Zamanın tozu 1 – Deniz Cibran

1847de sosyalizm bir orta sınıf hareketiyken komünizm işçi sınıfının bir hareketiydi. En azından kıta üstünde sosyalizm saygın bir görüştü; komünizm bunun tam tersiydi. Biz de başından beri işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır düşüncesinde olduğumuzdan, bu iki isimden hangisini seçmek zorunda olduğumuz hakkında hiçbir kuşkuya yer yoktu. Dahası o zamandan beri ondan vazgeçmek hiç aklımıza gelmedi. Yani Manifesto’nun adı, Komünist Manifesto oldu. Bugün de buna benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuz aşikâr. “Sosyalistlik” bol ve “itibarlı”, devrimcinin yüzüne bakan yok.

20. yüzyıl “proleter devrimler çağı” ile sonlanmasa da, büyük altüst oluş günlerini yaşadı, en azından bir dönem ‘devrimler çağı” olarak tarihe girdi. Yenilmiş devrimlerin çağı olsa da! Yenilgiler tarihseldir. Bu yalnızca neden-sonuç ilişkisi değildir, bir olasılık yoklamasıdır. Bu yüzden yenilgiler tam da olasılık yoklamasının adını koyar, deneyimi elimize verir. Tarihi(mizi) bir deneyime dönüştürmenin altın kıymetinde anahtarlarını sunar, yeni yol yapmaya mahal verir. Belki de bu yüzden Walter Benjamin’in dediğine kulak vermek gerek. Belki de sırf bu yüzden, “İleri doğru bir tarihte gitmek ancak geriye bakılarak mümkündür. Fotoğraf estetiğinde olduğu gibi, kafa başka bir yere gövde başka bir yere bakmalıdır. Buna göre tarih, trenin rayında ilerlemesi değil raydan çıkmasıdır.” Bu, heba olmuş tüm başkaldırılara ağıttır, onlardaki olasılıktır. Bu, heba olmuş devrimleri bugüne yeniden çağırmaktır, o devrimlerin artçısı olmaktır. Aynı zamanda o tarihin sözüne uyup öncü olmaktır.

Ama aynı zamanda böylesi durumlar, sınıfların sosyal karakterlerini de ortaya çıkartır. Bugün yenilgiyi mağduriyete çeviren orta sınıf dünyasını da semiren liberal duygunun ve algının pop siyaset alanını kuşatması rastlantı değil; bu, seçilmiş ve tercih edilmiş bir politik norm üretimidir…

Bir zamanlar adlarının başına ya da sonuna ‘devrimci’ kelimesini koymakla yarış eden ve buradan birbirlerini kesen hareketlerin “sınırlarını” silip, artık hepsinin “sosyalist” namzedini alması da rastlantı değil. 1840’ların dünyasına benzer şekilde “sosyalist” olmanın “itibarlı” olması rastlantı değil, bir dönüşüm hikâyesinin varıp dayandığı mantıksal sonuçtur ve bundan herkes memnundur. Ta ki başka olasılık yoklamasına cüret edebilecek güçler ortaya çıkana kadar. Bu olasılıkları yoklayabilecek güçleri meydana getirebilecek saikler henüz var mıdır, bu soru baki.

Sorunumuz 1840’ların dünyasına benzerlikle sınırlı kalsaydı, belli cevapları vermek mümkündü. Ama artık dünyayı meydana getiren ilişkilerin seyri ve aldığı biçimler 1840’lardan fazla ve farklı. Bu bakımdan bugün ayrıksı olmak için adımıza ‘komünist’ namzedini koymak da bir yere kadar…

Herkes hayatından memnun

Sorumuz şu; bugün hangi “meslekten solcu” dünyanın kapitalist yaşam ilişkilerinden nefret ediyor?  Hangi solcu tüketim ilişkilerinin dışında dünyaya bakma lensine sahip? Sömürü ilişkileri, işsizlik, yoksulluk, sınıflar arası uçurum, gelir dengesizlikleri bir sonuç olduğuna göre, kapitalizmi kapitalizm yapan “değer yasası ve tüketim dolaşımı” (meta dolaşımından fazladır) bizim neremize dokunuyor ki? Biz bunun neresinden gocunuruz ki? Biz bunların içindeyiz. Biz kapitalizmin köpük alanının içindeyiz; tüketici güçlerin içindeyiz. Onun cafcaflı ve sonu gelmez iştahı örgütlediği ideolojik alanın içindeyiz ve dünyayı artık bir tüketim aralığından görmekteyiz. Hiçbirimizin hayatı, bu hayatın gündelik duygu ve algı üretimi, bu ilişkilerin dışında değil. Siyaseten devlete karşı olmak, faşizme karşı olmak, AKP’ye karşı olmak tam da buradan şekilleniyor. Bir tüketim ilişkisi olarak şekilleniyor. Dolayısıyla biz, bu dünyanın ufkuna bakma yetilerimizi yitirdik. Yok, öyle değil desek de yitirdik… Yaşam alışkanlıklarımız yaşam ilişkilerimizi yönetiyor, siyasal olanla kurduğumuz ilişkiyi yönetiyor. Liberal siyaset alanına, onun gramerine, muhalif olma haline, sosyal davranışına teşne oluşumuzun hepsi bizim hayatımızın içinden geliyor. Üstelik bir de tarihin yenilgiyle sonuçlanmış kolektif hafızasının altında kalma var. Bu yüzden birbirimize karşı –mış gibi yapıyoruz. Devrimciymiş gibi yapıyoruz. Bu yalana ne zaman düştük, ne zamandan beri hakikati olmayan bir dille konuşur olduk?

Meselemiz şu; dünya devrimci ruhunu yitirdi. Artık devrimcilik bir ‘akım’ değil. Böyle olunca sihrini de yitirdi. Artık o sihre inanmıyoruz. Ama şeklimiz şemailimiz kurtulsun diye piyasa ürünleri gibi, solculuk piyasasında dolaşıma çıkıyoruz. Bundan memnun muyuz, memnunuz. Çünkü bu “özgürlük” alanı, kendimizi onun gramerinde bir biçimiyle ifade etmemize olanak veriyor. Bundan müthiş haz alıyoruz. Ama tam da bu memnun olma halimiz bizi, bu kapitalist dolaşımın bir parçası ve tamamlayanı kılıyor. Bu bakımdan artık, Sosyalistim, AKP karşıtıyım demek pek manidar değil, bu dünyanın başka olasılıklarını yoklamak için bir referans değil, olsa olsa verili solculuk piyasasından olmayı işaretleyen bir gösterge olabilir. Bu bakımdan artık birbirimizle sahiciliği olan, ciddiyeti olan, değeri olan konuşmalar yapmak zorundayız. Birbirimizin piyasanın içinden gelen zaaflara, yaşam ilişkilerine tolerans göstermemiz bizi en fazla suç ortağı yapar; ama devrimci yapmaz. Bu bakımdan kendimizi acımasız eleştiriye tabi tutmamız büyük öneme sahip.

Biz siyasetçi değiliz, makro-politikacılıkla işimiz olmaz. Bir teoriyi gün yüzüne çıkartmak; militan bir adanmışlık ister. Marksizm; Spinoza ya da Hegel’den daha yetkin olduğu için teori olmadı, militan bir adanmışlıkla buluştuğu için Marksizm oldu. Kapitalist dünyanın başka olasılıklarını yoklayabilme kapasitesine ve pratiğine mahal verdiği için teori oldu. Kapitalizmin ve tarihin dışından geldiği ve oradan saikler kurduğu için işçilerin ve devrimcilerin bir silahı oldu. Bunun için “hayalet” Avrupa’yı sardı, 20. yüzyılı altüst etti. Bunun için dünyanın değiştirilebilir olduğu anlatıları dünyayı sardı…

Sahi biz, neden devrimci olduk? Üç kafadar bir araya gelip mi “örgüt” olduk? Biz yumurta kabuğundan çıkmadık, gerçek yaşam ilişkilerinin içinden geldik. Bu ilişkilerin gerilimlerinin en uca vurduğu alanlarda devrimcilikle temas ettik. O devrimcilik ki, bize başka bir dünya vaat etti, bir ilahiyat sundu… Bu yüzden bizim adanmışlık yönümüzü güçlendirdi, cüretimizi artırdı, yol yapmamıza mahal verdi. Yani bizden, “kendini gerçekleştiren kehanet” yarattı. Bugün birer siyasetçiye dönüşmemiz tam da kendi kehanetimizi yitirmemizle ilgili. Sihir bir kez yitti mi, akıl başka oyunlar oynuyor. Tüketim ilişkilerinin çekiciliği ve baştan çıkarıcılığı bizi dönüştürüyor. Bir zamanların militanlarının birer siyasetçiye, köşe yazarına, televizyonlarda endam edenlere,  görüntü dünyasında görünür olmaya teşne olanlara dönüşmesi rastlantı değil. Bunların bir bedeli vardı, devrimciliğe sırtımızı dönmekti o bedel.  Piyasa ve kapitalizme, pop siyaset dünyasına ödenen bedeller pahasına bugünlere geldik. Elbette meselemiz bunlarla sınırlı değil. Daha başka çetrefil mevzular var, hem de epey çetrefil mevzular.

Bizim “öğretilmiş çaresizliğimiz

Dünyaya ideolojik kurgularla bakmakla, yani dünyayı ideolojide kurmakla, gerçek dünya arasındaki imkânsızlığa tosladık. İdeolojiyi, teori sandık, kurguyu siyaset. Ama gel gör ki, ne işçiler bizim zihni dünyamızdaki gibi ideolojik güçlere sahip ve her an bu güçleri harekete geçirebilecek toplumun tin’iydi, ne de halk bizim kurgumuzdaki gibi “devrimci”ydi.  Ve 20. yüzyıl dersleri,  kurgu ile gerçeğin aynı olmadığının şeceresini önümüze koydu. Marks, Alman İdeolojisi’nde “Feuerbach fikirlerden hareketle gerçek insana varmaya çalışıyor” diyordu. Marks’a göre Alman idealizmi ve dar kafalılığıydı bu. Fikirlerden gerçek insana varmak! Bizim halk kurgumuz fikirsel bir bakıştı. Hakeza işçiler de bu fikri envantere dahildi. Gelgör ki, tarihsel yenilgiler bizi ideolojik âlemlerden, yeryüzüne indirdikçe işin şekli değişti. Ve toplumun imkânsızlığında bocalamaya başladık. Ya işçi sınıfının tarihinin bittiğine inanmaya başladık ya da kendimizi yıkamadığımız için, kendi fetiş halimize tapınır hale geldik. Solculuğun birer cemaat formasyonu haline gelmesi bu bakımdan rastlantı değil; kendi sanrılarını, gerçeğin yerine koymasıyla ilgili. Oysa tarihin ve Marksizm’in bize sıkı tembihi vardı; bir, kapitalizmin ve işçinin tarihi “sözde ilksel birikim”le başlar ve feodalizmin çöküş döneminde ortaya çıkan işsizler, boşta gezerler, hırsızlar, haydutlar zorla işçileştirilir. İşçiler, basit bir sömürü nesnesi oldukları için değil işçileşmeye direnmek zorunda oldukları için, işçi olmaktan kurtulmaktan başka çareleri olmadıkları için devrimci bir sınıf olmaya mahkûmdurlar. İkincisi; halk dediğimiz bir toplum dizgesi iç savaş alanıydı. Yani halk kurgumuzdaki gibi hiçbir zaman potansiyel “devrimci” değildi. Bir yarılma alanı, bir mücadele alanıydı. Biz geldik tam da bu iki imkansızlığa tosladık ve dünyayı anlama, devrimciliğin hangi olasılıkları yoklama, hangi toplumsal kırılganlıklara bakma sorunu olduğunu şaşırdık. Baktık ki “halkçı”lıktan hayır yok, buralardan çıkamıyoruz, imdadımıza, siyasetçlik alanının ÖDP ile açılması sonrası siyasetçiliğe zıpladık. Adımız ÖDP olmasa da onun bir tekrarını üretme biçimi olan dergicilik çevrelerine dönüştük. Burada başka bir mevzu daha var;  memlekette pek çok grup ve çevre “rüştünü silahla ispat etmek için” önce devletle “şiddet mübadelesini” yokladı. Dayağı yiyip yenilince; 180 derece dönüş yapıp kendini ya HDP’ye attı ya onu taklit etti ya da dergicilik çevrelerine dönüştü. Trajik mi, komik mi? Peki bunca insan kaynağına, özneye, maddi manevi değerlere, hayatlara yazık değil mi? Bizim “büyük çaresizliğimiz”in kaynağı nedir? Fikrimizi ve zikrimizi bu kadar kırılgan yapan nedir, sorusunu sorabilme cesaretini nerede yitirdik? Sahi devrimcilik nedir, biz neciyiz?

Bugün bir çaresizlik varsa bu ne işçi sınıfındaki nitelik değişimi sorunudur, ne de halkın ve ezilenlerin önemli bölüğünün bizim karşımızda olmasıyla ilgili. Çaresizlik determine edilebilen bir toplumsal ve siyasal durum değildir. Çare-çaresizlik ilişkisi özneye dairdir. Bir iradenin ele alınış biçimi, bir iradeyi anlama biçimi, onu yaşam alanlarına sokabilme ve oralarda inşa edebilme işi. Dolayısıyla devrimlerin yenilmesi, toplumun karşı devrimci güçler tarafından ele geçirilmesi tam da iradeyi ortaya çıkartır, çaresizliği değil. İrade kavramı, salt felsefenin de bir sorunu değildir. Bir estetik sorundur aynı zamanda. Yani arzu sorunudur. Arzunun bir diyalektiği vardır. Soyut ve imgesel bir düzlem değildir. Seçiciliktir, seçiciliği örgütlemedir… İnsan ve devrimcilik, bu ikisi imgede var olamayacağına göre, bir hakikat içinde inşa edilebileceğine göre ve hakikat her daim bir istisna olduğuna göre, meselemiz tam da bu istisnanın ne olduğunu anlamada gizlidir. Çaresizliği determine etme, burjuva sosyal mühendisliğin işidir. Oysa toplum dediğimiz, bir ilişkiler alanıdır. Sosyal ilişkiler alanı ve bu alan her daim kısa devrelerle, rastlaşmalarla doludur. Modern tarihte ikna edilmiş bir toplumsal ilişkiler alanı yoktur, olmamıştır. Dolayısıyla modern devlet bu işlerin yalnızca şiddet araçlarıyla olmayacağını, bunun aynı zamanda bir hegemonya meselesi olduğunu anladı. Bugün artık, devlet şiddeti de bir rıza üretme aracıdır. Dolayısıyla “halka bakıp” iç çekmek; ahmaklıktan, vazgeçme jübilesinden ve kendini taca atma çabasından başka bir şey değildir.

Ama yine de bu kadar masum değiliz! Elimize ayağımıza dolanan daha büyük ve bedeli ağır ödenmiş yanılsamalarımız da var; tarih kerelerce göstermiştir, dünyanın en sağcı hareketleri “silahlı örgüt”lerden çıkmıştır. Bunun böyle olması bir rastlantı olmasa gerek. Kendini devletle “şiddet mübadelesi ve müzakeresi” üzerine inşa etmiş bütün hareketlerin, günün sonunda kapitalizmin “yıkılmaz” duvarına ve siyasal alanı ikame etmesine toslayınca uçlara kayması rastlantı değil. Bizde meşhur bir gösteri alanıdır; programının daha başına x partisi/örgütü “silahlı mücadeleyi esas alır” mottosunu yazması. Bu aslında daha başında lades etmektir. Çok geçmez, “şiddet mübadelesinde” devletten dayağı yiyince ehlileşir. Oysa bir devrimci örgüt, kendini devrimci mücadele için konuşlandırmış bir örgüt silahın lafını etmez, devrimci mücadelenin bütün olasılıklarını yoklamak üzere kendini tasarlar, düzenler, konuşlanır ve mevzilerini “kazar”. Gösteri yapmaz, örgüt egosuna teslim olmaz, başkalarına nazire yapmaz. Devrimciliği, devrimci gibi yapar. Dolayısıyla devrimciliği bir “şiddet” üretimine düşürmez. Devrimci şiddetin estetiğini bilir, ona yüklenen ve kabul gören “tedhiş” anlamını söküme uğratır. Bir anlam katar, yaratıcı-yıkıcı bir anlam… Bu anlamın bir bağlamını kurar, başka yerlerde, başka coğrafyalarda da ilham olacak bir bağlam. Sadece bir bağlam değil, o eyleme bakanların kendilerine bir deneyim olarak akacak bir yankı… “Uzakları” yakın eden bir yankı… Sandino’nun dediği gibi; “uzaklardan duyulan örsle çekiç arasındaki yankı”!

Dolayısıyla biz kendimize dönüp; “nerede hata yaptık” sorusunu soracağız. Çarenin ve iradenin sırrı burada gizli. Kendimizi kurma ve konumlandırma biçimimizde gizli.

(devam edecek)

* Dipnot: Başlık, Temmuz 2018’de, Yunanistan’ın birçok bölgesini etkileyen büyük yangında, evi ve arşivi yanarak yok olan Theo Angelopoulos’un  “Zamanın Tozu” filmine ithafen…