“Zamanın Ruhu-III: Yeninin Hücreleri” – Mahir Yılmaz

Çıktığı bir televizyon programında Eduardo Galeano’ya ütopyanın ne işe yaradığı sorulur. Cevabı nettir: “Ütopya ufuk çizgisine benzer. İki adım yaklaştığımda o da iki adım ileri gider. Ne kadar yürürsem yürüyeyim ona ulaşamam. Peki o zaman ütopya neye yarar? Hiç durmadan yürümeye.” Komünizmle kuracağımız ilişkiyi çok yalın bir şekilde tarifliyor Galeano. Ufuk çizgisine kilitlenerek mücadele ettiğimizde yeninin hücrelerini inşa etmenin yolunu bulacağız. O halde yola revan olalım.

Sistem için bir kriz tarifi, mevcut tüm kurumlar hatta devletlerin ve burjuvazinin kendisi tarafından da yapılıyor. Aynısı Türkiye Devrimci Hareketi için de geçerli. Bir kriz içerisindeyiz. Bu krizden çıkışın uzaması ile birlikte içe doğru daralma da söz konusu. Bu daralmanın sonucu olarak imkanlarımız da azalıyor. İmkanlar azaldıkça bazı terimler çok sinikçe kullanılıyor ya da bu terimleri pratik ve teorik olarak kullanmaktan imtina ediliyor. Bu ise devrimci mücadelede bütünlüklü resmi hayal etmeyi engelliyor. Şöyle özetleyebiliriz. İmkanlar daraldıkça hayal gücü de daralıyor. Ancak inanmak için bir bütünlük gerekir. Bu bütünlük ise devrimi dogmalaştıranlarla, meslekten solcularla, mücadeleyi sinikleştirenlerle değil, devrimi kanında canında hisseden devrimcilerle yapılır. Çünkü devrimi kanında canında hissedenler bu bütünlüğü yaratabilir, uçurumun kenarından uçmayı göze alabilir. Siniklikse geri adım attırır, melankoliye bağlatır.

Biz yeniyi kuracağız diyorsak sinikliği bırakıp, hayal gücümüzü canlandırmalıyız. Günün ihtiyaçlarını açığa çıkarmalı, pratiğe geçirmeliyiz. Çünkü devrimciyim diyen boş laf etmez, sözün hakkını pratiğiyle verir. Devrimci için söz, eylemdir. Ama altını dolduramayacağı lafları etmemek için kırk dereden su getirmek de devrimciliğe dair değildir. Bu olsa olsa konforundan vazgeçmeyenlerin işidir.

Biz örgüt ve komünün gelişimini iç içe geçirmek zorundayız. Bu ikisini de belirleyecek olan program, tüzük değildir. Mücadele içerisinde gelişen teamüller, komün ve örgüt anlayışımızı belirlediğinde, geliştirdiğinde doğru yoldayız demektir. Yazılı olan kurallar, tüzük, program bu teamülleri sistematize etme aracıdır. Niteliği yükseltip, yazılı olmayan kurallar, teamüller içselleştikçe, gelişim süreklileştikçe komün anlayışı vücut bulur. Çünkü insan ilişkileri canlıdır. Ve programlar, tüzükler içselleşmedikçe bir kıymeti harbiyesi yoktur.

Örgütü belirleyen anlayış, komün anlayışımızı da belirler. Örgütte ne kadar zenginliği yakalayabiliyorsak kuracağımız savaşkan komünlerde de o kadar zenginliği yakalayabiliriz. Demek ki yarına bırakamayacağımız bir oluşum söz konusu. İktidar, sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkan ve günümüze kadar biçim ve yöntem değiştirerek gelen bir sistem. Kapitalizmden önceki sınıflı toplumlarda daha çok kaba şiddetin ön plana çıktığı bir iktidar mekanizması söz konusuydu. Kapitalizmin ayırt edici özelliği ise rıza ve zor araçlarını birlikte kullanarak toplum üzerinde hegemonya kurmasıdır. İktidar, toplumun tüm gözeneklerine nüfuz ederek kendisini var eder. Bu, elbette devrimci ortamlarımızda, ilişkilerimizde de kapitalist dünyanın virüsü olarak kendisini gösterir. Oysa örgüt içerisinde iktidar insanın zenginliğini, kendini var etmesini engelleyen en temel faktördür. Biz en temelde iktidarı yadsımayı hedefliyoruz. Devrimimiz ve komünizme doğru yürüyüşümüz de her gün bunu örgütleyerek gelişir. Ve en nihayetinde, devletin ve tüm iktidar ilişkilerinin köklendiği toplumsal işbölümünün sönümlenmesiyle insanların yönetiminden, şeylerin yönetimine geçilir. Bu aynı zamanda insan insana ilişkideki niteliktir, varılacak aşamadır. Bugünden bu rotaya girmek, insan insana ilişkideki tüm yabancılaştırıcı unsurları meta egemenlik ilişkilerini, kurum fetişizmini, bürokratik kastik ilişkileri aşarak ilerlemektir. Zira Marx’ın deyimiyle komünizm, “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek harekettir.” Bu yüzden hem örgütte, hem de kuracağımız yeninin hücrelerinde bu niteliği sürekli geliştirmemiz gerekir. Komün niteliğine sahip olmadan, sadece iyi niyet gösterileriyle varılacak bir yer değildir. Özgürlük, zorunluluğun kavranma bilincidir. Bugün kullanmak durumunda olduğumuz ve bizim ütopyamıza ters olan kurumları, yapıları, ilişkileri zorunluk bilincinin kavrayışıyla, asıl varmak istediğimiz hedefi karartmayacak şekilde kullanmalıyız. İşte tam da burada ayrım noktalarını belirginleştirerek içe ve dışa doğru iktidarı tanımlayıp nasıl bir hat izleyeceğimizi tartışmalıyız. İçte ‘iktidar’ı, iktidar olmaktan çıkarıp, zorunlulukları gören bir bakış açısıyla iktidarsızlaştırmayı sağlamamız ve örgütsel faaliyeti sorumluluk temelinde değerlendirmemiz gerekir. Zorunluluklar üzerinden edineceğimiz şey apolet değil, kolektifin verdiği sorumluluklardır. Örgüt varsa, kurumlar varsa -ki bugün sınıf düşmanımızı yenip devrim yapacaksak bu zorunluluktur- illa ki hiyerarşi de vardır. Eğer biz hiyerarşiyi kolektifin verdiği sorumluluğu aşmayan bir temelde işletiliyorsak komüne yakınsıyoruz demektir. Tabii ki kolektifin verdiği sorumluluklar yeri geldiğinde aşılıp daha büyük sorumluluklar, görevler edinilip yerine getirilebilir. Ancak sorumluluklar apolete dönüştüğünde komün anlayışından uzaklaşılır.

Dışa doğru iktidar ise proletarya iktidarının inşasıdır. Devrimle alaşağı edeceğimiz burjuva sınıfa karşı inşa edeceğimiz iktidardır. Bu, burjuva toplumsallığına, kültürüne, gücüne karşı savaşım içerisinde, kendi iktidarını da işlevsiz kılacağının, sönümlendireceğinin bilinciyle ve pratiğiyle, proletarya iktidarıdır.

Devrimci olmaya karar vermek, örgütlenmek sadece ilk adımdır. İnsanlar var oldukları toplumların hastalıklarıyla birlikte vardır. Birey ‘oldum’ dediği andan itibaren bu hastalıklarla yüzleşmeyi bırakır ve hastalığı yayan bir konuma geçer. Gelişimini sağlayamayan, yadsımayı süreklileştirmeyen her aracın, mecranın ve bireyin işlevsizleştiği veya karşıtına dönüştüğü tarihsel tecrübeyle sabittir. Bu yüzden örgütte, bireyde ve yeninin hücrelerinde, yüzleşmeyi süreklileştirmeliyiz.

İktidar sindirir, kolektif ise bütünleştirir. Bu ayrımı iyi görmemiz gerekiyor. Örgüt içi zorunlulukları aşan, zorunluluğu ilkeselleştiren ‘iktidarcı’ anlayışlar, örgüt üyelerinin devrim yolunda sergileyebilecekleri yeti ve yeteneklerini geliştirmek bir yana, sindirir, sinikleştirir. Bu yüzden böyle bir iktidar anlayışına sahip olan mekanizmalar, kurumlar, yenilgiye uğrarsa kalanların tekrar ayağa kalkması zorlaşır. Çünkü daha baştan sindirilmiştir, sinikleşmiştir. Örgüte kendini katamaz, örgütü kendinde hissedemez, örgütün birikimini kendinde barındıramaz. Kolektif yapı yenilirse, kolektifin nitel birikimini kendinde barındıran devrimci, bu niteliği küllerinden yeniden doğan bir anka kuşu misali taşır ve mücadelenin kesintisiz sürdürücüsü olur.

Öncelikle şunu kavramalıyız. Biz bir bütün olarak, var olan ilişkileri yadsıyarak, yıkıp yeniyi kurarak toplumsallığı yeniden inşa edeceğimizi söylüyoruz. Yani var olan dünyayı; ekonomisi, sosyal ilişkileri, kültürü, sanatı, algısı, ezeni, ezileniyle her anlamda “tersine çevirmekten” bahsediyoruz. Örneğin çağlar boyunca sömürenler, toplumun kültürünü kendi sömürü biçimini büyütecek şekilde değiştirmeye, kendi istediği şekle sokmaya çalıştı. Neoliberal kapitalizm bunu en hızlı bir biçimde sergilemeye devam ediyor. Biz eski kültürü geri getirmek istemiyoruz. Zira sınıflı toplumların her birisi bir çarpılmayı ifade eder. Gerici öğeleri içinde barındırır. Halk kültürü diye bir güzellememiz yok. Onun içindeki direngen, komünal özü alıp mücadelemizin içerisinde yoğurarak geleceğe taşırız. Bir diğer hareket noktamız ise tarihsel deneyim ve an’ın koşullarıdır. Ancak yeninin hücrelerinin tam şeklini salt teoride veremeyiz. Yolda kendini olgunlaştıran, bileşenlerinin özgünlüklerini katabileceği, mücadele dinamiklerine göre biçimlenen yeninin hücrelerini tasarlamalıyız. Bir İspanyol atasözünde dendiği gibi, ey yolcu, bil ki yol diye bir şey yoktur; yollar yürünerek yaratılır. Kuşkusuz bir devrim stratejimiz olmadan olmaz. Ancak şimdiden keskin köşeli bir tahayyülden çok hayatın yeşilinin açığa çıkmasına mahal vermeliyiz.

Oluşturacağımız yeninin hücreleri, insanların kendisini varedebileceği ve onurlu bir yaşamın prototipi olmalıdır. Onurlu ve kendisini varedebileceği bir yaşamsa, böyle bir yaşamı engelleyen etmenleri ortadan kaldıran bir mücadele ile gerçekleşebilir. Sömürünün, yabancılaşmanın, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin, sistemin getirdiği tüm eşitsizlik ilişkilerinin kaldırılması, bireyin kendisini var edip geliştirebileceği bir yaşamın ön koşuludur. Mücadele içerisindeki insanlar, ancak tüm yeti ve yeteneklerini geliştirmelerinin önündeki engeller kalkarsa verimli hale gelir. Kolektifin, partinin rolü işte burada açığa çıkar. Özne ve sentez kavramlarını doğru kavrama ve uygulama meselesi tam da burada devreye girer. Karşılıklı etkileşim, öğrenim süreci ile birlikte özneleşmek ve özneleştirmek üzerinden engeller kalkar.

Kapitalizm, sermeyenin büyüme dürtüsüyle sınırlarını aşarak gelişir. Benzer şekilde, yeninin hücreleri de bireyin kendisini tüm yeti ve yetenekleriyle gerçekleştirmesi ihtiyacının zorunluluğu temelinde, engeli haline gelen kapitalist toplumsallaşmanın sınırlarını aşarak gelişir. Devrimci öncü, bunu yaratmak için bir taraftan tahayyül ederken diğer taraftan yaptığı öncü çıkışlarla, kitlelerle sistem arasındaki çelişkileri arttırır ki toplumsal gelişim dürtüsü açığa çıksın, savaşkan komünler yaygınlaşsın, sistemle geri dönülmez bir mücadeleye girilsin.

Yürüteceğimiz mücadele, kitleleri özgürleştirmeyi esas alır. Özgürleşme ise bilinçle yapılabilecek bir eylemdir. Ne yaptığının bilincini tam anlamıyla kavramayan birey kolektifle bütünleşemez, üretimi verimli olmaz. Yani bilinç ve eylem bütünlüğü olmadan özgürleşmenin sınırları vardır.

Örgütlerimizin en büyük sorunlarından biri kitle, sempatizan, kadro ve önder arasındaki mesafeleri açan çarpık iş bölümüdür. Bu, bir tarafta pratik tembelliği diğer tarafta ise bilinç/sentezleme tembelliğini doğurur. Sistemin getirdiği en büyük hastalıklardan biridir. Ve uzun zamandır, bu kompartmanlaşma, dar kısımcılık hükmünü yürüttüğü için hastalık adeta örgütlerde “normalleşmiştir.” Zihinlerde oluşan bu “normali” yıkmalı, aradaki mesafeleri daraltmalı; kitle, sempatizan, kadro, önder arasındaki geçişkenliği arttırmalı ve kolektif öncülüğü inşa etmeliyiz.

Bu anlamıyla yeni bir toplumsallığı inşa ederek, kolektif içindeki her bireyin zenginliğini yakalayabilmek; kapitalizmin her zerresini yadsımaktan geçer. Kapitalizmi tüm boyutlarıyla yadsımadan yürünecek yol, bizi çıkmaz sokağa götürecektir.

Gezi Direnişi’ne bakarsak aslında yeninin hücrelerine dair ipuçlarını yakalarız. Gezi Direnişi’nde işgal edilen yerler bir süreliğine de olsa “toplumsal mülkiyet” olarak yeniden inşa edildi. Gezi Parkı ortak kullanım alanı haline geldi. Oradaki tüm özneleri kapsayarak doğrudan demokrasinin işlediği forumlar üzerinden yönetim kolektifleştirildi ve toplumsal ilişkiler mücadelenin içerisinde yeniden üretildi. Gezi’nin en önemli kazanımlarından biri de değişim değerinin hükmünü yitirdiği bir anın, insanlar tarafından deneyimlenmiş olması; kapitalist sistem içerisinde kullanım değeri odaklı bir yaşamın deyim yerindeyse sisteme kısa devre yaptırılarak yaşanmış olmasıdır. Evet, egemen güçleri asıl korkutan bu toplumsal ilişkidir. Onun yıkıcı yaratıcılığıdır. Komünün kitlelerin bilincinde imlenmesidir. Burjuvazi ve devleti için her şey, insan da dahil, sermayeyi büyütmek için bir araçtır. Ancak Gezi’de toplumsal dayanışma ruhu ile birlikte, insanlar evlerinde, parklarda, sokaklarda da olsa bir şeyleri, toplum için üretir hale geldi. Çünkü Gezi, neo-liberal kapitalizmin kökten, en ufak hücresine kadar yok etmeye çalıştığı toplumsal dayanışmayı bir süreliğine de olsa insanlara hatırlattı, komünal ilişkilerin mücadele içerisinde kurulabilir olduğunu gösterdi. Ve bu insanların çok hoşuna gitti. O yüzden daha manipülasyona uğramadığı, “marjinaller ve masum eylemciler” ayrımının olmadığı ilk günlerde, kitleler hesapsızca, bütün varlığıyla eylemlere katılım sağlayabildi. Bu başka bir kolektif ruh yarattı. Oluşturacağımız yeninin hücreleri; bireyin kendisini var ederek özgürleşebildiği, onurlu bir yaşamın ve prototipi olmalıdır demiştik. Gezi’de de yeni bir yaşam çağrısına kulak kabartanlar, Gezi Direnişi’ne akın etti. Salgınla birlikte bir avuç kapitalistin pastadan aldığı pay artmış, geri kalanların sofrasındaki ekmek daha da küçülmüşken, sağlıkta milyonların yaşadığı çaresizlik ortadayken ve çete devletinin pislikleri ortaya saçılmışken, toplum içerisinde yaratılacak mücadeleci, savaşkan bir hücrenin, toplumda nasıl etki yaratacağını düşünebiliyor musunuz? Bunu da ancak bir direniş an’ı ile değil, gündelik hayatın içerisinde mücadele dinamiğini örüp süreğenleştirirsek başarabiliriz.

Gezi’de de görülebileceği gibi, yeninin hücrelerinde insanın insanla bütünleşmesi esastır. Kapitalizmde insan insanın kurdudur, her koyun kendi bacağından asılır, her hesap alman usulü ödenir. Dayanışmanın yataylığını ortadan kaldırarak, kendi rıza mekanizmasını oluşturduğu dikey, reklamcı yardımseverliği parlatır. Bizse kapitalizmin ben merkezci atomizasyonuyla ve rıza üretim mekanizmalarıyla sürekli kavga halinde olmalıyız. Tekrardan yaşamda insanları eşitleyici ilişkiyi, yataylığı oluşturmalıyız. Post modern dünyanın ben merkezci ruhuna karşı, kolektif önderliği ön plana çıkartacak ilişkiler sistematiğini örmeliyiz.

Öte yandan her komün, üyeleri açısından bir okuldur da. Komünarların, kendilerini pratiğin içerisinde sınadıkları ve dönüştürdükleri bir mücadele okulu. Çünkü yeninin hücrelerinde, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel her açıdan kendimizi bir tarikat misali kapitalizmden soyutlayamayız. Bu anlamıyla kapitalizmin yarattığı tahribatla içeride ve dışarıda dövüşmeli, öğrendiklerimizle tekrar gelişip biçimlenmeliyiz. Pratiğin, teorinin hayatla yüzleştiği alan olduğunu unutmadan kesintisiz bir gelişim sağlamalıyız.

Hayal ettiğimiz, özlemini duyduğumuz yeni, ne gökten düşer ne de kendiliğinden gelişir. Yeninin, tersine çevrilmiş dünyayı, tersine çevirmekten, var olan sistemin antitezinden geçtiği düşünülürse, alternatif yolların ne kadar olası olduğu net bir şekilde görülür. Ancak bu antitez daha önce de dediğimiz gibi ezilenlerin en derin noktalarına kadar inerek örülebilir. Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” kitabı böyle bir çalışmadır. Onu anlamadan antitezini üretemezsin. Yine İbrahim Kaypakkaya’nın Kürecik bölge raporu, var olanı anlamaya ve antitezini var olanın bağrından üretmeye dönük, devrimci titizlikle yazdığı çalışmasıdır. Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”ni inceleyip devrim programını belirginleştirmesi, burjuva devlet aygıtını inceleyip antitezi olarak devrimci örgüt tarifi hakeza böyledir. Ancak bizim tariflerimiz önderlerimizin, mücadelede efsaneleşen öncellerimizin koydukları üzerine bir nokta dahi inşa edemiyor. Kapitalist sistem, üretim ilişkileri ve üretici güçler, kültür, burjuva devlet hiç mi değişmedi?! İşte burada kapitalist sistemin bize dayattığı, hazırcı tüketim kültürünün, bize ne kadar sirayet ettiği açığa çıkıyor. Mücadele ediyoruz ama bir şeyleri sürekli tekrar ederek, aynı fikirleri her koşulda ve şartta dile getirerek, eskitiyoruz. Biz balık tutmayı öğrenmiyor/öğretmiyoruz. Öncellerimizden balık almaya, ardıllarımıza balık vermeye çalışıyoruz. Böyle olunca da teorik-siyasal üretimden çok kapitalizmin tüketim kültüründen etkilenerek ideolojik tüketime neden oluyoruz. Komün anlayışının albenisini açığa çıkartamıyoruz. İlk yazıda bahsettiğimiz mantık meselesine dönecek olursak, 100 yıl önceki kapitalist sisteme, devlete karşı yazılan programı ve sergilenen pratiği uygulamaya çalışıyoruz. Lenin’in gidiş yolunu inceler, feyz alırsak, ancak o zaman kapitalizmin, burjuva devletin dönüşümünü görür ve günün ihtiyacını karşılayan bir organizmayı inşa edebiliriz. Bu şekilde terimlerimizi klişeleştirmeyiz, tüketmeyiz. Tazeliğiyle sarsıcı ve sahici fikirlere, pratiğe yol açarız.

Kapitalizmin sadece bir sistem değil, virüs olduğunu, içine sızdığı her şeyi Matrix’teki Ajan Smithvari bir şekilde kendine kattığını, dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Ancak küresel anlamda bu kadar kargaşanın, kaosun olduğu, aynı zamanda coğrafyamızda egemenlerin pisliklerinin patlayarak aktığı bir dönemde, kan revan içerisinde savaştığımız bir dünyada, komünü bir heyula olmaktan çıkarıp toplumsal bir “virüs”e dönüştürmek ve yaymak, bir kıvılcıma bakar. Bu imkanlar içinde dans etmeyi, halay çekmeyi bilenlerin çakacağı bir kıvılcımdır bu. Karanlığı aydınlık eden bir ateştir bu. Gecenin en koyu olduğu an, şafağın en yakın olduğu zamandır bilinciyle hareket edenler, bu ateşi yakacaktır. Bugün, dünyayı sarsan 68 hareketinin, dünyanın dört bir yanını saran – Gezi Ayaklanmasının da içinde olduğu- isyan dalgasının oluştuğu dönemleri aşan şartlar, önümüzde duruyor. Bu koşulları olgunlaştırmak ellerimizdedir. Başka bir deyişle “Ya bu deveyi güderiz ya bu diyardan gideriz!”

Tersine çevrilmiş dünyayı, tersine çevirmekten” bahsetmişken Orhan Yılmazkaya’nın şu cümlelerine kulak verelim: “Yeni dünyaların tüm dünyada ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bugünlerde, “doğru” sadece Kürdistan’da, Ortadoğu’da değil, ezilenlerin tüm meydanlarında bir yanlışlık anı olmaktan çıkartılacaktır. Tersine çevrilmiş dünya, tersine çevrilecektir. Felsefe baş aşağı durmaktan kurtulacak, siyaset halklaşacak, gerçeğin sesi büyük bir orkestra misali dünyaya yayılacak, kadın on bin yıllık kölelik zincirini kıracak, halklar kimliklerini saklamak zorunda kalmayacak, emekçiler dünyayı yeniden kuracaktır.”

Ateşi yakar ve durmaksızın körüklersek, cenneti yeryüzünde inşa ederiz.


Yazı dizimiz, “kurucu şiddet” başlığıyla devam edecektir.

Kaynak: Komün Gücü