Her taraf yangın yeri. Bolivya, Şili, Venezuela, Fransa, İran, Lübnan, Hong Kong, Irak, Tunus, Sudan, Suriye… Ayrıca ha yandı ha yanacak birçok yer var. Kapitalist–emperyalist barbarlığın çarkı pek de kusursuz değil artık. Uzun zamandır süren küresel kriz yama tutmaz oldu. Ezilenler isyanın ve kitle şiddetinin estetiğini yeniden yaratıyor. Yeni dünya düzeni artık üçüncü dünya ülkelerini yönetemiyor. “Normal” ve “normalleşme” üçüncü dünya için gerçek dışı bir seçenek. Ayrıca yeni dünya düzeni yalanının kapitalizmin iyi ve nihai yüzü olarak pazarladığı Batı’da da işler iyi gitmiyor. Yakında iyi tarafları olarak sunabilecekleri bir yerleri kalmayacak. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi lokomotif ekonomiler de zor zamanlar yaşıyor. İdeal kapitalizm olarak geriye Finlandiya, İzlanda vb. gibi yerler kalıyor ki onların da oransal olarak hiçbir hükmü olmayacak.
Yığınlar artık mevcudu istemiyor. Yakıyor, yıkıyor, isyan ediyor. Ancak kitlelerin yerine neyi istediklerine dair kafaları çok karışık. Uzun zamandır yığınlar kapitalizme olan öfkelerini aşırı sağa yönelerek, zaman zaman da sola yönelerek ifade ediyorlar. Nereye yöneldiklerinden bağımsız olarak şu söylenebilir ki; merkez kapitalizmi temsil ediyor ve merkezden sağa ya da sola her kaçış bir boyutu ile antikapitalist eğilimleri temsil ediyor. Aşırı sağa kaçış, kitleleri kapitalizmden kurtaramadığı gibi despotik idarelere maruz bırakıyor ve bir tür kapitalizmin yeniden üretimine hizmet ediyorken sola kaçış da yine kapitalizmin zihin dünyasının dışına çıkmayı başaracak oranda/ keskinlikte maalesef olamıyor.
Batı’da Yunanistan, İspanya vb. bazı örnekler dışında genel bir sağcılaşma yaşanıyor ve yine Fransa, Yunanistan hariç kitlelerde genel bir durağanlık hâkim. Üçüncü dünyada özellikle Ortadoğu’da, Hint hattında ve Latin Amerika’da genel bir devrimcileşme ve başkaldırı yaşanıyor. Ancak bu devrimcileşme henüz genel hatlarıyla bir kuruculuk perspektifinden ve genel örgütlü halden epeyce uzak. Daha çok devrimciliğin yıkma edimi ile hemhal. Maalesef devrimciliğin bir bütünlük halinde yığınların mücadelesinde hayat bulmaması da niyete rağmen bir yıkma edimini de imkânsız kılıyor. Şimdilik bu devrimcileşen yığınların isyanları yenilgiler ile sonuçlanıyor ve sınıf savaşımları tarihine kendi ders notlarını aldırıyor. Bu bağlamda Bugünlerde Lübnan’dan Şili’ye kadar yaşanan bütün bu isyanların, ülkelerindeki siyasal iktidarlara dayanak olan üretim ilişkilerine mal olacak nitelikte değişimine sebep olacağını beklemek gerçekçi olmayacaktır.
Marksizm ve isyanlar
Bu güne kadar üretilmiş en güçlü bilimsel antikapitalist teori ve pratik Marksizm oldu. Marksizm 20. yüzyılın ilk yarısını devrimler dönemi yaptı ancak 20. yüzyılı devrimler çağı yapamadı. 20. yüzyılın son çeyreği sosyalizm deneyimlerinin çözülmesine sahne oldu ve emperyalist kapitalist sistem 20. yüzyılı galibiyet ile kapattı. Şimdi 21. Yüzyılın ilk çeyreğindeyiz ve Marksizm ağır yenilgi ve kriz durumundan kurtulabilmiş değil. Bu ağır yenilgi ve kriz haliyle karşılıyor yeni yüzyılın isyanlarını ve emperyalist kapitalist sistemin süreğen krizini.
Geride bıraktığımız asırdan bugüne kadar yaşayan sosyalist iktidar deneyimi olarak sadece Küba var. Bir de hala toplumsal dayanaklarını koruyan bazı Marksist gerilla hareketleri ve Kürt Özgürlük Hareketi var. Küba ağır bir kuşatma altında ve bu kuşatmayı yarabilecek sosyalist seçenekleri tüketmiş durumda. Diğer taraftan bir kısmı Hindistan, Nepal, Filipinler hattında bulunan Maocu gerilla hareketleri ve bir kısmı da Latin Amerika’da bulunan Marksizan gerilla hareketleri de (önemli ölçüde kırsal ve yerli nüfustan oluşan) toplumsal bağlarını muhafaza etmeyi başardıkları halde genel bir tıkanma içerisinde yerinde saymaktadır. – Benzer bir değerlendirme Kürt özgürlük hareketi için de yapılabilir. Ancak Rojava deneyimi Kürt Özgürlük Hareketi’ni bir tıkanma ile tariflememize izin vermez. –
Bu asrın ilk çeyreğini geride bırakırken Marksizmin yenilgiyi ve krizini aştığına aşacağına dair yeni teorik politik ve pratik örnekler görmek henüz mümkün olmadı. Biz Marksistler açısından bu isyanlara sevinmek ve bu isyanlar üzerinden umut etmek elbette kaçınılmaz; ancak durum bir biçimiyle de ekmediğimiz bir tarlaya yağmur yağmasını beklemek ve yağmurun yağmasına sevinmek oluyor. Zira bu yağmurlar hasat getirmeyecek. Elbette isyanlar değerli ve önemli. Bu isyanlar şimdilik yeni bir dünya kurmanın iradesini içermemekle birlikte eski dünyanın tükendiğinin güçlü işaretlerini içeriyor ve Marksizm’in sırtında şakırdayan kırbaçlara dönüşüyor. Ancak Marksizm’in öncelikle kendi krizini aşması gerekecek. Bunun için de önce kendi eskisinden kopuş gerçekleştirmesi gerekecek.
Marksizm, aydınlanmanın etkisi ile yoğrulmuş Avrupa çıkışlı bir paradigmadır. Kendini kurduğu ilk günden bugüne kadar hala bu yönünü muhafaza etmeyi başarmıştır. Evet, gittiği farklı yerelliklerde kendisini yerelleştirmeyi ve yeniden üretmeyi başarmıştır; ancak bu durum ana gıdasını Avrupa’dan aldığı alacağı gerçeğini hala değiştirmemiştir. Ekim Devrimi’nden Çin, Vietnam Devrimlerine; Şili’den Küba’ya; Marksizm sosyalizm pratikleriyle hep Avrupa dışında varlık bulmuşsa da Avrupalı olmaya ve Marksist dünyanın merkezini Avrupa saymaya devam etmiştir. Bu durumu 1. Paylaşım Savaşı’nda Avrupalı Marksistlerin ulusalcılığa saplanarak Avrupa Devrimi’ni boğmaları ya da 2. Paylaşım Savaşı’nda yine Avrupa Devrimi’nin Sovyetler’in dış politikasına ve bekasına kurban edilmesi de değiştirmemiştir. Marksizm’in Avrupalılığı, üçüncü dünyanın yüksek Marksist pratiğinin karşısına veya yanına bir pratik koyulmasa da, devam etmeyi başarmıştır.
Bu gerçek üzerinden söylenebilir ki; Marksizm’in kendi krizini aşması ve yenilgi halinden kurtulması yine büyük oranda Avrupa’dan doğru olacaktır. Avrupa devrimleri biçiminde olmasa bile Marksizm’in teorik, politik ve ideolojik reorganizasyonunu büyük oranda Avrupa üzerinden gerçekleştirip, hem kendisini yeniden devrimcileştirip hem de dünyada yeni bir devrimler çağını başlatması Avrupa üzerinden mümkün olacaktır. Elbette bunun böyle olacağını söylemek, böyle olması gerektiğini iddia etmek ya da Marksizm’in Avrupalılığını olağanlaştırmak değildir. Bu sadece bir tespittir. Dünya Marksizmi için hala zemin değişmemiştir. Bu zeminin harcını İngiliz iktisadı, Alman felsefesi ve Fransız devrimi ile karan ve kendini Lenin üzerinden devrimcileştiren Avrupalı Marksizm’dir.
Avrupalı Marksizm bugün maalesef hem Avrupa’da hem de dünyanın önemli bir kısmında devrimciliğini yitirmiş durumdadır. Öyle ki Marksizm artık Batı’da sadece akademinin konusu olma tehlikesi ile yüz yüzedir bile denebilir. Buna paralel olarak Batı’yı da aşan daha geniş bir hatta da komünist partiler çoktan kapitalist sistemin olağan ve etkisiz parçaları haline gelmiş durumdadırlar. Avrupa (genel olarak Batı) dışında kalan coğrafyalarda varlık gösteren Marksist yapılar ise Marksizmin yenilgisinin ve krizinin kurbanları olmaktan kurtulamıyorlar. Üçüncü dünya ülkelerinde varlık göstermeye çabalayan kimi Marksist devrimci yapılar ya bütün toplumsal bağlarından kopmuş ve üretimsizlikle malul marjinaller halindeler ya da belirli oranda toplumsal bağları muhafaza etmeyi başarmış hatta ülkelerinde zaman zaman ikili iktidarlar oluşturmayı başarma iradesi gösteren ve fakat Marksizmin küresel yeniden üretimine katkı sunamayan ve Marksist devrimcilik ile ilişkilerini genelde popülizm, ulusalcılık, parlamenteristlik vb. üzerinden fazlaca zedeleyen durumdalar. Bugün Türkiye devrimci hareketi birinci başlıkta ele alınabilecekken Venezuela, Şili, Bolivya, Nepal ve Yunanistan devrimci hareketleri de ikinci başlıkta ele alınabilecektir.
Ayrıca Marksizm’in bu yenilgi ve kriz halinin bugüne etki eden pratik sonucu olarak, çeşitli yerelliklerde ki görece etkili Marksist deneyimlerin sosyalist iktidarlarla taçlanmasına ya da bir siyasal iktidar haline dönüşse bile bir toplumsal iktidar formu kazanmasına engel olmaktadır. Zira emperyalist kapitalist sistem son derece güçlü ve sistemli bir enternasyonal örgütlülüğe sahipken, Marksizm tam tersi oranda enternasyonal örgütlülükten yoksundur. Bu yoksunluk da artık tek ülkede devrimciliğini ve tek ülkede sosyalizmi büyük oranda imkânsız kılmaktadır. Yanı başımızdaki Rojava’ya ve Latin Amerika’daki Bolivya ile Venezuela’ya bakmak bile bu sonucu bize rahatlıkla verecektir. Zira Rojava, Bolivya ve Venezuela’da hem emperyalistlerin örgütlülüğü hem de bir ülke ya da bölgeye hapsolmanın sonuçları görülecektir.
Sonuç olarak;
Bugün vuku bulan yığın hareketleri günümüz Marksist devrimciliğinin çok ilerisinden yol almaktadır. Ancak Marksizm’in yenilgisine ve krizine çarparak yenilmektedir. Marksist yapılar bu hareketler ile ilişkilerinde çoğu zaman ya etkisiz bir bileşen olarak kalmakta ya da bu hareketleri ortodoksça okumalarla değersiz kılmakta ve bu değersizlik üzerinden kendine değer devşirmektedir. 20. yüzyılda Marksizm’in rengini çalmadığı ya da öncülük etmediği isyan yok gibidir. 20. yüzyılın ulusal kurtuluş mücadelelerinin çok önemli bir kısmı dahi Marksizm’den fazlaca etkilenmiştir. Ancak 21. yüzyılın bugüne kadar gerçekleşen bütün halk hareketleri ya Marksizm’in çok önünden ya da sınırlı sayıda da olsa Marksizan yapıların yapısal krizlerinin yükü altında gerçekleşmiştir. Bugün artık devrimci olan, daha çok yığınlardır. Marksizm çoktandır bir dönemini kapatmıştır; ancak yeni dönemini açamamaktadır. Bunu dünyanın her yerine bakarak veya dünyanın her yerinden bakarak görmek mümkündür.