“Dünyaların dünyasını görmen için, gözlerini değiştir.
Kuşların şarkını dinlemesi için, gırtlağını değiştir.
Orinoco Nehri civarında doğmuş olan eski bilginler bunu bilir, bunu söylerler.”
(E. Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı)
Siyasetin toplumsallaşması, toplumdaki potansiyelin kapasiteye dönüşmesidir. Topluma kapasitesini hatırlatma işidir. Bir olduğumuzda neleri başarabileceğimizi gösterme, cesaretlendirme işidir. Kitleleri hem fail hem de özne yapma işidir. Bu bazen kendiliğinden, bazen de örgütlü müdahale ya da her ikisinin iç içe geçtiği bir süreç sonucu oluşur. Ancak potansiyel kapasiteye dönüştüğü zaman iş bitmez. Eğer ertelemeci yaklaşmışsak, an’da alternatifi örememişsek, bugün yarın ikilemini yapmışsak, kapasiteyi nereye harcayacağımızı, nasıl yönlendireceğimizi bilemeyiz. Örgüt, geleceği doğuran eylemleri ve pratikleri üretebildiği ölçüde, potansiyellerin gerçekleşmesini sağlayacak formdur. Yani örgüt, kendi öngördüğü geleceği, teorisinin haklılığını pratiğiyle kitlelere de göstermelidir.
Bunun içinse insanların tüm yeti ve yeteneklerini devrim doğrultusunda özgürce geliştirdiği ve kullandığını duyumsadığı kolektif olarak gelişimlerini, gerekli katılım ve öncülük koşullarını da yaratan ve içselleştiren, sınırlı gruplara değil sistemle sorun yaşayan tüm kesimlerle bağ kuran ve beslenen, karşılıklı etkileşim halinde olan bir organizma şarttır. Devrimci örgütle kitleler arasında diyalektik bir süreç olmalıdır. Bunu sağlamazsak tek başına örgüt, tepeden inmeci kontrol sürecine dönüşür, ki bu bile zordur. Gelişen kitle hareketleri ise tek başlarına bütünlük kavramını geliştiremez, kendi çıkarlarını ezilen ve sömürülen tüm kesimlerin çıkarlarıyla kesiştiremez, merkeziliği sağlayamaz.
İki deneyim…
Aslında iki temel nokta üzerinde durduk. Birincisi siyasetin toplumsallaşması. İkincisi ise siyaset toplumsallaştığında, açığa çıkan kapasiteleri yönlendirecek, forma kavuşturacak örgüt yapısı. Bu ikisini şematik değil ama iç içe, bütünlük içinde oluşturabiliriz. Siyaseti toplumsallaştırmaya çalışmalı, siyaset toplumsallaştığı oranda da bu örgüt yapılarını, kitlelerle karşılıklı öğrenme süreci içerisinde, oluşturmalıyız. Eğer karşılıklı öğrenme sürecine girmez de sadece önceden tasarlanan yapılar ve planlar üzerinden topluma gidersek sınıfta kalacağımız, tarih tarafından defalarca kanıtlanmıştır. İncelediğimiz kadarıyla Fransa’da gelişen 68 hareketi ve kendi coğrafyamızdan Gezi’yi buna örnek verebiliriz. Bu iki deneyimi, farklı tarih ve coğrafyalarda bulunduğunu göz önünde bulundurarak, çok ayrıntı ve olay örgüsüne girmeden, bugüne devredecek çözüm halkalarını yakalayarak irdeleyelim.
68 Fransasının parolası: Hayal gücü iktidara!
1968 yılı öncesinde Fransa’da işçiler, yıkıcı proleterleşme dalgasıyla karşı karşıya olanlar ve öğrenciler patlamaya hazır bir volkan gibi sürekli içten içe kaynamaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi 68 sürecine giderken dünyada sosyal refah devletlerinin getirdiği haklar kırpılmaya, neoliberal ekonomi politikaları oturtulmaya çalışılmaktadır. 68’i hazırlayan süreç de bunun bir parçasıdır. Emperyalist ve sömürgeci bir ülke olarak Fransa’da tekelci burjuvazinin gelişim ihtiyacını karşılayacak nitel ve nicel işgücü yoktur. Bu hedefi gerçekleştirmek için üniversiteleri yaygınlaştırır nitelikli iş gücünü arttırırken, emeğin niteliğini düşürür. Böylelikle ücretleri aşağıya çeker. Tabii proleterleştirdiği kesimlerin yaşamlarına, özgürlüklerine, yaşam alan ve tarzlarına da müdahale eder. Tam bu dönem Vietnam direnişinin rüzgarı, gençlik arkasına alır. 68 öncesi, bu hak gasplarına karşı grev, yürüyüş, miting gibi eylemlerle parça parça, cılız sesler yükselse de asıl dönüm noktası gençliğin başlattığı eylemlerdir. 10 mayıs 1968’e gelindiğinde faşist bir grubun Sorbonne Üniversitesi’ni işgal eden öğrencilere saldırması ile birlikte tüm parçalar birleşir. Gençler sokaklarda, üniversitelerde, liselerde direnişe geçer. Öğrencilerin faşistlere ve polislere karşı direnişi halkın sempatisini kazanır ve işçiler gençlikle dayanışmak için ülke çapında grev kararı alır. Aslında işçilerin grev kararı bir günlüktür ancak iş sadece dayanışmayla sınırlı olmaktan çıkar. Bir günlük grevin yeterli olmadığını görüp, gençlerden ilham alarak fabrika işgallerine başlarlar. Binlerce isimsiz militan işçinin ve öğrencinin inisiyatifi, kararlılığı ve yol göstericiliğiyle bu süreç gelişir. Ancak örgütlü bir devrimci kuvvetin öncülüğünden söz edilemez. Bazı reformcu örgütler, bürokrat sendikacılar, işçilerin kendiliğinden gelişen inisiyatiflerinin önünü tıkamaya çalışır. Çünkü böyle bir işçi inisiyatifi, kendilerinin alışkanlıklarını, konfor alanlarını bozacak; sendikalar denetimlerinden çıkacaktı. Bu yüzden işçiler, aynı zamanda sendika bürokratlarına ve FKP’ye karşı da mücadele ederler.
Ülke çapında, grevlerin ortaya çıkardığı büyük güç, aynı zamanda sorunları da ortaya çıkarır. Çünkü en basitinden, üretimsizlik açlığı da beraberinde getirir. Bunu tartışan işçiler, zorunlu olarak bazı üretim ve hizmet sektörlerini denetimle beraber işler pozisyona getirir ve halkın açlık, sefalet çekmesinin önüne geçer. Ulaşım ücretsiz sağlanır. Grevcilerin ailelerinin ihtiyaçları karşılanır. Köylülerle direk ilişkiye geçerek gıda sağlar ve fırsatçılara izin vermezler. Fiyatları düşürürler. Direnişte iletişimi sağlamak için telsiz gibi bazı araçlar da gerektiği kadar üretilmeye devam edilir. İşçiler, gazeteleri de denetimleri altına alırlar. Eğer sistemden taraf, nesnel olmayan haber yapılıyorsa bu gazeteyi basmazlar. Kendi propagandalarını sağlayacak afiş, bildiri, broşür gibi materyalleri de basar dağıtırlar. Sistemin normalleri altüst olmuştur. Artık işçi sınıfı, neyin yaşam gereksinimi olduğunu ve bunları kan emici azınlık olmadan işçi sınıfının kendi bilinci ve gönüllülüğüyle üretebildiklerini ve yönetebildiklerini görür. Bazı şehirlerde ikili iktidar durumu yaşanır. Çünkü işçiler grev sonrası, şehirleri etkin bir şekilde yönetirler. Çünkü işçi sınıfı kendi hayat koşullarını ve bunu nasıl karşılayacağını en iyi bilendir. İşçi sınıfının kolektif emekçi karakterinin bir sonucu olarak kolektif davranabilme yeteneği bir kez daha açığa çıkmıştır. Böylece yaşamın her anına nüfuz edebilecek gücü kendisinde bulabilmiş; söz, yetki, karar süreçlerini bütünleştirebilmiştir.
Eylem komitelerinin gücü, kendiliğinden gelişiyor olmasından gelir. Ancak bunu diyerek tabii ki örgütlü öncü gücü yadsımıyoruz. Aksine bu kendiliğindenlik, en güçsüz yanlarını da oluşturur. Kendiliğindenlik ile birlikte yeteneklerini ve gücünü gemleyen reformculardan, bürokratlardan kendilerini korurlar. Fransa koşullarını incelersek ve o dönemin en güçlü sol örgütü Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin ve hakim olduğu CGT sendikasının tutumunun, işçileri sisteme entegre etmek için neleri yaptığını görmüş oluruz. Bu anlamıyla güçlü yanlarının kendiliğindenliği olduğunu söylüyoruz. Fransa’da o dönem birkaç küçük gruptan oluşan devrimciler ve otonumcu hareketler vardı; bu yapıların nitel anlamda bu dalgayı karşılayabilecek güçte olmamaları, nicelik olarak güçsüzlükleri ve işçi hareketlerine uzaklıkları (buralardan kendilerini besleyemiyor oluşları) nedeniyle 68 hareketine önderlik edecek çıkışları örgütleyemediler. Tabii devlet de bu ayrımın farkındadır ve FKP’nin önderliğinde gelişen eylemleri uyarılarla dağıtırken, bu devrimci hareketlerin içinde yer aldığı ve öncülük ettiği eylemleri şiddetle bastırmaya çalışır. FKP de devrimci gruplara karşı kara propagandadan geri durmaz ve bildirilerinde sürekli “provokasyonlardan kaçınma” temasını işler.
Fransa hükümeti, işçilerin eylemlerini absorbe etmek için bazı reformları da içine alan bir referandum önerisi getirir. Ancak işçiler bunu kabul etmez ve referandum pusulalarını basmazlar. Ve referandum gerçekleşmez. Fransız devleti bir kargaşaya sürüklenmektedir. Neresinden tutmaya çalışırsa çalışsın elinde kalır. Ancak devlet kargaşa içerisindeyken, işçiler de kararlı bir önderlikten yoksundular. İşte güçlülüğünü oluşturan kendiliğindenlik aynı zamanda zayıflığını da oluşturdu. Bu zayıf yanı ise, direniş sürece yayıldıkça reformcu örgütler tarafından dolduruldu.
Kitlesel bir toplumsal hareket, kendiliğinden başlayabilir ancak kapasitenin tamamını harekete geçirme ve devlete meydan okuma konusunda eksik kalır. 68 Mayısında büyük bir yaratıcılık ve militanlıkla gelişen toplumsal kalkışmanın Haziranda sönümlenmesinin temel sebebi, devletin merkezileşmiş gücüne karşı, bu kapasiteleri birleştirip devlete karşı harekete geçirecek, ona meydan okuyacak devrimci öncünün yokluğudur. Fransa 68’inin önemli sloganlarından biri; “Güçlü kalırsak, korkanlar da bizimle olur.” idi. Sınıf savaşımında, baskıyla korkutulan, yozlaşan insanlar görülür. Sınıf mücadelesi ile toplumsallığı inşa eden bir hareket ise bu insanları saflarına çeker ve kurtuluşlarını tasavvur etmelerine ön ayak olur. Ancak bu mücadeleler yarı yolda kalır ise bu insanlar tekrar kurulu düzene, ‘istikrar’a geri kaçarlar.
Bu koşullar altında yönetememe krizi yaşayan Fransız devleti, referandumu iptal ederek parlamento seçimi önerisi getirir. FKP ve diğer reformist örgütler ise bunu reddetmezler, çünkü parlamento seçimlerini reddetmeleri kendi konformist tabiatlarına terstir. Seçimleri reddetmeleri için bütün bir politika ve pratiklerini terk etmeyi, devletle karşı karşıya gelmeyi, savaşmayı ve savaştırmayı göze almaları gerekir. Devlet bu durumu çok iyi değerlendirir. Faşistler, sağcılar ve polis sokağa iner; devrimcilere ve greve devam eden işçilere saldırırlar. Devlet bir taraftan sopayı gösterirken diğer taraftan da grevcilerle bazı reformlar üzerinden anlaşmaya gider.
Seçimde sağcılar oylarını yükseltirken, FKP ise büyük bir düşüş yaşar. İlk bakışta toplumsal kalkışmanın üstüne, sağın ezici galibiyeti garip gelebilir ancak hem düzen ve istikrar isteyen kesimler hem de seçim hileleri hesaba katıldığında çok da garip bir durum değildir. Burdan çıkarılacak temel sonuçları şöyle sıralayabiliriz: Toplumun gücü sandıklarda değil, sokaklarda ve üretim alanlarındadır. Devrimci öncünün olmadığı yerde, reformistler, kitlelerin gerisinde kalır ve onu paçasından aşağıya çeker. Kitlesel bir ayaklanma, toplumun her kesimine ve alanına nüfuz eder. Ayaklanma ilerledikçe, sistemle karşı karşıya geliş, saflar ve zihinler netleşir. Bunu süreğen kılmak içinse devrimci öncünün çelişkileri daha da derinleştirecek ve ‘istikrar’ı devrimci sürece bükecek hamlelerine ihtiyaç vardır. Kapasiteler açığa çıktığında onu yönlendirecek olan devrimci öncüdür. Çünkü saflar netleştikçe devlet merkezi gücünü hiç sakınmaksızın, kendi bekası için halka karşı kullanır. Fransa 68 örneğinde olduğu gibi devrimci öncünün olmadığı yerlerde, merkezi boşluk oluşur ve kitleler devletin baskısına dayanamaz, bu merkezi boşluğu FKP gibi reformist örgütler doldurup kitleyi sisteme entegre eder. Çünkü kitlelerin eğilimi statik bir mesele değildir. Sürece göre değişkenlikler gösterebilir.
İsyanın Gezi hali
Gezi Ayaklanması, Fransa 68’ine göre biraz daha zayıf geçse de birçok benzer yan taşır. Gezi direnişi, 2008 krizi sonrası ilk olarak Tunus’ta patlak veren ve dünyanın dört bir yanına yayılan isyan dalgasının bir parçasıdır. Gezi Direnişi de yıkıcı proleterleşmeye karşı bir isyandır. Proleterleşme süreci sadece ücretlerdeki düşüş olarak ele alınmamalı. Kapitalizm, kenti de emekçi kitlelerin tüm yaşam döngüsünü, ezcümle her şeyi sermaye birikiminin bir konusu haline getirir. Bu yüzden tüm yaşam alanlarına müdahale eder, dönüştürür. Gezi Parkı’na yapılan müdahale ise bu sürecin, toplumdaki birikmenin patlama noktası oldu. Gezi Direnişi’nin işaret fişeği sadece Gezi Parkı’nı korumayı hedefleyen bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Devletin yasakçılığı ve uyguladığı şiddetle sınırlarını hızla aşarak sınıfsal-toplumsal bir isyana dönüştü. Forumlar demokrasisine dönüşebildi ve 11 Haziran’da polisin Taksim Meydanı’na müdahalesi ile birlikte, bu forumlar ve Gezi isyanı ivme kaybetmeye başladı. Tabii bu duruma sebep, süreci okumada zorlanan, bu forumları birleştirecek, kitleleri arkasına alıp yönlendirecek, bir öncü kuvvetin eksikliğiydi. Devrimci örgütler, her ne kadar böyle yapmaya çalışsa da kendilerini o ana kadar bu yönlü donatmadıkları, mevcut sınıfsallığı ve toplumsallığı kavrayamadıkları, sürecin ihtiyacını karşılayacak nicel ve nitel bir bütünlüğü kendinde barındırmadıkları için yenilgi kaçınılmaz oldu. Yakın tarihimizde yaşadığımız bir süreç olduğu için uzun uzadıya anlatmayacağız. Ancak Fransa 68’ini anlatırken sizin de gözünüze çarpmıştır diye umuyoruz Gezi ile benzerlikleri. Kendiliğinden gelişen toplumsal bir hareket, forumlar, reformistlerin hareketi aşağıya çekme çabaları, devrimci örgütlerin ileriden hamleler yapma çabalarına rağmen nicel ve nitel olarak yetersizlikleri, reformistlerin yeri geldiğinde karşı devrimci saflara geçip kitleye “provakasyona gelmeyelim, provokatörler…” vb. kara propagandaları gibi bir sürü şey sayabiliriz. Öte yandan hem 2008 sonrası gelişen küresel isyan dalgasıyla birlikte devletler kendilerini hem fiziken hem de hukuken güçlendirdi. Gezi sonrası TC de kendi eksiğini gördü ve kendisini buna uygun donatmayı bildi. Biz de Gezi’de yetersiz kaldığımız birçok yanı görmüş olduk. Ancak bu eksiklikleri kapatacak bütünlüğü ne kadar yakalayabildik? Yoksa melankolik bir ruh halinde, hala geçmişten Gezi ruhunu çağırma ayini mi yapıyoruz?
Marjinal fayda – sentez diyalektiği
Fransa 68 ve Gezi değerlendirmesi ışığında, şunu kendimize soralım: Öncü örgüt olmanın espirisi nedir? Kitleler kimi zaman, gelişen mücadele içerisinde kendi toplumsallığını yakalıyor. Günlük, yerel ihtiyaçlarını karşılayacak örgütsel yapıları oluşturuyor. Ancak hareketi ilerletmede, yerellikleri ve günceli aşmada zayıf kalıyor. Yerel çıkarları ve günceli aştıracak olan devrimci öncüden başkası değildir. Ancak bu, an’da gerçekleşebilecek bir olay da değildir. Bu, ezilenlerin her kesiminde kök salmış militanların özverili, sıçramaları göğüsleyebilen, çözüm gücü yüksek, hakikati her anlamıyla kavrayan çalışmasının ürünü olacaktır. Şunu bilmeliyiz ki, devrimin önündeki bir engel kapitalist sistem ve devletiyse bir diğeri de kendimiziz. Statükoculuğumuzla, öncü-kitle diyalektiğini kuramayışımızla, bugünün toplumsallığını doğru okumayışımızla, kolektif özne örgüte uzaklığımızla biziz! Öncü; tasavvur ettiği geleceği, kapasitesini açığa çıkarmış kitlelere kavratarak gerçekleştirir. Bunu en verimli hale, kitlelerle karşılıklı bir etkileşimle, sentez üzerinden sağlar.
İktisatta marjinal fayda diye bir kavram vardır ve büfe örneği sıkça verilir. Marjinal fayda, bir maldan tüketilen miktar bir birim artırıldığında bu ilave birimin tüketiminden elde edilen faydayı ifade eder. Örneğin büfede çalışan işçilerin sayısı bir birim arttırıldığında ilave birim işçinin tüm çalışmaya sağlayacağı ilave fayda, marjinal faydayı ifade eder. Marjinal faydayı sadece işe alınan son birim işçinin çalışkanlığıyla bulamayız. Müşteri yoğunluğu, belirlenen çalışma saatleri, büfenin metre karesi vs. bir sürü etken marjinal faydayı etkiler. Eğer 10 metrekare alan ve dört işçi bu büfede çalışıyor ise alınan beşinci işçinin marjinal faydası negatif bile olabilir.
Öncü, sadece devlete meydan okumak ve onu yıkmakla kalmaz, tahayyül ettiği geleceği de inşa eder. Bunu daha önce bahsettiğimiz gibi an’da da örgütlemek zorundadır. Bu sadece bir zorundalık değildir, devrimin yasasıdır. Nasıl bir dünya öngörüyorsak, şimdiden bu dünyayı filizlendirmek gerekir. Ancak bu tek tip yaşam ve mücadele standardı yaratarak değil, kitlelerle etkileşim halinde sağlanabilir. Marjinal fayda örneğinde olduğu gibi tüm faktörleri kavrayarak, sentez bir şekilde devrim tahayyülü kitlelere aktarılabilir.
En doğru her zaman doğru değildir!
Sentez bir şekilde devrim inşasını kavramak için hamlelerimizi doğru hesaplamamız gerekir. Bunun için Sovyetler Birliği’nde kadın mücadelesini incelemek faydalı olacaktır. Ekim devrimiyle kadın özgürlük mücadelesi namına devasa adımlar atılır. Ekim devriminin ilk yılında, evlilik içi ve dışı tüm çocuklara eşit haklar tanınır. Evlilik olmadan cinselliğin yaşanması suç olmaktan çıkartılır. Boşanma ve kürtaj hakkı kayıtsız koşulsuz kabul edilir. Eşit işe eşit ücret ve üretim-yönetim birliği çerçevesinde yönetsel tüm işlerde kadının da yer alabilmesini sağlayacak düzenlemeler ile kadının tam hak eşitliği için devasa adımlar atılır. Kadınların sırtına binmiş olan yeniden üretimi toplumsallaştırma hamlesi başlatılır. Ortak mutfaklar ve çamaşırhaneler, kreş ve bakım evleri bu temelde atılmış önemli adımlardır. Burada yazdığımız ve yazmadığımız tüm adımların, hukuki bir düzenleme derekesinde kalmaması, doğrudan toplumsal bir karşılığının örülebilmesi, yani siyasetin toplumsallaştırılması için özgün kadın örgütlenmesi olarak partinin kadın örgütlenmesi olan Zhenotdel açılır. Zhenotdel’in sloganı “yaparak ajitasyon”dur. Komünist kadınlar, Zhenotdellerle kadınları, evin o bunaltıcı ve köreltici yükünden kurtaracak adımları pratikleştirerek, onları sosyalist inşa çalışmalarına örgütlerler.
Öte yandan Sovyet Cumhuriyetlerinin birçoğunda, içe kapalı toplumsal ilişkiler ve dinsel gericiliğin de etkisiyle, kadınların hayatında devrim sonrası adeta hiçbir değişim olmamıştır. Komünist kadınlar, doğrudan buralara gider, Zhenotdelleri örgütlerler. İslami adetlerin hakim olduğu Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’da kadınlar peçelidir. Başlık parasıyla alınıp satılır ve namus uğruna töre adına katledilirler. Kadınların namahrem kabul edilen erkeklerle konuşmaları, yüzlerini göstermeleri yasaktır. Tıpkı Anadolu’daki gibi, “Soframızdaki yeri öküzden sonra”dır. Uzatmak gerekmez, bu kendi topraklarımızın realitesi olarak bildiğimiz bir durumdur. Müslüman kadınlar içinde çalışma yürüten Zhenotdel üyesi komünist kadınlar, bu gerici toplumsal yapıyı aşıp kadınlara ulaşırlar. Onlara sosyalizmi ve kadın haklarını anlatır, okuma yazma öğretir ve eve hapsolan bu kadınları toplumsal yaşama örgütlemek için yeri geldiğinde peçe bile takarlar. Tek dertleri sosyalizmin ışığını taşımak ve kadın kitlelerini sosyalizme örgütlemektir. Diğer türlü devrimin bu bölgelerdeki kadınların hayatına dokunan bir yönü yoktur. Bu çalışmayı kimi zaman canları pahasına yürütür Zhenotdel’in örgütçüleri. Zira devrimin değil şeriatın kanunlarının geçerli olduğu topraklarda örgütlenirler. Adeta ilmek ilmek örülür çalışma. Ve henüz devrimin hiçbir toplumsal değişim dinamiğinin harekete geçmediği müslüman toplumlarında, müslüman kadınlar Zhenotdellerde örgütlenir. Artık kadınlar dışarıda toplantılara katılır, okuma yazma öğrenir, mesleki eğitimler alır ve adım adım üretim sürecine dahil olmaya başlarlar. Hala kadınlar başörtülü/türbanlı veya çarşaflıdır. Ama bent yıkılmıştır, artık kadınlar cins özgürlük mücadelesinin ve sosyalist inşanın birer öznesi haline gelmiştir.
Maalesef hikaye böyle devam etmez. 1927-29 yıllarında, tarımda zorunlu kolektivizasyon politikasının uygulanmasıyla -yani siyasetin henüz toplumsallaştırılamadığı ve kanun zorunun öne geçtiği hamleyle- koşut olarak, türbana karşı merkezi bir kampanya süreci başlatılır. Bu Parti merkezinin aldığı bir karardır. Zhenotdel aktivisti kadınlar Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi ülkelerde bu yasanın ters tepeceğini söylese de sözleri kafi gelmez. Kadınların çarşaf ve türbanlarını törenlerle çıkarıp yakmaları sağlanır. Ancak bu henüz sosyalist toplum yolunda mesafe katetmeyen müslüman toplumlarda ters teper; kadınların özgürlük mücadelesini sekteye uğratır. Ve Zhenotdel örgütçülerinin ilmek ilmek örerek atmış oldukları adımlar, gerici toplumsal yapı tarafından berheva edilir, komünist kadınlar örgütlenme faaliyeti yürütemez hale gelir. İşte bu da tersten bir örnek olarak deneyim hanemize yazılmak durumundadır. Bu ülkelerde, yerelin özgünlükleriyle sentez bir yaklaşım yerine tepeden inmeci yaklaşım, örgütlenmeyi, mücadeleyi geriye düşürür.
Öncü Örgüt Olmanın Espirisi: Çözüm Gücü
“Affı olmayan yegâne günah umuda karşı işlenendir.” (Eduardo Galeano)
Her geçen gün yeni bir intihar vakası haberi alıyoruz. Eve ekmek bile götüremediği, kirayı denkleştiremediği, çocuğunun okul masraflarını karşılayamadığı, onurlu bir yaşam yaşayamadığı, umudu bu dünyada göremediği, varoluşunun anlamını bulamadığı için intihar eden insanlar… İnsanlar, ölmekten çok yaşamaktan korktuğu bir distopyanın içine doğru ilerliyor. Eğer umudu yaratabilseydik, yaşamın anlamını yaratacak pratiği sergileyebilseydik, bu insanları kapsayabilir ve mücadele içerisinde var edebilirdik. Tabii ki niyetimiz farazi konuşmak değil. Ancak kendimize doğru soruları sormaya çalışalım. Söylemimiz mi eksikti? Umudu yaratacak söylemi kuramadık mı? Neden bu insanlar mücadeleyi değil de ölümü seçti? Bize göre söylemlerimizde hemen hemen hiçbir eksik yok! Fakat “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Hadi söylemde eksiğimiz olmasın, ama umudu yaratacak, söyleme denk düşen örgütlerimiz ve pratiğimiz yok. Aslında hala yanlış sularda sorular soruyoruz. Oysa geçmişte, umudu yaratacak yapıları, pekala mücadele içerisinde ördük.
Türkiye Devrimci Hareketi’nde bunun birçok deneyimi vardır. Ancak bu yapıları ilerletip nihayete vardıramıyoruz. Bazı sınırlarımız ve görünmez duvarlarımız var. Bunları aşmada güçlük çekiyoruz. Yükseliş dönemlerinde her şey güzeldir. Sorunlar daha rahat çözülür. Çözüm gücü yükselir. Ancak mücadelenin tıkandığı noktalarda, içini yiyen bir varlığa dönüşüyoruz. İyiyi kendimize atfederken sorunu hep dışımızda arıyoruz. Sorunu dışarıda arayarak, kendimizi çözüm gücü olmaktan çıkarıp sorunu büyüten bir yerde oluyoruz. Böyle olunca da bölünmeler, tasfiyeler bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Genelde de konuşulan olayların magazinsel boyutu oluyor. Bizim sonuçtan çok temelde yatan sorunlara eğilmemiz gerekiyor. Bataklığın üzerinde ne kadar tepinirsek tepinelim batmaya devam ederiz. Mesele bataklığı birlikte kurutmakta.
İnsanlar doğdukları toplumsallıkta şekillenirler. Bizim de devrimciliğimiz biraz böyle. Demek ki en başta mücadeleyi, örgütü, kültürü, iktidarı, çözüm gücünü ele alış tarzımızda yanlışlık var. Bizim de o derinliğe inip sorunu çözmemiz gerekir. Geçmiş geçmişte kaldı ama geleceğe doğru emin adımlarla yürümek zorundayız. Kronikleşen hastalıklarla yüzleşmek, acil bir sorun olarak, önümüzde hala duruyor. Bu, sadece basit olarak sayımızı arttırma meselesi değil. Sorunlar, mücadele içinde hep olacaktır. Hatta mücadele, örgütlenme büyüdükçe içte ve dışta daha büyük sorunlarla karşılaşacağımız kesindir. Mao’nun dediği gibi “düşman vuruyorsa doğru yoldayız demektir.” Sorun yoksa zaten bir şey yapmıyorsundur ve olduğun durumdan memnunsundur. Bu anlamda büyük sorunlardan kaçınmak devrimciliğin tabiatına aykırıdır. Mesele, sorunlara yaklaşım sorunudur. Yeterli çözüm gücünü üretememe meselesidir. Bu sorunları erteleyerek ya da görmezden gelerek atlatamayız. Bunlar elbet bir gün yine karşımıza çıkacaktır. Biz devrimciysek, tarihin tekerrür etmeyeceğini göstermeliyiz. Sorunları ele alış tarzımızı devrimcileştirirsek, her süreçten büyüyerek, güçlenerek çıkarız. Bu örgüt içi meseleler için de, tarihsel tıkanmalar veya herhangi bir mahalledeki sıradan bir sorun için de böyledir.
Bu sorunları bir kenara bırakalım, toplumsal potansiyelin bu kadar geliştiği bir dönemde, devrimcilerin önünde buz kıracağı olma ve halkı mücadeleye katma sorunu orta yerde duruyor. Bu soruna çözüm getirirsek daha güçlü bir şekilde yolumuza devam ederiz. Çözüm gücü oluşturamadığımız noktada, sorun bizi çözer ya da aynı yerde debelenir dururuz. Öyleyse sorunların üzerine en temelinden, devrimci titizlikle gitmeli ve çözüm gücü oluşturmalıyız. Ancak böyle yaparsak komün gücüne ve özgürlük gücüne mahal veririz.
Yeni devrimciliğe başladığım dönemde, bize hep şu mottoyla yaklaşılırdı: “Bana bir işin nasıl yapılamayacağını anlatma!” Ulaş Bayraktaroğlu’ndan çıkan, ama zamanla örgüte mal olan, anonimleşen bu söz, zihnimizde kendimizi sınadığımız, görevleri ne derece başarıyla yerine getirdiğimizi sorguladığımız bir söz olarak, adeta kendimizi denetleme kuruluna dönüşmüştü. Bürodaki bir tornavida ihtiyacından, sokakta polis barikatlarını aşma iradesine, para ihtiyacına, faşistlerin olduğu alanlarda örgütlenmeye her türlü ihtiyaçta bu cümle, cümle olmaktan çıkıp bizim için çözüm gücüne dönüşmüştü. Eğer her türlü imkanın var olduğunu, ama son kertede biz devrimcilerin şartları doğru değerlendiremeğini düşünüyorsak hala “bir işin nasıl yapılamayacağını” anlatıyoruzdur, söylemimiz ne olursa olsun. Tersten kurarsak devrimin nasıl yapılacağını anlamalı, anlatmalı ve bu mottoyla hareket etmeliyiz.
Kafamda bir diğer çözüm gücü olarak şekillenen hikaye ise Orhan Yılmazkaya’nın “Türkiyeli bir devrimciden Türkiye Devrimci Hareketi’ne Medya Savunma Alanları’ndan siyaset dersleri” başlıklı yazısında anlattığı ve Bostancı’da pratikleştirdiği şu hikayedir: “Zap sıcağında bir kurumda bir öğlen yemeği molasında Kürt misafirperverliğini iyice koyultan PKK yoldaşlığıyla az sayıdaki plastik sandalyelerden biri bana verildi. Kötü malzemesi aşırı sıcak ve düzensiz zemindeki zorlanmalarla deforme olmuş sandalyenin bir bacağının oturmamla kıvrılması ve benim dengemi kaybetmem bir oldu. Kendimi zor toparlarken durumu kurtarmak adına arkadaşların yoldaşça sıcaklıklarına güvenle onlara “Nedir bu Türk solunun sizden çektiği, altımıza kırık sandalye veriyorsunuz” diye şaka ile saldırdım. Birimin sorumlusu olan değerli yoldaş bana “Heval…” dedi, “Burası Ortadoğu…” derken ben ağzından lafı kaparak her ortalama insanın yapabileceği bir akıl yürütmeyle cümleyi tamamladım: “Oturmadan evvel sandalyenin sağlamlığını kontrol edecektim, değil mi?” dedim. Yoldaş ise beklemediğim şekilde “Hayır” dedi ve otuz yıldır bu topraklarda onca badireye karşı başarılı bir varlık sürdüren bir siyasal birikimin karşımdaki somut temsili olarak siyasal ustalığın formülünü verdi: ‘Hayır yoldaş, kırık sandalyeye oturmasını bileceksin!’… Evet, bu tarif Ortadoğu’da siyaset tarzı üzerine onlarca cilt kitaptan daha aydınlatıcıdır…Türkiye soluna kıssadan ilk hisse: Devrimcilik biraz da risk almayı sevenlerin işidir.”
Çözüm gücünü açığa çıkarmak, yükseltmek, sadece örgütsel gelişimin sürekliliği açısından değil, kitleleri mücadeleye katma açısından da önemli bir noktada duruyor. İnsanlar, kendi başına çözemediği sorunları çözmek için ara bulucu gördükleri kişilere, mafyaya, devletin mahkemesine giderler. Bunlardan da umudu kesmişse veya güvenmiyorsa yerinde sayar ve o sorunla yaşamaya devam ederler. Toplumsallığını arayan kitlelerin önünde bir sürü sorun durmaktadır. Bunların kendiliğinden çözülmeyeceği kesindir. O zaman, biz devrimci öncülük iddiası taşıyan örgütler, toplumsallığını arayan kitlelerin bu arayışını yoğunlaştıracak yönde hareket etmeliyiz. Ancak bu şekilde, işçi sınıfı ve emekçiler, gençler, kadınlar toplumsallığını aradığı noktada, yüzünü devrimcilere döner. Diğer türlü, “insanlar bu kadar baskıya uğruyor ama neden örgütlenmiyor” tadında serzenişler, kendi gerçekliğimizle yüzleşmemektir, bahanelerle görevden kaçıştır.
Çözüm veya çözümleme gücümüz düşükse, ne bir devrimci olarak kendi sorunlarımızı, üyesi olduğumuz kolektifin sorunlarını ne de kolektif olarak işçi sınıfı ve emekçilerin sorunlarını çözmeye aday olabiliriz. Çözüm gücü düşüklüğü, yüzeyselliktir. Yüzeysel kalan bir çözümlemeyse en fazla sorunları halı altında saklayabilir. Oysa sorun varsa ve çözülmüyorsa bu bizim ‘konforlu’ bir yanımız olur ve çürümeye yol açar. En basitinden bir devrimcinin alışkanlık temelinde yaşadığı hayat, sorun ve aynı zamanda ‘konforlu’ alanıdır. Ya da 10 Ekim 2015’te Ankara’da patlatılan bombalar sonucu yaşamını yitiren 103 insanın hesabını soramamak ve topluma çözüm gücümüzü gösterememek bir bütün olarak örgütlerimizin ‘konforlu’ alanlarından, alışkanlıklarından vazgeçememesiyle alakalıdır.
Çözüm gücü, sadece zihinlerle alakalı değildir. Hegemonya oluşturmayı da gerektirir. Hegemonya, zihinlerde inancı, güveni oluşturacak örnekleri pratikte sergilemektir. Bu ise çok büyük laflar ederek veya komplo teorileri üreterek değil, kendi gerçekliğimizle yüzleşmenin yanı sıra, doğru çözüm parametrelerini pratikte sergileyerek olur. Büyük laflar veya komplo teorileri gerçeklikten kaçıştır. Her şey üzerine yazılar yazılıyor. Büyük oyunlar, büyük resimler sürekli görülüyor! ABD’sinden Almanya, İsrail, İngilteresine bütün ‘oyun kurucular’ teşhir ediliyor! Güncel örnek olarak Sedat Peker ‘dizisine’ bakacak olursak, bunu daha iyi anlarız. Bir kesim bunu “zaten egemenler arası bir çıkar çatışmasıdır, birbirlerini yesinler ete para vermesinler” diyerek kendi misyonunu hiçleştiriyor. Evet bütün komplo teorilerinin, süreç analizlerinin bir olasılığı olabilir. Ama süreç analizi yapıp, sonuna birkaç zoraki tirat atmak, bize bir yol haritası çıkarır mı? Bu değerlendirmelerin sonucu, ayaklanma, iktidar boşluğu, iç savaş vs. hepsinin bir olasılığı vardır. Ama devrimciler ne yapacak, sorusunun cevabı kocaman bir soru işareti olmamalı. Bizim çizeceğimiz bir resim yok mu? Sonuca yönelen tüm teorilerin, devrimciler adına bir cevabı var. İç savaş veya kitle ayaklanmalarından bahsediyorsak devrimci bir savaş örgütünün olmazsa olmazlığından bahsetmiş oluyoruz. Eskisi gibi yönetilmek istemeyen kitlelerden bahsediyorsak yeni bir yaşam çağrısını yükseltecek ve bu uğurda işçi sınıfı ve emekçileri savaştıracak bir örgütten bahsediyoruz demektir. Elbette bu bir hazırlık, bir donanım ve eyleyerek kendisini var etme ve yol açma işidir. Bu hedefe bağlanmayan hiçbir siyasal analizin kıymeti harbiyesi yoktur.
Hedefe bağlanmayan analizlerde, daha da ileri gidilerek, herkes-her şey açıklanmaya çalışılıyor. Ama her şeyi söylenmeye çalışılırken, aslında somut hiçbir şey söylenmemiş ve sorunun etrafından dolanarak geçilmiş oluyor. Oysa her şeyi açıklamaya çalışmak, ‘profesyonelliktir’, amatör ruhun kaybıdır. Bunun pratikteki karşılığı ise çözüm üretemeyen pratiğin kendisini tekrarıdır; oyun tabiriyle, bütün tuşlara basıp bölümü geçme çabasıdır. Tersten, her şeyi söyleyip kendine görev çıkarmamanın teorisidir. Bu anlamıyla kendine, örgüte ve devrimci imkan ve olanaklara mahal verme işi, büyük laflardan, her şeyi açıklamaya çalışmaktan değil, temel halkayı yakalamaktan ve bunu derinleştirmekten geçer. Çizeceğimiz küçük resimlerden büyük resme bağlanabilmekten geçer. Pratiğimizi ve sözümüzü bu temel halkalar üzerinden geliştirmeli ve kitlelere temas noktalarımızı artırmalıyız. Bizim işimiz yorumlamak değil değiştirmek ise, bütünlüğün bilgisine sahip olmakla birlikte, temel halkaları çözümleyerek pratiğe yol açalım. Diğer türlüsü Mahir Çayan’ın da dediği gibi “Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak” için öğrenmektir. “Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!”
Kaba bir temastan bahsetmiyoruz. Biz devrimi, halkın kılcal damarlarına kadar girerek örgütlemeliyiz. Arayışı sürekli canlı tutmak gerekir. Evet belli bir gidiş yolumuz, program, strateji/taktik bütünlüğümüz olmalı. Ancak dünyanın ezenler ve ezilenler açısından bu kadar hızlı değiştiği göz önünde bulundurulduğunda, devrimin aslında öyle bulunacak bir nokta olmadığını; sürekli aranarak, canlı bir teori-pratik düzleminde, yaratılabileceğini anlamamız gerekiyor.
Esas halkayı yakalama ve derinleştirmeyi, siyasetin toplumsallaşması temelinde değerlendirdiğimizde ise iki temel görev önümüze çıkıyor: Yıkmak ve yeniyi kurmak! Hani diyor ya şarkıda “bir inancın yüceliğinde buldum seni/ bir kavganın güzelliğinde sevdim seni…” İnancımızın ve uğruna ödenen bedellerin yüceliği tartışılmaz. Ancak mesele kavganın güzelliğini yaratmada. O zaman kavganın güzelliğini, doğru halkadan tutarak yaratalım. Halkın kavganın güzelliğini sevmesine mahal verelim.
Yazı, “’yeni’nin hücreleri” başlığıyla devam edecek.
Kaynak: Komün Gücü