etmeyin, planlamamızı yaptık, TOKİ tüm depremzedelere konut inşa edecek” demeyi, krizi fırsata çevirmeyi, sermayeyi nasıl büyütürüm hesabını yapmayı gerektirir.

Erdoğan, Bahçeli ve bilumum devlet yetkilileri, hep bir ağızdan yaşanan depremin ne kadar büyük bir felaket olduğunu, devletin tüm imkanlarının deprem bölgesine seferber edildiğini, devlet-millet el ele bu süreci de atlatacağımızı anlatıyor. Tüm cümleler sonuçta bir yere bağlanıyor: Bu felaketin sorumlusu kaderdi. Yaşanan coğrafya değiştirilemezdi. Ancak bu sefer “kader planı, hain, alçak, TOKİ konutları…” nutukları tutmayacak. Çünkü iktidar, gelen depremi göre göre insan yaşamını değil, sermayeyi büyütmeyi, kendi iktidar alanını genişletmeyi tercih etti. Bu tercih bölge halkına cehennemi yaşattı.

Bunu gören faşist rejim, daha enkazın altından yardım çığlıkları yükselirken, henüz arama kurtarma çalışmaları doğru dürüst başlamamışken OHAL ilan etti. Maddelere kısaca bir göz attığımızda OHAL’in, depremzedelere yardımla alakası olmadığını görürüz. OHAL devletin çaresizliğini örtmek, devletten bağımsız oluşabilecek bir toplumsallığın ve oluşan kaosun önüne geçmek içindir. Öyle ya devlet olmazsa kaos olurdu. Toplum kendi kendini yönetemez, ihtiyaçlarını gideremezdi. Ancak depremle birlikte yükselen toplumsal dayanışma bunun böyle olmadığını, toplumsal dayanışma ile devletin ne kadar gereksiz bir şey olduğunu gösterdi ve hatta devlet gölge etmesin başka ihsan istemezdi. Ki zaten OHAL’in gerekçesi olarak ilk ağızdan Erdoğan “bazı istismarcıları engellemek için” diyerek asıl niyetlerini belli etti. İstismar diye belirttiği sistemin istismar edilmesidir, devletin oynaması gereken rolün, toplumsal dayanışma ile istismar edilmesidir. Yani devletin gereksizliği ortaya çıkacaktır.  Öte yandan şehir girişlerinde yardım getirenlerin malzamelerine AFAD ve polis-jandarma aracılığıyla el konuyor. Bu da yine devlet refleksidir. Çünkü bu yardımlar devlet eliyle verilmeli, organizasyonu devlet sağlamalıdır. Gerekirse yardımlar bekletilebilir, insanlar aç-açıkta kalabilir, enkazda ölebilir. Yeter ki devlet güçsüz gözükmesin, başka bir dayanışma ortaya çıkmasın! Sistemin kendi kendini bir başka teşhiri ise depremden saatler sonra borsada yaşandı. İnsanlar enkazların altında ezilirken, enkazı inşa eden şirketlerin değeri borsada yükseliyordu.

Sivil toplum kuruluşları ise tam anlamıyla çıplaklığı yaşayan ve yalnızlığı hisseden insanları niyetlerden bağımsız bir şekilde sisteme entegre ediyor. Dayanışmayı yükseltmek, yangın yerinde olmak hem insan olmanın hem de devrimci olmanın gereğidir. Fakat devrimciler dayanışmanın ötesinde farklı bir toplumsallığı örmenin çabası içinde olmalıdır. Zaten devlet ve kapitalizm enkaz altında kalmıştır. İnsanlar çıplaklaşmıştır. Kapitalizmin şimdiye kadar doldurduğu yalnızlık tüm ağırlığıyla açığa çıkmıştır. Ayrıca kapitalizm ve AKP/MHP faşist iktidarı dolayısıyla cehennemi yaşamıştır. Kim çabalarsa çabalasın, insanların bir yere kadar sisteme entegre olması, yaralarının sarılması çok zordur. Bunun ilacı toplumsal dayanışma ile oluşan alanın korunması ve sisteme karşı mücadele alanının güçlendirilmesidir. Bu anlamda sivil toplum ile sisteme entegrasyon ve enkaz altında kalan devlet ve kapitalizmin inşası engellenmelidir. En azından bilinçlerde bu mevziler yaratılmalı, devlet dışsallaşmalıdır.

Öte yandan bu tek başına AKP/MHP sorunu değil, sistem sorunudur. Ortalık kesinlikle CHP ve avanesine bırakılmamalıdır. Solda güçlü bir eğilim de budur. Öfke AKP/MHP dolayımıyla sisteme yönlendirilebilecekken bunu sadece AKP/MHP rejimiyle sınırlamak, oluşan toplumsal dayanışmayı CHP-İYİP muhalefetine yedeklemek anlamına gelir. CHP-İYİP’in çabası, devlete görevlerini hatırlatmaktır, sivil toplumun önünün açılması yoluyla dayanışmayı, sisteme entegrasyona evriltmektir, yiten güveni kendi şahsında tazeleme işlemidir.

Toplumsal anlamda üçüncü yolu oluşturmanın temelleri daha da olgunlaşmıştır. Sadece bulunan ve teşhis edilen cenazelerin sayısı açıklanıyor. Anlaşılıyor ki devlet müdahale ettiği andan itibaren bu işi bir enkaz kaldırma işine çevirmiştir. Enkaz ortadan kalksın ki yeniden sistem inşa edilebilsin. Devletin düştüğü çaresizlik hafızalardan silinsin. Böylelikle enkaz kaldırma işlemlerinde hala enkaz altında olan yüz bini aşkın insan sahipsiz toplu mezarlara gömülecek. Devrimcilerse daha devlet gelmeden arama-kurtarma çalışmalarına ve yardım kampanyalarına başladılar.

“Çok demokrat” Şirin Payzın, Erdoğan ve Ümit Özdağ’ın kesişimi ve anti-tezi nedir?

Öte yandan Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ, depremin yaşandığı ilk gün “Bölgede alçakça yağma görüntüsü ve haberleri geliyor. Yağmacılara karşı askere ve polise vur emri verilmeli. Aksi takdirde ülke olarak önü alınamayacak başka olaylar ile karşı karşıya kalacağız.” diye bir twit atmıştı. Zaten Erdoğan da “önü alınamayacak olaylar” gelişmesin diye OHAL ilan etti. Aynı şekilde Halk Tv programcısı, çok ‘demokrat’ Şirin Payzın da Hatay’dan bildirmeye devam ediyor: “Burada yediyüzbin  düzensiz Suriyeli sığınmacı yaşıyor. Sürekli yağma yaşanıyor. Akşamları elektrik yok, aydınlatma yok. Sokaklar güvensiz. Afedersiniz erkeklerin işi rahat. Kadınlar tuvaletlerini yapmakta dahi zorlanıyor.” minvalinde açıklamalar yaptı. Bu sözleri dikkatli bir şekilde incelediğimizde Şirin Payzın’ın öyle çok demokrat olmadığını, toplumun bazı hassasiyetlerini kullanarak öfkeyi Suriyeli göçmenlere yönlendirmeye çalıştığını görürüz. Fakat sormak gerekir: Düzce ve Gölcük depremlerinden sonra yağmayı “Suriyeli düzensiz göçmenler” mi yapmıştı? Burada yağmayı iyi veya kötü bir şey olarak söylemiyoruz. En basitinden yağma sermayeye yapılıyorsa bu haktır. Çünkü yıllarca kapitalist sistemin insanlardan çaldıklarını, geri almaktan başka bir şey değildir yağma. Ayrıca açlığını gidermek için yapılan insani bir şeydir bu. Fakat deprem dolayısıyla evini boşaltanların evini yağmalamak doğru değildir. Bu görev, devlete bırakılmamalıdır. Çünkü bu görevi devlete bırakmak; enkaz altında kalan devletin yeniden inşasının temel kaldıracı olacaktır. Bu anlamda topluma karşı işlenebilecek suçlar bağlamında toplum kendi asayişini sağlamalıdır. Devlete yapılacak asayiş çağrısıyla halkın kendi asayişini sağlaması arasında uçurum vardır.

Bölgede suç olarak nitelenen her şey Suriyelilere atfedilerek, oluşan toplumsal öfke göçmenlere yönlendirilmek isteniyor. Yani oluşan öfke “İnşaat ya Resulallah” diyerek harabeye dönecek binalar üzerinden iktidarını, rantını, sermayesini yükselten, pekiştiren AKP ve yandaşlarına değil de, savaşta üzerine yıkılan evlerden kaçan ve deprem yaşanan bölgede doluya tutulan Suriyelilere yönlendiriliyor. Bu iktidarın işini kolaylaştıran faşist popülizm bataklığından başka bir şey değildir. Bu dili kullananlar bölge halkı değil, bölgeye dışarıdan giden çok ‘demokrat’ geçinen Şirin Payzın gibiler ve Erdoğan karşıtı devletçi-ulusalcı-Türkçü-faşist kesimlerdir. Bölge halkı ile Suriyeli göçmenler deprem dolayısıyla birbirini daha iyi anlayabilecektir. Koşullar bir bakıma eşitlenmiştir. Bunun kendi tabanını eriteceğini gören bu kesimler faşist dili körüklüyor. Devrimciler ve toplumsal dayanışma üzerinden gelişen öz-örgütlülükler, öfkenin AKP/MHP faşist iktidarına doğru yönlendirilmesinde ısrarcı olmalıdır.

Bir bakıma Erdoğan bize formülü vermiştir. Erdoğan “kaderinize razı olun” diyor. Bunun anti-tezi bizim yapmamız gerekendir. Yani kaderini yaşayan insanların cehennemi yaşadığı görülmüştür. Artık bölge halkı için devlet dışsallaşmıştır. Erdoğan seçmece olarak topladığı insanları çevresine katarak bölgeyi geziyor. Halkın içine girmeyi göze alamıyor. Ki zaten bunu deneyen bakanlar, AKP’li vekillere halk gerekli cevabı vermiştir. Öyleyse öz-örgütlülükler temelinde kaderini kendi ellerine alan bir toplumsallık yaratılmalıdır. Bir daha iktidarın yanlışları, kapitalizmin kar hırsı dolayısıyla felaket yaşamak istemiyorsak en azından devletin olabildiğine etkisini azaltmak ve öz örgütlenme temelinde tüm organizasyonun sağlanması zorunludur. Bunun yapılabileceği görülmüştür. Depremzedelerin organizasyonundan başlayarak kalıcı mevziler kurulmalıdır. Devlete azalan ama tersinden devrimcilere artan güven bu öz-örgütlülüklerin yaratılmasında önemli bir kilometre taşıdır. Ayrıca devlet, AKP yetkilileri, bakanların alanlara alınmaması, kovalanması tüm Türkiye ve Kürdistan’da bir tarz haline getirilmelidir.

Devlet, yerin altından gelen uğultuyu kesmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Bugün devrimci görev o sesi büyütmektir. Yerin altından gelen uğultuya ses veriyoruz. Sesinizi duyan var. Sesinizi duyan devrimciler, bu sistemi yıkacak olan geride bıraktıklarınız. Sizi diri diri toprağa gömen bu sistemden yerin üstünde kalanlarla birlikte hesap soracağız. Ruhunuz bizimle…