Kapitalist-emperyalist sistem, örgütlü şiddetin en büyük yürütücüsüdür. Timsah gözyaşları eşliğinde, sermaye için yapmayacakları katliam yok. Bunlar “az gelişmiş ülkeler” diye tanımladıkları ülkelerin yoksulluğunu, yoksunluğunu ilahileştirirler, ebedi ve ezelileştirirler. Türkiye’de de durum farklı değil. İlahi, ezeli ve ebedi bir yoksulluk ve yoksunluk türküsü ezilen halkların zinciri durumunda. Sistemin, insanından doğasına baktığı her şeyde bir bütün olarak gördüğü tek şey sermaye. Sermaye geliştikçe bu üretime denk bir tüketim de geliştirmek zorundalar. Sistem, reklamlarla, oyunlarla, dizi ve filmlerle, her şehir içinde yarattığı iki şehirle, hayatta dokundukları her alanda palazlandırdıkları tüketim kültürü ile, bu hayatta var olduğunu hissetmenin şartını yeni ürüne, mala, mülke sahip olmaya, sistem içinde gelinecek konumlara bağlıyor. Tabii bir bütün olarak toplumda böyle bir algı yaratılınca umutlar da bu yönde şekilleniyor ve sahte hayaller “yeryüzünün lanetlilerinin” beyinlerindeki ve ayaklarındaki pranga haline dönüşüyor.
Sistem bir taraftan yoksunluğu dayatırken diğer taraftan bu yoksunluğu sahte umutlar satarak gemliyor. Ancak yoksulluğun bu kadar çok olduğu kapitalist sistemde ancak en zenginler ‘yaşamın anlamına’ sahip olabiliyor. Yoksullar ise sistem tarafından fetişleştirilen bu hayalleri gerçekleştirmek için yıllarca nafile bir çabayla didiniyor. Uzun yoldan bu hayallere ulaşamayacağını anlayanlar, kestirme yoldan ‘suça’ bulaşıyor. En aşağıdakiler, sistemin sunduğu hayali dünyaya erişmek uğruna, sokakta “suçun/şiddetin” büyüsüne kapılıp gidiyorlar. Kimi tekil hırsızlığa, kimiyse mafyaya bulaşıyor. Bir diğeriyse ‘hayatın anlamını’ satın alamadığı için beynini bir süreliğine uyuşturuyor. Özcesi umudu aramaktan yorulanlar, kısayoldan “suça” yöneliyor. Yarattığı fetişlerle suçlu sistemin kendisidir. Bir diğer suçlu ise biz devrimcileriz. Çünkü sistemin suçlu kategorisine koyduğu alanlarla temas noktalarımız hemen hemen sıfır. Kimlik temelli bir zemin (Kürt ve Alevi tandanslı) olmadıkça “suç”un ve “ilahi” şiddetin atfedildiği alanlara, mahallelere devrimciyim diyen de uzaktan bakmakla yetiniyor. Oysa devrimcilik doğru anlaşıldığında zoru başarmaktır, zoru kolaylaştırmaktır. Daha önce de dediğimiz gibi alışkanlıklar kolay olandır, hayatı rutinleştirir, kısır bir döngüye sokar. Bu aynı zamanda tüketici bir döngüdür ve bir rutin üzerinden gittiğimiz kitleleri de tüketir ve yorar.
Sistem; en alttakileri, lanetlenenleri, belli mekanlara topluyor. Ve ten renklerine, etnik kimliklerine, hoyratlıklarına, tembelliklerine, suça teşneliklerine göre suçlarını ilahi sebeplere bağlıyor. Yoksulların ataları hoyrattı, biriktirmezdi. Bu yüzden ebediyen yoksullar yoksul kalacaktı ya da “suç”a bulaşıp hırsızlık yapacaktı. Çingeneler çalışmayı değil, eğlenmeyi severdi. Kürtler çalışkandı ama kafası çalışmazdı ve nedendir bilinmez teröre teşnelerdi. Bu yüzden Arka Sokaklar’da uyuşturucu içen/satan, hırsızlık yapan, sinsi planlar yapan yoksullardı, Kürtlerdi, Çingenelerdi, Suriyeli-Afgan mültecilerdi… Yeşilçam sinemasındaki fabrika sahibi Hulusi Kentmen, Arka Sokaklar’ın Rıza Babası gibi karakterler ise kapitalizmin şirin babalarıydı. İşçinin hakkını bir şekilde verirlerdi. Arada çıkıntılık yapan, kötü karakterlileri defederlerdi. O yüzden suça bulaşmaya gerek kalmazdı. Modernlik işte buydu. Bu kategoriler uzar gider. Lafı uzatmadan sadede gelelim. Bunlar sistemin yarattığı ‘normaller’. Sorun olan şu ki bu ‘normalleri’ kendine devrimciyim diyen de belli oranda kabul ediyor. Lafta kabul etmesek bile pratik bunun turnusol kağıdıdır. Eğer kabullenmiyoruz diyorsak sistemin kısır döngüye soktuğu bu kesimlerde örgütlenme görevi önümüzde duruyor. Sistemin reklamlarla, oyunlarla, sanal hayallerle kışkırttığı ve insanı insana kırdıran bu şiddet sarmalını kırıp sisteme yöneltmemiz gerekiyor. Biz kapsayamadığımızda, bu kesimler sistemin güçleri olarak sokakta karşımıza çıkıyor. Bugünlerde iyice kendini teşhir eden mafya devlet sistemi bunun üzerine şekilleniyor. Bir taraftan suça iterken diğer taraftan kendi eliyle çetesini, rant sistemini belediyeler, bakanlıklar üzerinden kuruyor. İşi bittiğinde ise ıskartaya çıkartıyor.
Bu alanların hepsi devrimci potansiyeli yüksek alanlardır. Sınıf yine aynı sınıf. Kıramadığımız şeyse, sistemin pompaladığı sahte hayaller, milliyetçilik ve siyasal islam zehrinden başka bir şey değil. Yeterki bu sahalara bir inelim. Bütün kodlar orada yatıyor. Alanı okuyup kodlarını öğrenelim ki doğru hamleleri geliştirebilelim. Bazen kafamız gözümüz yarıla yarıla, bazen yara yara… belli mi olur belki de hiç bunlara gerek kalmadan derdimizi anlatabilir, bir temas noktası yakalayabiliriz. Komünizm; sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünyanın düşü değil miydi? Sistemin yalan hayallerinin yerini neden gerçek düşler almasın? Neden bu kesimlere uzaktan ve yüksekten bakıyoruz ve onları düşlerimize ortak etmiyoruz? Aslında cevap sorunun içinde gizli. Bu kesimlerin devrimin bileşeni olduğunu kabul etsek de lafta kalan teori ne işe yarıyor? Özneliği bir tek kendimiz ve benzerlermizde, bizim gibi düşünenlerde, kolayca derdimizi anlatabildiklerimizde görüyoruz. Bu ise kitlelere, devrime ne kadar yabancılaştığımızı gösteriyor. İşte kendimizi yıkıp yeniden kuracağımız bir alan daha. Yüzleşmeyi ancak bu sahalara inerek gerçekleştirebiliriz. Kolay olanla günü kurtarmayı bırakalım, yoksa kolay olanda gittikçe zorlanmaya, alanlarımız daralmaya devam edecek. Bizi fasit daireden kurtaracak olan, esinleyici pratikler sergilemektir. O zaman bazı şeyler daha yerli yerine oturacaktır. Biz komünü, sistemle mücadeleyi sadece belli düzeye gelmiş ‘solcu’lar için anlatmıyoruz!
Bakış açımızı biraz genişlettiğimizde ve kendimize dışardan bakabildiğimizde aslında ne kadar dar kaldığımızı, hazır kalıpçı yaklaştığımızı anlarız. Kendi ördüğümüz ve aşamadığımız duvar paradoksu ile kendimizi o küçük dünyalara hapsediyor, çıkışı imkansızlaştırıyoruz. Ama duvarları yıkacak balyozun da elimizde olduğunu unutmayalım.
Bunların yanı sıra salgın krizi ile birlikte en zenginler, fırsatçılıklarını kullanıp daha da zenginleşti. Dünyada görülmedik bir adaletsizlik ve eşitsizlik hızla büyüyor. Bunun ezilenlere, işçi sınıfı ve emekçilere dönüşü açlık oluyor. Ve artık “açlık çoğunluktadır.” Dünden daha çok bugünün realitesidir. Dün açlık, sefalet, barınma sorunları var olmakla birlikte günümüzdeki kadar geniş kitlelerle ifade edilemeyecek bir düzeydeydi, bu anlamda yer yer biraz ajitasyonel kaçabiliyordu.
Bugün sistemin, açları, borçluları, barınma sorunu yaşayan büyük kitleleri absorbe edecek gücü ve yeteneği oldukça zayıfladı. Artık insanların önünde (çıkışsızlığa karşı umudunu bir bütün olarak kaybedip intihari seçmek dışında) iki seçenek var: Ya açlık ve sefalet içinde ölümden daha beter bir hayat yaşayacak ya da şiddete yönelip açlığını bastırmaya yönelecek. Çalışsa da, işten çıkartılsa da sistem böyle devam ettiği sürece açlığın ordusu gün gün katlanarak büyüyecek, sokakları zapt edecek. Çoğunlukta olan açlığın kendisini ifade etmesinin bir biçimidir şiddet. Yaşadıklarına duyduğu öfkenin dilidir şiddet. Bu anlamda yıkıcıdır. Ve aynı zamanda bir yol, bir çıkış arayışının adresidir şiddet. Kendisini özne olarak açığa çıkarmanın; yıkmanın ve yeniden yapmanın kapısını aralamanın formülü… Ki bu şiddetin meşruluğu tartışılamaz.
Bir anne baba için her gün çocuğunun aç bir şekilde uyumasını izlemek ne kadar büyük bir işkence! Tahmin dahi edilemez. İşte her gün bu işkenceyi yaşayan insanlara bir adres olmaktır görevimiz. Yine aynı yerde düğümler atılmış durumda. Burada da ikinci yazımızda bahsettiğimiz intihara benzer bir mesele karşımıza çıkıyor. Çözüm gücümüzü yükseltip bu insanlara umut olabilecek miyiz? Açların içinde biriken öfke kör bir şiddete mi dönecek? Yoksa onu kurucu şiddete dönüştürüp, sisteme yöneltebilecek miyiz?
Biraz daha kafa açmak için kurgu da olsa aslında iyiyi-kötüyü, suçu/suçluyu sorgulayan/sorgulatan, insanların hayatına dokunması sebebiyle gişe rekorları kıran, Joker filmini inceleyelim. Amiyane tabiriyle Joker bize yıllarca kötü olarak tanıtıldı. Batman ise kötülüğün düşmanı, Gotham halkının koruyucusu. Ama Joker’in hikayesi bambaşka. Aslında düzenin kendi çıkmazını anlatan, tarihin sonu, mükemmel, alternatifsiz olarak nitelenen kapitalist sistemin çarpıklıklarına ayna tutan bir karakter. Aynı zamanda kapitalist sistemin zayıflığına da işaret ediyor. Film ABD’deki ötekilerin, yoksulların, yoksunların Joker gibi figürleri nasıl ortaya çıkardığını anlatıyor. Ayrıca Joker öyle kurtarıcı falan da değil. Kaybedecek bir şeyleri olmayanlara ilham kaynağı olduğu gibi tam vizyona girdiği dönem Lübnan’da iletişim zamlarına ve yoksulluğa karşı başkaldıranların idolü de oluyor. Film şiddetin nereden geleceğinin, nereye yönelmesi gerektiğinin sinyalini veriyor. Her hafta yayınlanan şov programının sunucusu Murray, aynı zamanda Arthur’un kendine idol olarak gördüğü sahte umudu. Murray’a sıktığı kurşunla birlikte aslında sistemin sunduğu sahte umutlar dünyasından kopuyor. Sistemle olan tüm köprülerini atıyor. Filmde Arthur karakterinin, Joker karakterine dönüştükten sonra iki repliği dikkati çekiyor. İlki “Eskiden hayatımın bir trajedi olduğunu düşünürdüm. Şimdi anlıyorum ki bir komediymiş.” Diğeri ise “Gülüyorum çünkü kaybedecek hiçbir şeyim yok, ben hiç kimseyim.” Kendine acıyan bir toplum söz konusu. Ve bu yüzden ezilenlerin büyük bir kısmı hayatlarına trajedi olarak bakıyor. Ancak gücünün farkına varırsa kendine acımayı bırakır ve harekete geçer. Onlara ilham kaynağı olacak pratikler sergileyelim ki hayatlarına trajedi olarak bakanlar, kendine acımayı bırakıp doğru hedefe yönelebilsin. Bu ise herhangi bir şiddetten değil, Tupomarolar’ın deyimiyle “Estetize edilmiş şiddet”ten geçer.1 Yılmaz Güney’in o ünlü Newroz konuşmasında dediği gibi “Kimi zaman sazımız silah, kimi zaman da silahımız saz olmalıdır. Biz iyi biliriz ki en iyi türküleri, en doğru sözleri, yerinde kullanırsak bir kurşun söyler.” Devrimcilik biraz da sanattır, devrimciliğe özendirmektir. Hangimiz devrimciliğe ilk adımı atarken sokaktaki ateşin, gerillanın elindeki mavzerle döne döne attığı kurşunların büyüsüne kapılmadı? O zaman gülerek yapılan eylemlerin büyüsünün nereden geldiğini hatırlamaya çalışalım. Hatırlamıyorsak mücadele tarihimize bakalım. Bu özgürleşme ve özgürleştirme hissiyatıdır, halkın bağrındaki yaraları kapamadır, adaleti sağlamanın verdiği mutluluktur.
Joker için, ‘kurgu bu, gerçek hayatla ne ilgisi var’ diyebilirsiniz. Ama böyle bir cevap, gerçek hayatta oluşacak veya potansiyeli olan “kara” öfkenin, ötekilerin, açlığın ordusunun ezcümle “yeryüzünün lanetlilerinin” yıkıcı şiddetinden ve onu örgütlemeye çalışmaktan kaçmak olur. Bu yıkıcı şiddeti sisteme yöneltmek, kurucu şiddete dönüştürmek en temel görevimizdir. Hiç kimse” olanları bu hiçlikten de hayal aleminden çıkaralım. Hayallerle gerçekleri örtüştüren düzlemler yaratalım. Özgürlüğe giden ilk adım, onu seçmek ise çözüm gücümüzü kitlelere ilk adımı attıracak şekilde açığa çıkartalım.
Faşist iktidar, kendi çıkmaz ve açmazlarının farkında. Gezi ayaklanmasını aşan şartların, dolayısıyla kendisine karşı gelişecek isyanın da Gezi’yi aşacağının farkında. Bu yüzden şimdiden kendi hamlelerini yaparak şiddeti, Kürt halkına ve devrimci demokratik güçlere yöneltmeye çalışıyor. İzmir HDP saldırısını bu yönlü de okumak gerekiyor. Çünkü Gezi’de oluşan kolektif ruh kendine ulusalcı, milliyetçi, islamcı diyenleri başka bir hatta çekti ve iktidar bloğundan uzaklaştırdı. Bu kolektif ruh, Kürde, komüniste, Aleviye, ötekiye karşı mücadeleden, birlikte sisteme karşı mücadeleye adım attırdı. İşte faşist AKP-MHP bloğu bunun farkında. Artık ülke dışında çaldığı savaş tamtamları içerideki açlığı, yoksulluğu, özgürlük yoksunluğunu bastırmaya yetmiyor. Bu yüzden içeride de “savaş” halini inşa ediyor ve kendini bu şekilde konumlandırıyor.
Şiddetin hukuk oluşturucu yönünü anlamamız gerekiyor. Sistem bu yüzden en ufak bir örgütlü şiddet eylemini bile “anayasal düzeni kısmen veya bütünen bozmaya çalışmaktan” ağırlaştırılmış müebbetle yargılıyabiliyor. Bu yönüyle diyebiliriz ki devlet fiziki ve hukuki gücünü sürekli hâkim kılarak şiddet tekelinin kendisinde oluğunu, kitlelerin bilincinde imliyor. Gezi ayaklanmasının ilk günlerinde az da olsa şiddetin devlet tekelinde olma bilinci kitlelerde yıkıldı ve şiddeti kitlesel bir şekilde devlete karşı yöneltebildi. Gezi’de açığa çıkan şiddet, kendi hukuğunu mücadele içerisinde geliştirdi. Devlet Gezi Parkı’na ve Taksim’e gelirse taşlanacaktı. Öz güven, yıkıcılık, kuruculuk, bilinç mücadele içerisinde yaratılmıştı. Ancak sistem ilk atağını doğrudan kolluğuyla yapmak yerine, ilk mermisini, gaz bombasını bilinçlerde yaratılan mevzilere yöneltti ve bilinçlerdeki ilerlemeyi kırdı. Eğer devrimci örgütler öncüleşip bilinçlerdeki mevzileri koruyup ilerletebilselerdi, kitlelerin bilincinde kırılan şiddet tekeli daha da ileri gider, şiddet ve “yasa yapıcılığı” arasındaki diyalektiği arttırabilirdi. Böylelikle kitlelerin özneliği farklı boyutlara taşınabilirdi. Hatta kitleler sadece taşla bile alanı korusaydı, taşla koyulan “yasa”nın, kazanılan alanların korunamayacağını farkedip, farklı araçlara yönelme olasılığı olabilirdi. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, 11 Haziran ile birlikte mevzi kaybetmeye başlayan Gezi direnişi aslında daha önceden bu mevzileri zihinlerde koruyamadığı için kaybetmişti.
Bu durum da kitlelere yabancılaşmadan kopuk ele alınamaz. Biz her zaman şunu anlatırız: Birebir temas en iyi ajitasyon, propaganda yöntemidir. Ancak Gezi’de bunun en iyi imkanları varken, İstanbul özelinde, yeni yaşam çağrısına kulak kabartanlar, bunun için bir şeyler yapmaya çalışanlar bir araya gelmişken, bunu yapmamak kendinden menkul özne bilincinden başka bir şeyle açıklanamaz. Duvarlarımızı yıkamadığımız için sistem, medyası ile Gezi kitlesinin bilincine kurşun sıkabildi! Bizim en güçlü silahımızsa ideolojimizdi. Demek ki kendi ideolojimize o kadar da hakim değildik, kitleleri ideolojimizle etkileyebileceğimizi düşünmüyorduk, zaten özne olmak istiyorlarsa, biz yapıyorduk, kitleler de bizi takip etmeliydi. Mücadelenin iki yanını da iyi anlamalı ve bütünleştirmeliyiz. Hem yaparak ajitasyonu sağlamalı (propagandasını dilden dile dolaştıracak eylemler gibi) hem de ideolojimizi güçlendirmeli ve ideoloji-yaşam-pratik üçgeninde, temas ettiğimiz insanlara özneleşme alanları açmalıyız.
Şiddetin, ‘yasa yapıcılığı’ yönünü anlamak için bu coğrafyanın mücadele tarihini incelememiz yeterlidir. 68 devrimci gençlik hareketinin Dolmabahçe’de 6. Filo’yu denize dökmesi, Mahir Çayanların El-rom’u kaçırıp öldürmeleri artık emperyalistlerin elini kolunu sallayarak açık açık Türkiye’de dolaşamayacağının adeta bir yasa gibi halkın bilincinde inşa etmiştir. İbrahim Kaypakkaya’nın, Nurhak dağlarında katledilen Sinanları ihbar eden muhtarı infazı, devrimcileri ihbar etmenin sonunun ölüm olduğunu halkın bilincine işlemiştir. Bu eylemler bir taraftan adaleti sağlarken, diğer taraftan ise sınıf mücadelesinde sınıflar arası güç ilişkisini ve dengesini belirler. Safları netleştirirken, karşı saflarda olan kararsızları tarafsızlaştırır. Yalnız kalıp korkanlara, ne yapacağını bilmeyenlere yol göstericisi olur.
Bugün faşist katil sürüleri, kadın katilleri/tecavüzcüleri, çocuk istismarcıları, tecavüzcü uzman çavuş Musa Orhan, Gezi ayaklanmasında katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Ahmet Atakan’ın, Abdullah Cömert’in, Medeni Yıldırım’ın, Hasan Ferit Gedik’in, Berkin Elvan’ın katilleri, Ankara ve Suruç katliamlarının planlayıcıları ve yürütücüleri, Somalı maden işçilerini katledip tekmeleyenler, insanları bir kuru ekmeğe muhtaç bırakıp kendileri sefahat içinde yüzenler… ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyor. Bunlar ve bilmediğimiz, sayamadığımız niceleri halkın vicdanında yaradır. Halkın bağrında yara olan bu adaletsizliği adalete çevirmemiz gerekiyor. Kurucu şiddet bunun adıdır. “Artık halk düşmanlarının yaptıkları yanına kalmayacak, çünkü devrimciler var!” sloganı kitlelerin bilincinde imlenmelidir ki insanlar adaleti aradığında bu coğrafyanın devrimcilerine katılsın. Nasıl hesap soracağını bilsin.
Yeninin hücrelerinde anlattığımız gibi, yeni bir yaşam çağrısını yükseltecek savaşım, kurucu şiddeti açığa çıkartır. Bu anlamıyla kuruculuk ve yıkıcılık birbirinden bağımsız ele alınamaz. İç içe geçirilmeli ve ikisini bir arada yürütecek akıl ve örgütlenme, mücadele içerisinde yaratılmalı ve kitlelerin buraya akmasına olanak sağlanmalıdır. Böyle bir yaşam çağrısı bir taraftan savaşkan komünlerini kurarken diğer taraftan ‘bizim gelecek tezahürümüzde halk düşmanlarının, kan emici sömürücülerin, faşist katillerin, kadın katillerinin/tecavüzcülerinin, çocuk istismarcılarının… yeri yoktur’u yaşamda, pratikte açığa çıkartacaktır. Kitlelerin içine atılacak böyle bir tohum; yaşamak direnmektir, yaşamak isyandır, yaşamak bu düzeni alaşağı etmektir bilincini yayacaktır.
Bir diğer mesele ise şiddetin nasıl uygulanacağıdır. Bunu daha iyi anlamamız ve bazı şeyleri hatırlamak için doğaya bakmamız gerekiyor. Doğada güçlü olan güçsüzü yer, yener. Ancak güçsüz olan kamuflaj, hız, esneklik, zehir gibi yetenekleriyle kendisini korur ve bazı durumlarda üstünlük sağlayabilir. Bukalemunun kamuflajı, doğanın rengine uyum sağlamasını sağlayarak rakibinden kendini korur. Ancak bunu Türkiye’nin şehirlerine uyarlayacak olursak bunu toplumsal dokuda erime olarak tanımlayabiliriz. Artık kılığımızla, kıyafetimizle, hareketlerimizle bağıra bağıra biz geliyoruz demekten çıkıp, toplumsal dokuda eriyerek ve hayatın doğal akışına uygun hamleler yapmamız gerekiyor. Bu aynı zamanda “Hiç bir yerdeyken her yerde” olmanın koşullarını da açığa çıkartacaktır. Öncünün geliştireceği hamleler, devrimci bir savaş hattında yapacağı eylemler, şiddeti “sıradanlaştırmalı”, sıradan insanların da yapacağı düzeyi oluşturmalıdır. Bu öncü şiddet-devrimci kitle şiddeti diyalektiğinin kurulmasını gerektirir. Devrimci kalkışmaları hazırlayacak olan da, kendiliğinden gelişebilecek halk isyanlarını sistemi yıkıcı bir düzeye getirecek olan da budur. Devrimin yasasıdır, zor. O halde bu zoru yaşamın tüm gözeneklerinde var edebilmeli ve şiddetin kurucu anlamını kazandığı devrime yürümeliyiz.
Doğaya bakıp kavrayabileceğimiz bir diğer mesele ise rakibine göre güçsüz hayvanlar, güçlü yanlarıyla rakibinin zayıf yanlarına vurarak onları alt eder. Yılanın zehriyle kendinden kat kat büyük ve güçlü bir boğayı devirmesi buna örnek verilebilir. Bizse bunu doğru zaman ve yerde, rakibin güçsüz yanına, en sıkı yumruğumuzu vurmak, zehrimizi bırakmak olarak okuyabiliriz.
Özcesi bu örnekler rakibine göre güçsüz hayvanların doğada yaşayabilme güdüsüyle geliştirdikleri yetenekleridir. Bizimkisi insanlığı kurtarma mücadelesidir. Geldiğimiz zaman insanlığın bir bütün olarak var olma yok olma kavgası verdiği bir dönem. Kapitalist sistemi, yarattığı insanları, insanların beklentilerini, hareketlerini, kültürünü, teknolojiyi, savaşı, yaşamı, şehirleri, kırları bir bütün olarak “tersine çevrilmiş dünya”nın doğasını iyi anlamalı ve insan kalabilme güdüsünü arttıracak hamleleri yapmalıyız. Arşimet’in meşhur sözünü hatırlayalım: “Bana bir dayanak noktası verin ki ben de dünyayı döndüreyim.” Bu dayanak noktaları, insanı insan olmaktan çıkaran bu sistemin pervasız saldırılarına karşı yaratılacak, yeni yaşamları simgeleyen, savaşçı ve kurucu odaklardır.
Şiddet güzellemesi yapmıyoruz. Aksine sistemin zorunu yenmek, sömürüyü bitirmek, ezme-ezilme ilişkilerini ortadan kaldırmak için özgürleştirici şiddeti açığa çıkarmak zorundayız. Böyle bir şiddet, amaç değil araçtır. Madem her geçen gün sistem, bütün gücüyle bizi kavgaya davet ediyor, o zaman hodri meydan demenin vakti geldi de geçiyor.
***
Diyeceğimiz o ki eski dünyaları yıkıp yeni dünyaları inşa edelim: Deniz Poyraz’ın annesinin “Bir Deniz gitti, bin deniz gelecek” dediği dünyayı yaratmak için, Suruç’ta ölümsüzleşen yoldaşlarımızın düşlerini gerçek kılmak için, Berkin Elvan’ın her kilosuna 1 yıl veren bu köhne ve adaletsizlik üzerine kurulu düzeni yıkmak için, özgür Kürdistan hayallerini yaratmaya çalışırken ölümsüzleşen ve bize sayısız destan bırakan binlerce gerilla için, çocuğunun peşinden koşan “O gün bugündür bekliyorum, hiç bir yere gitmiyorum. Evimi boyamadım, eşyalarımı değiştirmedim, gelirse yabancılık çekmesin. Döndüğünde dışarıda kalmasın diye kapıları hiç kilitlemedim” diyen anneler için, “ateş taşıyıcısı” olmaya Rojava’ya, Kürdistan dağlarına gelen ve göğü fethe çıkan Komünarlar için… Gülen bir devrimciliğe hayat bulduran, gülünce yüzünde güneşler açan bir yoldaşımız vardı hani, Aziz Güler. Nam-ı diğer Rasih Kurtuluş’un “Saatlerimizi devrime ayarlamalı, ayakkabılarımızın bağcıklarını sıkı bağlamalıyız” sözünü kılavuz edinelim ve hedefi an’da yaşayalım. Her an devrime odaklı, her adımda devrimi düşünen, bugün devrim için ne yaptım diye sorgulayan, gecesini gündüzüne katıp devrime örgütleyen genç praksisi inşa edip serüvenimize başlayalım.
Kaynak: Komün Gücü