Rojava, bizim eksikliğimiz
Rojava bizi çağırdığında başka ihtimalleri ve olasılıkları yoklamamızın kapıları da aralanmıştı. Bu muazzam bir kapıydı. Yalnızca bizi değiştirip yeni bir dünyanın kapılarını açmakla, yalnızca müthiş bir savaş gerçek bir savaş deneyimi kazandırmakla kalmadı, Balkanlar’dan, Lübnan’a uzanan bir alanda varoluşumuzu ve anlamımızı yeniden inşa edebileceğimiz olanakları da sağladı. Bir de 70’lerde, 80’lerde Ortadoğu’yu kısa yoklamaları saymazsak, Rojava savaşı ilk kez bu toprakları kendi hakikati içinde anlamamızın olanaklarını sundu. Buradan Türkiye’ye her bakışımızda, Türkiye panoramasına bakışımız değişti (bunları uzunca yazacağız). Ancak gel gör ki, bunları da çarçur edip heba ettik. En azından önemli olanakları ve olasılıkları beceriksizliğimiz yüzünden heba ettik. Bu bakımdan affedilir bir yönümüz yok. Mesele salt burada savaşmak değildi. Savaşmanın hakkını verdik, burada bir sorun yok. Ancak Rojava ve Suriye’deki savaşı politikleştiremedik. Buraları tarihe sokmakta çapsız ve yeteneksiz kaldık. Ama yine de öğrendik. Kazancımız öğrenme ile sınırlı olsa da, bu da bir şey. Önemli bir şey…
Nereye gitsek, mücadele biçimlerinin en uç alanlarıyla rastlaşsak da, kendimizle olan sorunumuz ayağımıza dolanıyor. Rojava’da şunu gördük; beceriksizliğimiz, Türkiye’de “yenilmişlik” duygumuz, örgüt olmayı becerememiş olmamız, daha önemlisi kendimizi ve dünyayı anlayabilecek fikri kerterizlerimizden yoksun oluşumuz, zihnimizin darlığı, hayatı ve olayları anlamadaki darlığımız en büyük düşmanımız. Bu bakımdan özne inşa etmede kendimizi taca attık. Buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıyız, bulacağız. Bunu kendimizi utandırmak için de olsa yapacağız. Daha önemlisi tarihe, sözlerimize, yaşadığımız hayata ve ödediğimiz bedellere borcumuz var. Elbette meselemiz bu kadar ajitatif değil; biz devrimcilik arayışındayız, devrimciliği anlama çabası içindeyiz, devrimcilik nedir, nasıl yapılırın peşindeyiz. Dolayısıyla hala bir inadımız var. Bizi geleceğe taşıyacak olan da, sahici kılacak olan da, çıkılmaz denilenin içinden çıkartacak olan da bu arayışımızdır.
Nerede kalmıştık; devrimcilik nedir sorusunda kalmıştık
Sahi devrimcilik nedir, biz neciyiz? Bu soru bir kışkırtma ya da yok sayma sorusu değildir. Bir hakikat arayışçılığı sorusudur. Devrimcilik olan ve tamamlanan son olan bir varlık hali değildir. Bir yeniden meydana gelme, yeniden deneyimlerine bakma, oradan kendini yeniden yeniden inşa etme sorunudur. Bu bakımdan devrimcilik sorusu her daim bakidir. Bir özne inşa etme; bir restleşme alanıdır. Hazır bulduğumuz ve içine fırlatılıp atıldığımız bu dünyanın kurucu olan her şeyi ile restleşme ve kendi saiklerini oluşturma işidir. Hayatın bir işleyişi ve diyalektiği var. İnsanın bir tarihi var! Bizim bir tarihimiz var!
Demek ki, önce kendimize bakacağız, sonra hayatla ve verili toplumsal ilişkiler sistemiyle kurduğumuz ilişkilerimize bakacağız. Bir akış diyalektiğinin idrakine varacağız. İdrak etmek, anahtar kavramdır. İdrak etmek, anlamaktan fazla ve farklıdır. Çünkü idrak artık fikre değil zikre çağrı yapar. Zikrimize bakacağız. Çünkü dünyayı değiştirme eylemi bir zikrin rücu etme halidir. Bir fikrin şayan hale gelmesidir. Bir nispettir, nispet olasılıktır. Zaten devrimler de bir olasılıktır. Bu olasılığı anlamak için bu toplumun, bu dünyanın demokratları olmaya, bu toplumu tadil etme siyasetçiliğine değil; toplumun krizini nereden, nasıl derinleştirip örgüt çıkartacağımıza bakmalıyız. Yani bakış açımızı değiştireceğiz. Elbette bunlardan kastımız küçük burjuva radikalliğinin ham, sığ ve sekter öngörüsünü örgütlemek olmayacak. Hayat bize nerede olanak sunuyorsa, toplumsal çatlak nerede su sızdırıyorsa orada var olan, oranın adını koyan, orayı deşen olacağız. Bu bakımdan her birimiz kendimize dönüp; “Ben devrimcilik günlerime dönebilir miyim, buna hazır mıyım, bu çetin ve çetrefil var olma halimi yeniden yaratabilir miyim? Kendimi bir deneyime dönüştürebilir miyim, dünyayı anlama ve algılama yetilerimi geliştirebilir miyim?” sorularını sormak zorundayız. Yani birbirimizle sahici ilişkiler kurmak zorundayız. Daha önemlisi bir arayış birliğini, bir gönül birliğini yeniden kurabilir miyiz? Bu bakımdan her bir yoldaş kendini, sınırlarını, beklentilerini açıkça ortaya koymalı. Yoksa sorunumuz teori sorunu değil. Bunlar aşılır, bir teorik olgunluğa varılır. Bu konuda Türkiye solu çizgi altı değil, olanaklarda, birikimlerde bir biçimiyle var. Ama meselemiz teori meselesi değil bir zikir ve devrimcilik yapma, onun hakkını verme meselesi; alışkanlıklarımızdan, tüketiciliğimizden vazgeçme ve sadeleşme meselesi.
Şimdi sadeleşmeye karar vermekle karşı karşıyayız. Bu bakımdan ilişkilerimizi karşılıklı olarak yeniden kurmak için sorularımızı çoğaltmalıyız. Cevaplarımızı bulmak için bir yol yapmaya yürümek zorundayız. Birbirimizi suçlayabilir, eleştirebiliriz. Bir günahkâr da bulabiliriz ama bu bizi kurtarmaz, sahici yapmaz. Bu bakımdan kolektif bir oluş, kolektif bir bakış için yüzümüzü birbirimize dönmeliyiz.
Gitmek isteyen, kendi yolunu yürümek isteyen, verili hayatını sürdürmek isteyen, verili siyaset dünyasıyla bir arada yaşamak isteyen, demokrat kalmak isteyen, HDP’ci olmak isteyen, liberal dünyada kendini bulmak isteyen herkese yol açıktır. Kızma, suçlama, darılma, hor görme olmayacak, olmamalı. Devrimcilerin birliği diyoruz. Bu birlik, gönüllü ve kendini adama, kendini küllerinden yeniden yaratma, yanlışlardan öğrenme işi. Karşılıklı tutarlı eleştiri, özeleştiri işi. Ama bunlardan önemlisi devrimcilik ‘bireysel’ bir tarih yazımıdır ve kişiseldir. Bir kolektif alanda kendini gerçekleştirme eylemdir. Bu bakımdan her devrimci kendi tarihini kendisi yazar, kendini, kendisi var eder.
Bir rüya ki, orada şarkılar vardı
Dünyanın farklı coğrafyalarında antikapitalist mücadeleler kapitalizmden öte “başka zamansallıklara” çağrı yapma deneyimleriyle dolu. Bizde hakeza ‘71 çıkışı el yordamıyla bir çıkış olsa da, kendinden sonra gelen üç beş kuşağın hayatını etkiledi, değiştirdi, özneler inşa etti. Yeni bir toplumsallığa ve devrimcileşmeye mahal verdi. “Ardılları”, “küçük burjuva maceracılık”la eleştirip, kendisiyle bir mesafe koysa da bir “kısa devre” olarak şunu gösterdi; kapitalizmin inşa etmiş olduğu toplumsallık algısı üzerinden siyaset yapmak ancak belli bir yere kadar radikal bir kopuşu mümkün kılıyor. Kapitalizmin mevcut toplumsallık algısı üzerinden bir reddiye olarak beslenen başka bir anlatıyı maddi hayatın içinden çıkarmak, bir özneyi radikal kılması açısından elzem görünüyor. Dolayısıyla bugün geldiğimiz, daha doğrusu düştüğümüz yeri işaret etmesi bakımından, tarihsel çıkışlara dönüp bakmalıyız. Bizi başka bir zamansallığa çağıran güdülerimizden ve aklımızdan nerede koptuk? Oysa Devrimci Kawa’dan PKK’ye, 70’lerin Devrimci Yol’dan 1990’ların başındaki DHKP-C’ye ve oradan TKP-ML/TİKKO’ya, Zapatistalardan Lübnan Hizbullah’ına ve Hamas’a, Kurtuluş Teolojisinden Topraksız Kır Hareketi’ne (MST) kadar ezilen hareketlerinin ciddi bir kesimi hâkim ‘seküler’ ve egemen rasyonalitenin ötesinde –ama onunla diyalog halinde-, bütünlüklü bir tarih anlatısı içerisinde başka bir zamansallık ve anlamsallığa çağırdı. Bunun kavramsal envanterini daha kırsal/pastoral/arkaik/geleneksel/sözde-geleneksel bir kolektif hafızadan doğru kuran, Walter Benjamin’in işaret ettiği romantizmi ve mistisizmi gündelik/maddi kolektif çözümlemeler etrafında (kimi zaman patronaj/klientalizm veya dikey bir sosyal hizmet anlayışı üzerinden) örgütleyerek başardıklarını söylemek herhalde abartı olmayacaktır. Bu pratikler aynı zamanda içinde bulunanları başka bir özne olma haline, tarih içerisinde belli bir anlama sahip ve ondan dolayı her gün kendini inadına hâkim düzenin birey tipolojisinden başka kuran bir ontolojiye çağırıyordu.
Kapitalizmin ötesinde bir ontoloji kurmak, büyük teoriler gerektirmiyor. Komünizmin zamansallığını örgüte, partiye, devrimci ilişkilere çağırmak yetiyor. Kitleler içinde bütün kırılganlık alanlarını yoklayarak bir kolektif alanı kapitalizmin üzerine doğru bir kopuş olarak sürmek mümkün. Devrimler lineer süreçler değil, toplumun diyalektiği bir lineer olma haline izin vermez. Hele gündelik kapitalist zor ilişkileri hiç izin vermez. Bu bakımdan gündelik olanı bir zor alanı olarak, bir iç savaş alanı olarak okumak ve konuşlanmak sadece bir mahareti örgütlemek değil aynı zamanda “suni denge”yi bozmak bakımından da önemli. Bu bakımdan Mao’nun “kurtarılmış bölgeler”ine, İspanya’daki Marinaleda’ya, MST’ye bir göz atıp geçmemeli. Alternatif bir toplumsallık inşası, kapitalizmin lineer yıkıma uğrayacağı yanılsamasına bırakılmayacak bir konu. Bu bakımdan özellikle kent hareketlerine özel olarak eğilmeli. Geleceğin devrimci kalkışmalarının kent savaşları üzerinden olacağını anlamak bu bakımdan önemli. AKP ile sınırlanmış bir politika ile yalnızca Türkiye’de mücadele edebilirsin ama kapitalizme karşı mücadele, dünyayı değiştirme mücadelesidir. Ve “lokal” anlamda kapitalizme karşı örgütlenmiş her alan, dünyanın başka alanlarını da kapsar. Kapitalizmin zor ilişkilerine, iç savaş döngüsüne karşı; devrimci şiddeti, karşı şiddeti örgütlemek, başka coğrafyalarda, başka insan topluluklarıyla, sınıflarla da bir bağı, teması işaret eder. Bu bakımdan kapitalist düzlemi aşındırabilecek, çatlaklarından sızabilecek ama aynı zamanda bunu evrensel bir hikâyeye bağlayabilecek bir devrimci çalışmayı öne almak, bunun maharetini gösterebilmek bize düşüyor. Örgüt bunun için gerekli. Bu dünyanın “ötelerinden gelen”lerin ıslığını çalabilecek bir örgüt… Kapitalizmin meta-zamanına karşı bütün olasılıkları yoklayabilecek ve dünyanın devrimci yıllarını geri çağırabilecek bir örgüt!
İşlere yeniden koyulma, yeniden yolculuklara çıkmamız buradan başlayacak. Bundan sonra da hayat ne getirirse safa getirdi diyeceğiz ama bir daha asla eski hatalarımıza düşmeyeceğiz. Her daim öğreneceğiz, birbirimize öğreteceğiz. Birbirimizin ayağına basa basa öğreteceğiz. Birbirimizi önemseyeceğiz, değerli kılacağız. Kendimizi ve örgütümüzü bir tasarıma kavuşturacağız. Bir kazanıp iki kaybetmeyeceğiz! Ama faydacılıktan da uzak duracağız…
Hepimize başarılar…
- Bu yazı dizisi örgütlenme sorunları ve yeni görme biçimleri üzerine devam edecek.