11.Sovyet Devrimi’ne “Eş Kuruculuk” Penceresinden Bakmak
“Çünkü biliyoruz ki gün doğumuna erişmek için geceyi aşmak gerekir. Doğulu komünist kadınların sürdürmesi gereken çok daha zor bir mücadele vardır; zira [sınıfsız bir toplum için savaşmaya] ek olarak, bir de erkek milletinin despotizmine karşı savaşmak zorundalar.” TKP yöneticisi ve Doğu’lu Kadınlar Temsilcisi |
Aslına bakılırsa Sovyet Devrimini farklı bir pencereden, yönünü teorik olarak Batı’ya çevirmiş olsa da pratikte esin kaynağı Doğu olan ,-kendi tarihsel Doğu’sunu ideolojik bir güce dönüştüren bir devrim olarak görmek gerekir. Bu anlamda sözünü ettiğimiz “eş kuruculuk” un ilk modeli sayılabilir.
Batı-Doğu eksenli eş kurucu bir devrim olmasının en temel nedeni ise devrimden sonra ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımasıdır. Bunda hiçbir çekince göstermemesi, korku duymamasıdır. Sonuçta devrimin merkezi Ortodoks-Slav halkların yaşadığı kapitalizm ve işçi sınıfının gelişmiş olduğu Rusya’nın merkezidir. Diğer ulusların özellikle Kafkas ve Müslüman halkların üzerinde batı destekli milliyetçi kışkırtmaların hayli yoğun olduğu koşullara rağmen SBKP, Sovyet Devrimi’ne olan güvenle hareket etmiştir. Sonuçta Kafkas ve Müslüman halklar da peşi sıra devrime katılmışlardır. 1920’de toplanan ve bir nev’i sömürgeler enternasyonali olan 1.Doğu Halkları Kurultayı’nı da her ne kadar devamı getirilememiş olsa da eş kuruculuk temelinde ele alabiliriz.
Lenin devrim sürecinde ve sonrasında hem parti çevresindeki slavofil-narodnik kesimlere hem de “henüz devrimin koşulları olgunlaşmadı” diyen 2. Enternasyonalcilere karşı mücadele vermesiyle Sovyet devriminin batılı ve doğulu yönleriyle eş kurucu özgünlüğünü açığa çıkarmıştır diyebiliriz. Devrimin anti-kapitalist özelliğini kavrayamayan narodniklere ve devrimi zamanı gelmiş siyasal ayaklanmaya değil kapitalizmin çelişkilerinin olgunlaşıp olgunlaşmamasına bağlayan Menşeviklere karşı verdiği mücadele, Lenin’in aslında o döneme dair üzerinde çok fazla durulmamış çok özgün bir ideolojik önderlik becerisidir.
Lenin narodnizmin Çar despotizmine karşı militan savaşçılığını takdir ederken, onun Rusya’daki kapitalist gelişime karşı geliştirdiği küçük burjuva mülk sahipliği görüşünü ve eski serflik düzeninin kapitalizmin şimdiki sonuçlarından daha az kötü olduğuna dair görüşleri eleştiriyordu. Lenin şöyle diyordu: ”Hem serflik düzeni hem de kapitalizm emeğin sömürülmesidir ve bu bağlamda her iki biçimin anlamı da zincir ve uşaklıktır”. Sol halkçılar Lenin’in tabiriyle sadece “yargılamakla yetiniyorlar” ekonomik gelişmenin nesnel gidişatını kavrayamıyorlardı. Sol halkçılar Rus toplumunun Asya’ya özgü kolektif değerlerini, gelişen kapitalizmi göz ardı ederek umutsuzca savunmaya devam ettiler. Lenin bu konuda çok daha gerçekçi idi. O da Rusya’dan, tarihin derinliklerinden gelen güçlü ortaklık ve dayanışma kültürünü almakta tereddüt etmedi. Onun narodniklerden üstünlüğü sözü geçen kolektif kültürlerin yardımıyla başka bir şey olmaksızın sosyalist topluma geçilebileceği fikrinin imkânsızlığını kanıtlayabilmiş olmasıydı.
Lenin “Devrimimiz Üstüne” (Ocak 1923) isimli broşüründe ise, 2.enternasyonalcilerin tarih ve devrim anlayışlarını eleştirirken Rus devrimini Batı Avrupa’daki tüm önceki devrimlerden farklı kılan, Doğu ülkelerine özgü yeniliklerin beraberinde getirdiği yanları göremediklerini, bunun akıllarına dahi gelmediğini ifade ediyordu. Lenin 2.Enternasyonalcilerin “Rusya üretici güçlerin gelişimi yolunda henüz sosyalizmi olası kılacak düzeye erişmemiştir” yargısına karşı şöyle cevap veriyordu: “ Peki ya durumun ümitsizliği ki bu işçilerin ve köylülerin gücünün on misline çıkmasına yol açtı, bize, uygarlığın ana öncülerini yaratmak için başka bir geçiş olasılığı sunduysa ne demeli?”
Görüleceği üzere Lenin Narodnikler karşısında devrimin iktisadi öncüllerini ki bu batı kapitalizminin çözümlenmesi anlamındadır; 2. Enternasyonalciler karşısında ise devrimin Doğu’lu siyasi karakterini müthiş bir şekilde çözümlemektedir. İşte bu yüzden Leninist devrim teorisi özünde yeri ve zamanına göre hem doğu hem de batıyı içermesiyle tarihsel olarak eş kurucu bir devrimdir. Lenin’in ilk anda dikkat çekmeyen ama aslında en çarpıcı sözcükleri ise: “… Başka bir geçiş olasılığı” cümlesidir. Sovyet devriminin en özellikli gizil yönü budur. O, ileriye doğru başka bir geçiş olasılığının tarihsel pratiğidir! Marksizm’in yanına Leninizm’i koymamızın yegâne nedeni de budur.
12.Modern Kapitalizmde Yahudi Kavminin Rolü
Kapitalist modern devlet, ulus/devlettir. Ve bunun gelişiminde Yahudi kavminin milliyetçiliği belirleyici olmuştur. Hemen her ulus/devletin çekirdeğinde ideolojik-sembolik planda Siyonizm’i pekâlâ görebilirsiniz. Din ve milliyeti sentezlemeyi dünyaya öğreten Siyonizm’dir. Siyonizm ulus tanrıcılığıdır. Siyonizm’in tüm milliyetçiliklere öğrettiği budur. Ulusların tanrılaştırılması, ulusçuluğun tanrı katına çıkarılarak kutsallaştırılması. Etnik yapı ile din ’in Siyonist ideolojiyle harmanlanması tüm milliyetçiliklerin hayali cemaatlerini kurumsallaştırmalarına ön ayak olmuştur.
Werner Sombart,16.yüzyıldan sonra ekonomik yaşamın merkezinin yer değiştirmesinin, Yahudilerin İspanya, Portekiz ve İtalya’dan sürgün edilmesiyle çok güçlü bir bağlantısı olduğunu ileri sürmektedir. Yaklaşık 250 bin Sefarad Yahudi’sinin başta İngiltere, Hollanda ve Kuzey Almanya olmak üzere, Kuzey batı Avrupa’ya ve yanı sıra Osmanlı, Morokko (Fas), Mısır ve Cezayir gibi diğer ülkelere sürgün edilmesi/sürgüne gitmesi Güney Avrupa’da çok ciddi ekonomik gerileme ve yer yer çöküşlere neden olmuştur. (W.Sombart) Yahudi göçleriyle Güney’deki iktisadi krizler eş zamanlıdır… Werner Sombart’ın çalışmasında Yahudilerin göç ettiği şehirlerde ani zenginleşmeler olduğuna dair tarihi belge ve veriler mevcuttur. Örneğin Almanya’da Yahudilerin kovulduğu Nurnberg, Ulm ve Köln çöküş yaşarken sürgüne gittikleri Hamburg ve Frankfurt zenginleşmiştir. Fransa’da Yahudi sürgünlerin bir diğer sığınağı Bordeaux, Marseilles ve Rouen yine bir anda zenginleşen şehirlerdir. Hollanda’ya gelince Yahudiler Amsterdam’ı o dönemde kendi ‘yeni Kudüsleri’ olarak tanımlıyorlardı. Durum İngiltere’de de aynıydı. Ülkede kapitalizmin büyümesi Yahudi göçü ile koşut hızlanmıştı. İngiltere’de Cromwell Fransa’da Colbert âdeta Yahudilerin hamisi olmuşlardı.
Sombart bu belge ve verileri kaydetmekle birlikte, Yahudilerin göçünün gidilen ülkenin ekonomisini zenginleştirmede tek belirleyici etken olmadığını bilhassa belirtmektedir. Ancak bizce göz ardı edilemeyecek kadar somut veri, olay ve belgelerin yabana atılmaması gerektiği de çok açıktır. Kapitalizmin maddi alt yapısı ya da üretici güçlerin gelişimi kadar onun faillerinin nasıl ve kimlerden oluştuğu da konuşulması gereken eksik bir meseledir.
Sombart’ın not düştükleri hiç te küçümsenmemesi gereken olgulardır. Kısa özet verelim…
-Yahudiler Hollanda Doğu Hindistan Şirketinde büyük hisse sahibidiydiler.
-Yahudiler Güney Afrika sömürgelerinde öncü konumdaydılar.(Balina, devekuşu, tiftik ve elmas ticareti)
-Denizcilik sanatını mükemmelleştirerek okyanus ötesi yolculukları olanaklı kılan Yahudi alimlerinin bilgisiydi. Hatta Kolomb’un yolculuğuna yol açan bilimsel olgular da Yahudiler tarafından sağlanmıştı.
-Yeni Dünya’ya Kuzey ve Güney Amerika’ya kaçmak zorunda kalan ilk tüccarlar da Yahudilerdi. Plantasyonlar ve şeker fabrikaları kurdular. 17. Yüzyıla kadar bütün şeker plantasyonları Yahudilere aitti. O kadar hızlı gelişme gösterdiler ki Brezilya’dan kovuldular!
-Kuzey Amerika’da asfalt, demiryolu, buğday ve nihayetinde banka tröstlerinde Yahudiler başı çekiyordu. Dönemin ABD başkanları Yahudi kavimden övgüyle söz ediyorlardı.
– Ve Sombart cesurca şunu bile ifade edebiliyordu: “ Yüz yıl sonraki Birleşik Devletleri sadece Slavlar, Afroamerikalılar ve Yahudilerin yaşadığı bir ülke olarak hayal edebiliriz!”
13.Batı’nın Yükselişini Mümkün Kılan Doğu’dur!
Bölgemizde hiç bitmeyen savaşların nedeni nedir? Veciz bir ifadeyle bunun nedeni “Güneş Doğu’dan Doğacak!” argümanının Batı’nın bilinçaltında yarattığı korku olabilir mi? Ortadoğu ve Batı Asya’da emperyalist kapitalizmi endişelendiren böylesi devrimci bir potansiyel var mı acaba? Bunun nedeni belki Batı Asya’nın dünyanın enerji merkezi olmasındandı. Ama gördük ki bu da gerçeği tam yansıtmıyor. Sonra yazı, dil, tarım, astronomi, matematik gibi sayısız “ilk” in ortaya çıktığı uygarlık dehlizleriyle dünyanın felsefi-bilimsel hafızası bu coğrafyadır dedik; bitmeyen “sonsuz” savaşları buna bağladık. Başkasının kökleriyle yükselen Batı, kendi ağacını o kadar kurutmuştu ki, o “başkasının” köklerine yeniden gözünü dikmiş olmalıydı. Farklı bir gerekçe daha var: bu toprakları değerli kılan insanlığın biyolojik-sosyolojik olarak kanıtlanmış kök hücrelerinin ilk bu coğrafyada doğmuş olması mıydı acaba? Devamla emperyalizm açısından güç gösterisiyle tüm dünya uluslarını korku cenderesine almanın en uygun coğrafyası burası olmalıydı dedik, çünkü direnişlerin en soyluları hep bu topraklarda verilmişti. Batı Asya’yı, onun merkezi Ortadoğu’yu fetheden tüm bir dünyayı fethedebilirdi. Onu tüm zamanlar Batı’nın kararlı bir hedefi haline getiren belki de buydu! Günümüze geldiğimizde görüyoruz ki çözümlememiz hala çok yetersiz. Savaşların bu denli namert bir hal alması için bu kadim topraklarda yaşayan halklar nasıl büyük bir günah işlemişlerdi acaba? Sorumuzun cevabını kapitalizmin kökenlerini tartıştığımız bu makalenin içinde yer yer vermeye çalışıyoruz.
Burada baştan beri anlatmaya çalıştığımız, modern Batı’nın yükselişinde Doğu’nun henüz çok aydınlatılmamış hikâyesidir. Bu konuda onca külliyata rağmen yeterince köklere inilemediğini söylemek zorundayız. Elbette bu bir mücadele konusudur, tarih ve coğrafya üzerine akademik çalışmalarla çözülecek bir mesele değildir. Bu hikâye aynı zamanda doğrudan kapitalizmin kökenlerine ilişkin bir tartışmadır. Doğu’nun karanlıkta bırakılmasının cevabı asıl buradadır; hem ideolojik karartma hem de kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişmesinin anlaşılamamasıdır.
Avrupa merkezci anlayış neredeyse 18.yüzyıla kadar ticarette, askeri teknolojide, denizcilikte ve şehirleşmede önde giden Doğu’nun bu konumunu karartarak, kapitalizmin ilk İngiltere’de ortaya çıkışında Mezopotamya, Çin, Mısır, Doğu Akdeniz ve Afrika’nın jeopolitik rolünü geriye itmiştir. Önde giden Doğu’nun geriden gelen Batı tarafından, o güne kadar yaratılan birçok değeri kendine mal ederek nasıl yükseldiği, neleri Doğu’ya borçlu olduğu belki de üzerinde en az tartışılmış tarihsel konuların başında gelir.
Tarih tek bir gruba aitmiş gibi yazılamaz. Bugün birinin bir başka gün diğerinin katkıları söz konusudur. Tüm bir uygarlık Avrupalılara atfedilirse ki böyle olmuştur, bu ideolojik bir şiddettir. Çoğumuz Batı’nın tarihsel soy ağacı temelinde yetiştirildik. Kendi yerel ve komşu halklar tarihimizden kuru bilgiler dışında çok şey öğrenemedik. Antik Yunan, Roma, Hıristiyan Avrupa, Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve nihayetinde Sanayi devrimi; Dünya tarihine egemen olan akış bu şekildeydi. Oysa artık biliyoruz ki Yunan medeniyetinin kökeninde antik Mısır vardır. Ve yine biliyoruz ki 1800’lü yıllara kadar dünyanın hâkim gücü Asya’dır. Diğer bir deyişle Batı’nın yükselişini mümkün kılan Doğu idi. Onun zihinsel tasarımları, uygarlık dehlizleri, pusulasız uzak mesafe denizciliği, tarım ve sulama tekniği, gök bilimciliği, matematik ve astronomisiydi. Batı kendi gelişiminde Doğu’nun yardımı olmaksızın özerk olarak öncü değildi. Doğu’nun MS.500’den sonra yarattığı küresel ticaret ile iletişim ve ulaşım ağı olmasaydı ve 1492’den yani keşiflerden sonra Asya ve Afrika’nın altın, gümüş ve elmas yatakları, tarımsal sanayi ürünleri, köle iş gücü ve ticaret yolları Batı tarafından ele geçirilmeye başlanmasaydı çok geriden gelen Avrupa, Doğu’ya yetişip onu geçemezdi.
Avrupa merkezci emperyalist-oryantalist bakış, politik olarak hatalı olduğu için değil, gerçekten olup bitenlerle örtüşmediği için bir sorun teşkil etmektedir.
Kapitalizmin sanayi evresine geçişi Avrupa içselciliği ile açıklanamaz. Çitleme elbette son tahlilde belirleyici iktisadi etkendir ancak siyasal olarak köle ticareti, plantasyonlar ve üretilen şeker görmezden gelinemez. İngiltere’de tekstil sanayine geçişi sağlayan çır çır makinalarının üretimi köle emeği ve plantasyonlardan elde edilen sermaye birikimiyle sağlanmıştır. Sömürge koloniler, köle gücü, hammadde ve pazar demekti. Bunların bileşimi ile oluşan şeker, pamuk ve diğer tarımsal sanayi ürünleri piyasasında İngiltere fiyatı tek başına belirleyen tekelci bir güç olmuştu.
14.Kapitalizm ve Ulus/devlet
Ulus/devlet olmaksızın modern kapitalizm düşünülemezdi.
Kapitalizmin doğuşu ulus/devletin yükselişine sıkı sıkı bağlıydı. Kapitalizmin daha sonraki yayılmasını da işte bu yakın ilişki şekillendirmiştir.
Kapitalizm, her ne kadar ciddi birer iktisadi-siyasi gelişim olarak görülseler de ne teknolojik ilerleme, ne kentleşme ve ne de ticaretin yayılması gibi belli süreçlerin doğal sonucu değildir.
Ulus/devletin ilk Asya’da değil de Avrupa’da çıkmasının nedeni olarak Avrupa’nın Asya’nın tersine merkezi imparatorluklar şeklinde değil, çok sayıda siyasi birim olarak âdem-i merkeziyetçi temelde örgütlenmesi de yeterince açıklayıcı değildir.
Kapitalizmin ilk Avrupa ’lı bir ulus/devletin fideliğinde ortaya çıktığını,-bu İngiltere’dir- söylemek elbette yanlış olmaz ama bunu diğer Avrupa toplumları için söylemek imkânsızdır. Çünkü kapitalizm önce bir ülkede ortaya çıktı. Bundan sonra aynı yolu takip ederek aynı şekilde ikinci kez ortaya çıkamazdı.
“Hareket yasalarının her yayılışı ondan sonraki gelişmenin koşullarını değiştirdiği için her yerel bağlam toplumsal gelişime kendi özel katkılarını sunar. İngiltere’de tek bir ulus/devletle başlayan kapitalizm, farklı ülkelerde ulusal örgütlenişini yeniden üreterek yayıldı.” (EMW)
Kapitalizmin Doğu’da geç gelişmesinin nedeni Avrupa emperyalizminin onun önünü kesmesi değildir. Ya da kapitalizmin Batı’da daha erken gelişmesinin nedeni de onun önünde ciddi engeller olmaması değildir. Her iki görüşte Avrupa merkezcidir.
Avrupa merkezcilik Doğu’da kapitalizmin, onca zenginliğine rağmen geç gelişmesini “tarihsel başarısızlık” (EMW) olarak gösterir. Bu elbette ırkçı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre çoğu Avrupa devleti de başta Fransa ve Hollanda İngiltere’nin gerisinden gelerek kapitalistleşmemiş midir?
15.Pazar ve Piyasa
Başta da belirttiğimiz gibi Pazar’ı, ticareti, kentleşmeyi kapitalizmin iktisadi kökeni olarak sunarak kapitalizmin tarihini nerdeyse neolitiğe kadar uzatmak doğru değildir.
Çoğu iktisatçı pazar ve piyasayı neredeyse eş anlamlı kullanmaktadır. Oysa pazar nerdeyse tarım devriminden beri satıcılarla alıcıların bir araya geldiği bir mekân iken, piyasa alıcı ve satıcının mübadele ilişkisini düzenleyen kurallar bütünüdür. Kapitalizmi anlatan pazar değil piyasadır.
İnsanlık uzun yüzyıllar pazarda ihtiyaçları doğrultusunda doğal ve eşit koşullarda alışveriş ve takas ilişkileri yürütürken son 400 yıldır bu durum piyasa dolayımlı yani rekabet ve kar odaklı hale gelmiştir. İnsanlık doğal pazar toplumundan rekabet ve kar odaklı piyasa toplumuna, diğer bir deyişle işgücünün kullanım değerinden değişim değerine geçmiştir. Bu aynı zamanda metalaşmanın başlangıcıdır. Buradaki kritik nokta bu sürecin kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak değil ekonomi dışı zor araçlarının eşliğinde gerçekleştirildiğidir. Kapitalizmi özünde insana yabancı bir güç yapan da budur. İşgücünün metalaşması, bunun zor ve baskı araçlarıyla gerçekleştirilmesidir.
Feodal beylerin bir yandan tekstil sektörüne yün sağlamak için koyun yetiştirmenin çok karlı bir işe dönüştüğü koşullarda serflerin arazilerine el koyması, (çitleme) diğer yandan yoksul köylülükten farklı olarak daha geniş tarım arazilerine sahip olan ve tarımda verimliliği artıran teknikler kullanan kiracı çiftçilerle girdikleri piyasa ilişkileri İngiltere’de kapitalizmin başlangıcıdır ve bunun sonucu da toplumsal mülkiyet ilişkilerinde bir dönüşüm ve kapitalist hareket yasalarının ortaya çıkışıdır.
İngiltere’de yaşanan “Çitleme” vahşetinin canlı tanığı olarak, Thomas More, Ütopya adlı klasik eserinde (1516) şöyle yazmıştı: “Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp Kiliseyi bırakıyorlar yalnız onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan, en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara, parklara, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi… Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor: kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini türlü yollarla tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak…”
İngiltere’de üretici köylülüğün ikili yapısı, bir yanda “yeoman” denilen zengin kiracı çiftçiler diğer yanda “husbandman” denilen yoksul-küçük köylülüğün soylular tarafından farklı ele alınması; ilkinin üretkenliğine güvendiği için getirdiği düzenli kira gelirinden yoksun kalmamak, ama diğerinin arazilerine zorla el koymak şeklinde tecelli ederken bunun dünyada daha önce hiç görülmemiş iktisadi sonuçları olmuştur. İngiliz köylüleri çitleme vesilesiyle “koyunlar insanları yiyor” deme noktasına gelmişlerdir. Tarım arazilerinin sanayiye hammadde üretir hale gelmesi, bunun yoksul köylülüğü toprağından ederek işçileştirmesini, zengin çiftçilerin tarım ürünlerinde verimliliği artıran yeni teknoloji ve ıslah yöntemlerini geliştirmesi ise soylular ve zengin kiracı çiftçilerin her ikisinin kendi durumlarını koruma kaygısını ön plana çıkarmıştır. Kapitalizmi ortaya çıkaran işte bu zorunlulukların içinde gizlidir. İstemeden de olsa kapitalizm için gereken dinamiği harekete geçiren bu döngüdür. Bu o kadar öyledir ki, üreticiler hiç farkında olmadan piyasanın aktörleri olarak piyasanın zorunluklarına tabi olmuşlardır. Çitleme ve toprak rantından Artı Değer’e, yani kapitalizmi kapitalizm yapan iktisadi-siyasi gizil yasaya bu şekilde ulaşılmıştır. Görüleceği üzere kapitalizm tarihi hiç te doğal olmamıştır. Bu ilerlemecilikle malul evrimci-idealist bir görüştür ve bu görüşe sahip olanlar kapitalizmin aşılmasını değil, sadece iyileştirilmesini tasavvur edebilirler.
Özetin özeti, piyasa toplumsal ilişkilere gömülü bir ekonomi yerine, toplumsal ilişkilerin ekonomi içine gömüldüğü bir toplumda var olabilir. İşte İngiltere’de dünyada başka hiçbir yerde daha önce görülmemiş şekilde büyük toprak sahibi, zengin kiracı çiftçi ve yoksul köylülük arasında gerçekleşen olaylar toplumsal mülkiyet ilişkilerini değiştirerek kapitalizmin niyetlerden bağımsız zorunlu olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır.
16.Barbarlar ve Müslümanlar Ticareti Baskılamamış, Özgürleştirmiştir!
Baştan söyleyelim, İslam, bırakın ticareti engellemeyi ezelden beridir tüccar kentlere ev sahipliği yapmıştır…
Avrupa merkezci anlatı, kapitalizmin aslında “doğal bir şekilde” evrimleştiğini ancak barbarların (Moğollar) Roma’yı ve Müslümanların (Osmanlı İmparatorluğu) Akdeniz’i istila ederek bunu sekteye uğrattığını iddia eder. Bu ideolojik bir çarpıtmadır. Aslında gelişim yaratıcı yıkıcılıktır. Moğol istilası ve Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyeti fetihlerle aynı zamanda mübadelenin, pazarın ve ticari toplumun özgürleşmesini ve küreselleşmesini de sağlamıştır. Doğu’nun Batı’ya katkısı Avrupa merkezci tarihçilerce görmezden gelinerek bilinçli olarak tarihsel bir “fren etkisi” gibi gösterilmiştir.
Afro-Avrasya medeniyet hattı 15.yüzyıla kadar liderliğini sürdürdü. Sonra bunu Çin devraldı,18.yüzyıla kadar bir dünya gücüydü. M.S 1000 civarlarında bir dünya sisteminin oluştuğu söylenebilir. Çin’de Tay oı23çhanedanı, Orta Asya ve Ortadoğu’da Emevi ve Abbasiler, Kuzey Afrika’da Fatımiler oldukça yaygın küresel bir ticaret ağını ortaya çıkarmışlardı. Küreselleşmenin doğuşu Müslüman Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya çok şey borçludur. O kadar ki Avrupa’nın Orta Çağ’dan çıkmasını sağlayan da bu küreselleşmedir.
Kapitalizmin kökeni ve gelişiminde Marx’ın Kapital’in 1.cildindeki “ilkel birikim” çözümlemesi yani sermayeyi servet ya da karın ötesinde bir toplumsal mülkiyet ilişkisi olarak kanıtlaması, klasik modelden asıl kopuşu getirmiştir. Servet birikimi, ticaret, kar, pazar bunlar piyasa olmadan toplumsal mülkiyet ilişkilerine dönüşemezdi. Kapitalizmi doğuran özgül koşul toplumsal mülkiyet ilişkilerinde bir dönüşümdür. Marx’ın anlatısında bu dönüşüm İngiltere kırsalında üreticilerin mülklerinin gasp edilmesi ile başlamıştır. İngiltere’de “çitleme” ile ortaya çıkan bu mülkiyet değişikliği o güne kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş yeni hareket yasalarını oluşturmuştur.
Marx ’tan sonra onun ilkel birikim üzerine attığı temeller etrafında geçiş tartışmaları devam etti. Paul Swezzy ve M.Dobb’un ’60’lı yıllardaki çalışmaları ile peşi sıra İ.Wallerstein ve F. Braudel’in çalışmaları geldi. Bu son kuşak klasik modeli (“Ticaretin doğrusal yayılması”) çürüttü. Feodalizmden kapitalizme geçişteki ilk itki, feodal beylerle köylüler arasındaki ilişkilerdi. Ticaret, kentleşme, para, pazar, bunlar feodalizme karşıt değildi, feodal dönemde de vardı. Kapitalist mülkiyet için ayırıcı birer özellik taşımıyorlardı. Kapitalist birikimin “feodalizmin çatlaklarında” oluşan bir meta ekonomisi iddiası da klasik ticarileşme modelinin ötesine taşmıyordu.
Siyasal sistem feodal kalırken toplumsal ilişkiler giderek burjuvalaşıyordu. Siyasal üst yapı mutlakiyetleşirken ekonomi özerkleşiyordu. Bu Batı’da farklı Doğu’da daha farklı gelişti. Köylü batıda beylere kira, devlete vergi verirken Doğu’da sadece devlete, devletin atadığı beyler üzerinden vergi veriyordu. Kira ve vergi arasındaki farkı üretim biçimlerinin özünü de değiştiren bir değişiklik olarak yorumlamak geçmişte yapılan en ciddi hatalardan biriydi. “Doğu despotizmi” kavramının bu yanlış ayrıştırmadan çıktığını biliyoruz.
17.Marksizm ve Doğu Meselesi
Kimi sol çevrelerin Marx’ın Doğu’ya ilişkin yaklaşımını “kızıla boyanmış oryantalizm” şeklinde değerlendirmesi ne kadar doğrudur? Bir abartı mıdır? Marx, Mağrip Gözlemleri makalesinde her ne kadar Müslüman toplumlar için “boyun eğmek bilmezler; bunlar ne uyrukturlar ne de yönetici. Politikanın dışında yetke tanımazlar “ demiş olsa da belirli yazı ve tutumlarında Batı dışı uygarlıklar hakkında izini sürdüğü veya güvendiği kimi kaynak ve yazarların önyargılı ya da yanlış gözlemlerinin etkisi altında kalabilmiştir.
Marx, komünizmin zaferi için kapitalizmin tüm dünyada eşitsiz de olsa son raddeye kadar gelişiminin önündeki feodal, yarı feodal tüm engellerin kaldırılmasını isterken, bunun özellikle sömürge ve yarı sömürge halklarda yaratacağı olumsuz etkilere istemeyerek de olsa gözünü kapamış olmuyor muydu? Doğu halklarının “kendi içinde bir varlık” olduğunu ancak bunun değişmesi gerektiğini, Batıda olduğu gibi, “kendisi için bir varlık” olunması gerektiğini düşünüyordu. Kapitalizmin göz kamaştırıcı teknolojik ilerlemelerini coşkuyla karşılamasının nedeni üretimin toplumsallaştıkça üretim araçlarının yeni sahiplerinin işçi sınıfı olacağına dair sarsılmaz inancıydı.
Karl Marx Komünist Manifesto ‘da şöyle der:
“Batı burjuvazisi en barbar ulusları bile medeniyete çeker. Tüm ulusları batılı burjuva üretim biçimine uymaları, medeniyet dedikleri şeyle tanışmaları, kendileri gibi (Batılı) olmaları için zorlar. O (batı burjuvazisi) tek kelimeyle kendi görüntüsünden bir dünya yaratır”
Grundrise, Doğu toplumlarına dair ilk sistemli çözümlemeyi içermesi bakımından Marx’ın düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır. Marx ATÜT ( Asta Tipi Üretim Tarzı) kavramını ilk kez Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ’nın önsözünde kullanır. Marx burada “Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri” adlı bölümde Antik/klasik-Cermen, Feodal ve Doğulu/Asyatik üretim biçimlerini incelemekte ve Asya toplumlarının durağanlığına ve değişmezliğine vurgu yapmaktadır. Kaynaklar ve dönemin Doğu bilgisi ile ilintili olarak Marx’ın temel tezlerinin ampirik geçerliliğinin olmadığı sıkça dile getirilmektedir; .
Bu anlamda Marx’ın Doğu-Batı anlayışında “oryantal despotizm” elbette hissedilir derecededir. Ancak bunu kimi tersinden oryantalizm yapan Doğucuların iddia ettiği gibi “Marksizm’in doğum lekesi” olarak göstermek saçmalığın ötesinde çok bilinçli bir Marksizm düşmanlığıdır.
Marx’ın öncelikle “barbar uluslar” kavramına yüklediği anlamla birlikte yanılgılı bir ön kabulü vardır. Bu konuda Hegel ile benzer çizgide buluşmaktadır. Hegel ’in Afrika için söyledikleri bilinmektedir: “akla karşı içgüdünün, tarihe karşı tarihsizliğin vatanıdır”. Afrika Hegel’e göre “bilincin aydınlığına karşı karanlığın yüreğidir.”
Öte yandan Avrupalı beyaz yerleşimci sömürgeciliğin Afrika’da “kendi görüntüsünde bir dünya” yaratmadığını söylemeliyiz. Marx her ne kadar batı kapitalizminin yükselmesinde siyahi halkların beden ve emek sömürüsünün büyük etkisi olduğunu söylese de yoğunlaştığı asıl büyük Avrupa coğrafyası olduğu için bunun devamını getirmemiştir. Avrupalı sömürgeciler Afrika’da sadece beyaz azınlık için bir sermaye birikimi, sadece Avrupa pazarı için hammadde ihracı ve sadece beyazlar için kolektif çiftlikler yarattılar. Afrika’da kapitalizm yerli halkları geliştirmedi, öğütebildiği kadar öğüttü. Afrika’da kapitalizmin ‘olumsallığı’, yani sömürürken bir yandan işçi ya da köylüde modern üst yapı ilişkilerini de kaçınılmaz olarak geliştireceği öngörüsü ki kapitalizmin nesnel olarak ilerici olduğunun göstergesi olarak yerleşmiş Marksizm kaynaklı bir görüştür bu, kesinlikle gerçekleşmemiştir. Avrupa kapitalizmi Afrika ve Asya’ya kendi “doğal yasalarıyla” değil, süngü, zincir, kırbaç, top ve tüfek ile kısaca ekonomi dışı zor ve sömürgeci ordular ile gitmiştir. Bulaşıcı hastalıklar da cabası. Kapitalizmin kendi “doğal” gelişimi içinde bürokrasi ve orduyu giderek “gereksizleştireceğine” ve onları “sermayenin basit uzantıları” haline dönüştüreceğine dair Marksist görüş, başta Afrika ve Güney Amerika olmak üzere bir çok ampirik olay ve olgu ile yanlışlanmıştır. Öte yandan Marx hiçbir zaman batı Avrupa kapitalizminin kuruluşuna dair tarihi taslağını dünyanın tüm satıhlarını kapsayan genel bir gelişim süreci teorisine dönüştürmemiştir. Bizzat Kapital’de ilksel birikime ilişkin “bu hareketin tarihsel kaçınılmazlığı belirli bir şekilde Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlanmıştır” der. Farklı ulusların, içinde bulunduğu tarihsel şartlardan bağımsız olarak doğal bir gelişim süreciyle kapitalist formasyona ulaşacağına dair hiçbir sözü yoktur Marx’ın.
Kimi çevrelerin Marx’ın Doğu’ya ilişkin görüşlerinin, başta da belirttiğimiz üzere kendinden önceki Avrupalı düşünürleri izlemekten ibaret ya da mektuplaştığı arkadaşlarından kaynaklandığını ileri sürmeleri yabana atılmamalıdır.
Marx Kapital’de Doğu’da “Asya Tipi Üretim Biçimi” ne yaklaşan görüşler öne sürerek halkların baskıcı merkezi devletlerin boyunduruğu altında oldukları için durağan ve özgürlük istençlerinin zayıf olduğunu ileri sürüyordu.
“Asya’da üreticilerin kendisi tepelerinde toprak sahibi gibi duran bir devlete doğrudan bağımlıydılar. Buna göre topraklar üzerinde özel mülkiyet hakkı yoktu” (Kapital Cilt 3)
Birçok batıcı sol çevre Marx’a dayanarak böylece “Asya’da toplumların değişmezliğinin sırrı” nı keşfetmiş bulunuyordu! Oysa Marx’ın Asya’ya ilişkin “baskıcı devlet” ile “sıkıcı kırsal üretim” arasında kurduğu bu erkenci denklem kendi dönemi de dâhil sonraki iktisat tarihi araştırmaları tarafından hiçbir şekilde doğrulanmış değildi. Örneğin Hikmet Kıvılcımlının tespit ettiği gibi tarımda Osmanlı’da Fransa’dakine benzer bir özel mülkiyet vardı. Batı’da Alman köylü savaşları olduysa Doğu’da, mesela Anadolu’da Alevi halk ayaklanmaları, Çin’de Boxer ayaklanması ve Taiping isyanları ve Afrika’da Ashanti/Gana ayaklanması, Tanzanya’da Maji Maji isyanı gibi sayısız yerli isyanları olmuştu. Moğol istilacılığının ticareti nasıl serbestleştirdiğini ve tüccarları nasıl desteklediğini de ileriki sayfalarda göreceğiz. Kaldı ki mesele ticari yaşam ise, başta da söylediğimiz gibi bırakınız durağan kırsal ekonomiyi İslam devletleri ezelden beridir tüccar kentlere ev sahipliği yapmamış mıdır?
Marx’ın Doğu toplumları hakkındaki tezlerinin kaynakları Aydınlanma düşünürleri ve özellikle İngiliz ekonomi politikçiler, başta Hegel olmak üzere Alman düşünürleridir.
“Sosyolojik düşüncede birbirine karşıt olarak konumlandırılan Marx ve yukarıda sayılan kesimler modern toplumun geleceğine dair görüşlerinde ne kadar farklılaşmışlarsa Doğu toplumlarına dair incelemelerinde birbirlerine o kadar yaklaşmışlardır.” (EMW)
Yukarıdakilere ek olarak Marx Hindistan’a dair görüşlerini de ( İngiliz egemenliğini dolaylı olarak onayladığı) bu kesimlerin gözlemleri doğrultusunda oluşturmuştur. İşin ilginç yanı Marx Rusya’daki özgün komünal köyler (Obşina) için ise kapitalizmi yaşamadan sosyalizmin zemini olabilirler demiştir!
“The History of British India (1817) adlı eserinde James Mill, Hinduların medeniyetin daha ilk basamaklarında olduklarını ve dolayısıyla medenileşmelerinin Batılılar tarafından idare edilmeleri gerektiğini savunmaktaydı. Bu düşünceler Kapital’de aynı şekilde Marx tarafından dile getirilmiştir. Marx da benzer şekilde Hindistan’da modern üretimin ortaya çıkmasını sağlayan sermaye akışına destek vermektedir. Zira Asya’nın ‘durağan iktisadi döngüsünü ’kırmanın başka yolu yoktur”.(EMW)
Ekonomi politikçiler arasında Marx’ın Doğu toplumları konusunda en çok önem verdiği bir diğer kaynağı Richard Jones ’tur.
Jones, Adam Smith’ten alıp geliştirdiği “Asyatik despotizmle” yönetilen Doğu toplumlarında üretkenlik olmadığını ileri sürmüştür. Ona göre vergiler doğrudan ürün üzerinden alındığı ve toplumsal iş bölümü gelişmediği için emeğin üretkenliği Doğu’da düşüktü. Jones, eğer aynı toprakları Avrupalı çiftçiler ekseler verimin katlanacağını dile getirmektedir. Bunun kaynağını despotizmle yönetilen toplumda emeğin düşen verimiyle açıklamaktadır. Marx da Kapital’in 3. Cildinde aynı bakış açısıyla benzer çözümlemeler yapmaktadır.
“Marx, Doğu’da fetih hakkı olarak toprağın egemene ait olması fikrini de Jones ’tan almıştır. Doğu toplumlarının sürekli fatihler tarafından yönetildiği fikrine dayanarak Doğu’da bir tür ‘fetih hakkının’ varlığından bahseden Jones, aslında bu teoriyi İngilizlerin egemenliğini meşrulaştırmak ve kendi savunduğu toprak sisteminin yerleştirilmesini sağlamak için ortaya atmaktadır. Marx ondan fetih hakkı ve fatihlerin yönetimi teorisini aynen almış ve kendi İngiliz sömürgeciliği anlayışının temeline koymuştur.”(EMW)
Marx, Hegel diyalektiğini kullandığı için aynen onun yaptığı gibi Doğu toplumlarını Batı toplumlarının anlaşılması ve bir tarihsel bağlama yerleştirilmesi için bir ayna olarak kullanmıştır. Temel olarak bir nesnenin tarifinin ancak o nesnenin zıddının tarifi ile mümkün olabileceği varsayımından hareketle Marx da Hegel gibi Batı toplumlarına atfedeceği özelliklerin zıddını Doğu toplumlarında aramaktadır. Böylece Batı toplumlarının genel tarihsel bağlamda ilerlemeci ve dinamik toplumlar olarak resmedilmesi ve Batılı kapitalist sistemin evrenselleştirilmesi söz konusu olabilmektedir. Oysa sonraki araştırmalarda Doğu uygarlıklarının “kendilerini başkalarına bağlı olmaksızın inşa edebilme yetenek ve kabiliyetlere sahip oldukları” anlaşılacaktır.
Marx’ta yer yer ekonomik determinizmin izleri olsa da hiç kimse bu izlerin yine başta da belirttiğimiz gibi “Avrupa merkezci bir doğum lekesi” olduğunu iddia edemez. Bu eleştiriler “Marksizm’in sırtından atılamayan yük: sosyal emperyalizm” şeklinde teorize edilmeye çalışılmaktadır. Kuşkusuz bu karşı devrimci bir ideolojik saldırıdır. Geçmiş meselelere bugünden bakmanın avantajını kötüye kullanmak çok bilinçli, tehlikeli, düşmanca bir eylemdir.
18.Pax Mongolica 13.Yüzyıl:
Avrasya’yı Avrupa’ya Bağlayan İstila
“Dünyanın Hastalık Yoluyla Birleşmesi”
JOHANN ELİAS RİDİNGER “Ölüm Dansı” tablosu
18.YÜZYIL ORTASI. 14. yüzyıl Avrupa’sında toplamda 16 milyon insanın ölümüne sebep olan veba salgını, insanların umutlarını yerle bir etmişti adeta. Kiliseye sarılan insanlar orada aradıklarını bulamayınca, etkilenen psikolojilerinin sonucu ölüm dansı ortaya çıktı.
Uzun 13.yüzyıl boyunca Avrasya topraklarının büyük bir kısmını birleştirerek iki uçta yer alan Avrupa ve Çin’in bin yıldır ilk defa birbiriyle doğrudan temas kurmasını sağlayan yayılmacı Moğol istilalarıdır.
Sömürgecilik döneminde göçebelere ilişkin hâkim imge, hiçbir hukuki nosyona sahip olmayan “vahşi ve özgür topluluklar” şeklinde betimlenmiştir. Baskın tarih yazımı göçebe imparatorluklarını mütemadiyen gelişimin önündeki engeller olarak görmüştür.
Oysa bizim iddiamız Moğol İmparatorluğu’nun genişlemesinin kapitalist modernitenin oluşumuna bizzat katkıda bulunan eşitsiz ve bileşik gelişmenin bir vektörü olduğudur.
“Dünyanın hastalık yoluyla birleştirilmesi” tarihsel sosyoloji literatürüne yeni girmiş bir unsurdur. Yıkıcı, ama aynı oranda yaratıcı sonuçları olduğunu Moğol istilası ve Kara Veba örneğinde çok açık olarak görebiliyoruz.
Geç Ortaçağ’da Avrupa bugün sahip olduğu küresel hâkimiyetin çok uzağındaydı. 13.yüzyıl Avrupası Doğu-Batı arasında oluşan “dünya sisteminin” en az gelişmiş bölgesine denk düşüyordu. Bilimsel, teknik ve askeri teknolojiler, gelişkin ticari toplum ve kent medeniyetleri önce daha gelişmiş Asya toplumlarında ortaya çıkmış ancak ondan sonra daha “geri kalmış” Avrupa toplumlarına geçebilmişti. Bu tür “geç gelişen” toplumlar işe sıfırdan başlamak zorunda değildir. Kendilerinden daha önce gelişmiş olanların öncülük yaptığı daha gelişkin teknolojileri ve örgütsel biçimleri edinebilir ve işleyebilirler. Bu anlamda “tarihsel geri kalmışlığı” bir tür ayrıcalık olarak görmek mümkündür.
Moğolların kervan güzergâhları boyunca Batı’ya yönelimi göçebe üretim biçiminden kaynağını almıştır. Bu üç temel üzerinde yükselir. İlki sürülerin sürekli otlayacağı yeni topraklara ihtiyacının olması, ikincisi tahıl ve eşya bulmak için yerleşik toplulukların yağmalanması, sonuncusu ise yine yerleşik topluluklarla bilgi alışverişi ve ticaret ihtiyacı.
Moğol akınları ağırlıklı olarak Avrupa’nın doğusunda kendini gösterirken, bu durum Batı Avrupa’yı ister istemez daha ayrı bir sosyo-ekonomik bir bölge haline getirdi. Üretici güçler ve devlet sistemleri Doğu’ya nazaran daha özgür gelişti. Göçebe istilaları kendi kıtasında Çin’in gelişimini de kesintiye uğratmıştır. Çin’in bu saldırılar karşısında en büyük kaybı, merkezi güçlü tutmak için Hint okyanusundaki deniz gücünü geri çekmesi olmuştur. İleride, 16.yüzyılda bu boşluğu Portekizliler ve Hollandalılar hiç savaşmadan dolduracaktır. Göçebe tehdidi o kadar ciddi boyutlarda olmasaydı Çin büyük deniz gücü ile belki de Yeni Dünya’yı ilk ‘keşfeden’ devlet bile olabilirdi. Bu açıdan Çin’in okyanuslardan çekilmesi Avrupa’nın kazancı olmuştur. Moğolların Avrupa’ya istemsiz katkısıdır bu! Çin’in büyük büyüme oranları ve çok güçlü askeri filoları ile deniz ticaretine rağmen kapitalizme geçişi neden başaramadığını Moğol faktörünü göz ardı ederek çözümleyemeyiz.
Tüccarları 13.ve 14.yüzyıllarda gerçek bir “Dünya Pazarı’nın ortaya çıkışında anahtar konumuna yükselten de Moğollardır. Moğollar “serbest ticaretin” doğal destekçileriydiler. Çünkü el koyabilecekleri zenginliği artırdığından topraklarında malların ve aracıların serbest bir şekilde dolaşmasından maddi kazanç sağlıyorlardı. Marco Polo ve benzeri Avrupalı seyyahlar en çok sevip destekledikleri kesimlerdi. Yeniliklerin ve lüks malların taşıyıcısıydılar çünkü.
“O halde Pax Mongolica Doğu’yu Batı’ya bağlayan kara ticareti açısından önemli bir nimetti. Ticaretin, alış verişin, teknolojilerin ve fikirlerin İpek Yolu boyunca daha önce hiç olmadığı şekilde dolaştığı kıta aşırı bir ticaret sistemi yarattı. Bu bazı araştırmacıların ‘küreselleşmenin’ kökenlerini, Avrasya kıtasının Moğollar tarafından birleştirilmesine kadar götürmelerine neden oldu. Çiçeği burnunda bir dünya ekonomisinin ortaya çıkmasına katkıda bulundular” (Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri”/Anievas/Nişancıoğlu)
Bu aşamada tekrar Kara Ölüm Vebanın Avrupa feodalizminde yarattığı krizden bahsetmek gerekir. Birçok tarihçi bu “pandemik şok ’un kıtanın kapitalizme doğru gidişinde belirleyici olduğu konusunda hem fikirdir. Dönemin eskatolojik ruh halini ünlü ressam Albert Dürer ’in “Mahşerin Dört Atlısı” isimli tablosu tasvir etmiştir. Veba, Savaş, Açlık ve Ölüm.
Mahşerin Dört Atlısı /Albert Dürer |
Kara Ölüm Avrupa’da demografik bir çöküşle birlikte “emek kıtlığı” yaratmıştır. Bu durum beraberinde ücretlerin yükselmesi ve toprak kiralarının düşmesini getirmiştir. Bunların birleşik etkisi feodal üretim biçimi açısından yıkıcı olmuştur. Serfliğin çözülüş süreci hızlanmış senyörlerin gücü azalmıştır. Elbette soylular ve rahipler bu durum karşısında sistemi geri kazanmak için fiziki baskılarını yoğunlaştırmış ancak köylüler buna her yerde, Katolanya, Floransa, Fransa ve İngiltere’de 15.yüzyıla kadar devam eden isyan ve ayaklanmalarla cevap vermiştir. Sonuç olarak diyebiliriz ki Kara Ölüm,14.yüzyılın tarımsal bunalımını feodalizmin nihai krizine dönüştürerek, derin toplumsal alt oluşların ve iktisadi değişimlerin damgasını vuracağı yeni bir çağ açmıştır!
19.Doğu, “Erken İlerlemecidir”!
Ç İ N
İpek yolu |
Avrupa’daki bilimsel gelişmelerin çoğu Çin’den alınmadır. Dolayısıyla buna göre, Avrupa’nın tedrici ilerlemesinden değil, Asya’nın ilerleyememesi yüzünden Batı’nın 19. yüzyıldaki ani sıçrayışından bahsetmek gerekir.
Doğu erken ilerlemecidir. Dünyayı Batı’dan önce keşfedip buna öncülük eden Doğu’dur.
1100 yılından itibaren dünyanın büyük gücü Çin olmuştur ve bu 1800’lü yıllara kadar sürmüştür. Çin’in 12.yüzyıldaki durumuna tüm Avrupa’da 19.yüzyıla gelindiğinde dahi tam olarak ulaşılamamıştı. Biliniyor dünyanın kaderinde çok ciddi değişimlere neden olan üç büyük buluş, matbaa, barut ve pusulayı Çinliler bulmuştur. Matbaa siyaseti, barut savaş teknolojisini ve pusula ise ticareti geliştiren araçlar olmuştur.
Sanayi dünyada ilk olarak İngiltere’de geliştiyse bunun nedeni Çin’de çok daha önce gündeme gelen yeniliklerin İngilizler tarafından aktarılmasının bir sonucudur. Benzetme yapılacak olursa yazılım teknolojisi Çin’ e ait olan alet ve araçları, büyük makinalara dönüştüren İngiltere olmuştur. Zihinsel emeği üretim teknolojisine dönüştürmek sanayi kapitalizmi ile gerçekleşecek bir şeydi. Pusulayı bulmak önemliydi, okyanus bilgisini edinmek ya da Muson rüzgârlarının yönünü keşfetmek de. Hatta metal mermi ve ilkel de olsa roketatarları imal etmek de zamanın müthiş buluşlarıydı. Ancak işte Batı bu ilk endüstriyel birikimi, deyim yerindeyse “kapitalizmin taslağını” Winchstr gibi daha teknolojik silahlara, Afrika ve Çin’in iç nehirlerine kadar ulaşan buharlı gemilere, tekstil makinaları ve demiryollarına kadar yükselttiğinde geriden gelenin tarihsel sıçraması ile yani kapitalizmle karşı karşıya kalıyordu tüm dünya!
Neolitikten sanayi kapitalizmine doğru ilk 4500 yıl Doğu’nun hâkimiyetindeyse, son 500 yıl Batı’nın egemenliği ile geçmiştir. Önde gidenin gerilemesi, geriden gelenin ileri sıçraması ile gerçekleşmiştir kapitalizmin tarihi. Bu gelişimin elbette geleneksel Marksist şema ile açıklanması mümkün değildir. “Suretler” le değil (önde gidenin arkadan gelene gösterdiği şekilde değil), uluslararası ticaret ve iş bölümünün değişen jeopolitik dengeleriyle ve eş kuruculukla açıklanması çok daha doğru bir yaklaşımdır.
Sosyoloji bir bilim olarak Batı’nın kendisini Doğu üzerinden tariflemesi olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda onun temel işlevi “modern toplum” biçiminin tanımlanmasıdır. Bunu tanımlarken daima Doğu toplumları karşılaştırmalı olarak referans alınmıştır. Oysa Doğu uygarlıkları ya da daha geniş bir çerçevede Batı-dışı uygarlıklar “kendilerini, başkalarına bağlı olmaksızın inşa edebilme yeteneklerine” sahiptir.(EMW) Bu anlamda Marksist suretler diyalektiği kapitalizmin gelişiminde yine kör bir labirenttir. Çıkışı olmayan bir yoldur. Doğu’nun labirentleri ise, Mısır, Mezopotamya, Doğu Akdeniz, Afrika ve Çin gibi büyük uygarlık dehlizleridir. Gerçekte Batı’nın burada kaybolmamasını sağlayan yine Doğu olmuştur. Kapitalist modernitenin aşılması bu anlamda sosyolojiyi tekeline almış olan Avrupa siyasetinin kendisiyle gerçek anlamda yüzleşmesini sağlamaktan geçecektir. İşte o zaman kendilerini başkaları ile karşılaştırmadan nasıl yeniden inşa edeceklerini de öğrenmiş olacaklardır. Artık ellerindeki sosyoloji tek taraflı olmaktan çıkmıştır. Doğu onu çoktandır kendi cephaneliğinde kullanmaktadır.
20.Pax Ottoman 16.Yüzyıl
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kapitalizmin Gelişimindeki Tarihsel Önemi
Osmanlı İmparatorluğı 16.yüzyıl
Kapitalizmin kökenlerine ilişkin tarih yazımında Osmanlılara çok az yer verilmiştir. Oysa Pax Ottoman’nın ortaya çıkışı Rusya’yı Karadeniz üzerinden Avrupa’ya, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’yı da Hint Okyanusuna bağlamasıyla Avrupa ve Asya arasındaki ticaretin ana gövdesini gerçekleştiriyordu.
Osmanlı imparatorluğu Avrupa’yı Avrupa şeklinde isimlendiren ve birleştiren bir güç olmanın ötesinde Hıristiyan ülkeler için gerçek bir tehditti.
16.yüzyıl tarihçilerin hemfikir olduğu üzere, Avrupa bir Venedik ya da Habsburg Avrupa’sı olduğu kadar bir Osmanlı Avrupa’sıydı. Osmanlıların 16.yüzyılın başına kadar Avrupa’da bir şekilde içine dâhil olmadığı hiçbir uluslararası hadise olmamıştır.
Osmanlı’nın dünya kapitalizmine en büyük itkisi Habsburglar’ın emperyal tehdidinin önüne geçmesi ve farkında olmadan onun en büyük rakibi olan Kuzeybatı Avrupa’nın, İngiltere ve Hollanda’nın ilkel sermaye birikimini dolaylı olarak güçlendirmesidir.
Uzun 16.yüzyılın iki temel sonucu oldu. İlki Osmanlı’nın Akdeniz hâkimiyeti, Atlantik ticaretinin ortaya çıkmasını sağladı. İkincisi ise Osmanlının Habsburglarla mücadelesi İngiltere’yi rahatlatarak “ilksel birikim ”in maddi temellerini kolaylaştırdı. İngiltere’nin Osmanlılar sayesinde kıtadaki savaş ve çatışmalara müdahil olmaması kapitalizmin bu ülkedeki “erken” gelişimi açısından temel olmasa da hiç küçümsenmemesi gereken bir etken olarak görülmelidir.
21.Atlantik Kapitalizmi
Kapitalizm Doğuştan Barbardı!
“Uygarlığın hiçbir belgesi yoktur ki aynı zamanda barbarlığın belgesi olmasın” Walter Benjamin 1940
Afrika ekonomisinin temeli, transatlantik köle ticaretiydi.
Batı Afrika ve Kanarya adalarında başlatılan bu ilk kölecilik, Akdeniz köle pazarını doğurdu. Aslında bu çok daha büyük bir trajedinin sadece başlangıcıydı. Akdeniz, Atlantik ticaretinin sadece bir ön yoklaması olarak kendi içinde çok basit bir ticari havuz olarak kaldı.
Batı Roma İmparatorluğunda, Vikingler döneminde, Haçlı seferlerinde ve İslam’ın yayılma dönemlerinde de köleciliği görüyoruz. Ancak bu kölelerin çok azı Afrikalıydı, daha çok Slavlardan oluşuyordu. (Slavi: Köle anlamına geliyordu)
15.yüzyılla birlikte deniz aşırı kölecilik kitleler halinde ekonomik-ticari bir unsur olarak gündeme geldi. Diğer kölecilikler ise marjinalleşti.
Kölelik, yenidünyada plantasyon ekonomisinin yükselişe geçmesiyle ortaya çıkan işgücü talebini karşılayan en büyük canlı emek endüstrisi oldu. 1600 ile 1850 yılları arasında kıtadan 11 milyon Afrikalı, köle olarak plantasyon kapitalizmine kurban edildi.( E. Gilbert& J.T.Reynolds “Dünya Tarihinde Afrika”/Küre Yay.)
Şeker ve Avrupa’nın şekere giderek artan düşkünlüğü Atlantik ticaretinin gelişiminde muharrik (kışkırtıcı) bir güçtü. Atlantik okyanusunu geçen milyonlarca köleyi tüketen işte bu Brezilya ve Karayiplerin şeker plantasyonlarıydı. Sanıldığı gibi köleciliğin yaygın olduğu yer ABD’nin güney eyaletleri değildi. Atlantik köle ticaretinin sadece yüzde 5’i ABD’de idi. (Age)
1200 yılı civarında Haçlı seferlerinde Selahaddin Eyyubi’ye yenilen Haçlı askerlerin bir kısmı anavatana dönmektense başta Malta ve Kıbrıs olmak üzere Doğu Akdeniz adalarına çekilip Müslümanlardan öğrendikleri şeker üretimine başlamışlardır. Böylece Levanten (doğu Akdeniz) kapitalizmi, plantasyon kapitalizminin özel bir biçimi,- feodalizmle kapitalizmim karışımı- olarak ilk kez Levant bölgesinde, özellikle Kıbrıs’ta doğmuş oldu. (Age)
Avrupa ekonomisi Kıbrıs adasında büyük bir değişikliği yaşıyordu. Ticaretin endüstrileştiği bir dönemin başlangıcıydı bu. Çünkü plantasyon yarı çiftlikse, aynı zamanda şekerin işlendiği bir yarı fabrikaydı. Sermaye sanayi ile birleşiyordu! Bu elbette kapitalizmin açılış sahnelerinden biriydi. İngiltere’de “çitleme” ile gelişen kapitalizmin plantasyon kapitalizmi ile yan yana büyümesini bu koşullarda pek rastlantı sayamayız.
Atlantik sistemi, köle ticareti ve plantasyon kapitalizmi Avrupa’da sanayi kapitalizminin gelişiminde çok ciddi bir rol oynamıştır. Eğer buradaki devasa sermaye birikimi olmasaydı İngiltere’de çitleme ile tekstil ve pamuk sanayine geçilmesi belki de çok daha sonraları gelişecekti. O yüzden kapitalizmin kökenleri incelenirken yok sayılmasa da gerekli önem verilmeyen köle ticareti ve emeği günümüzde artık başat bir etken olarak değerlendirilmelidir. Çok açık ki köle ticareti ve plantasyonlarla kazanılan büyük karların sanayi devriminin alt yapısını hazırladığı inkâr edilemez. Fabrika sahiplerinin köleliği kaldırması da sanayi kapitalizmi ile birlikte başlamıştır. Çünkü artık sermayedarların kölelere ve plantasyonlara ihtiyacı kalmamıştır. Atlantik köle ticareti 19.yüzyıl sonlarında son bulmuştur. Modern tarihin bu büyüklükteki tek zoraki işgücü göçüdür ve sonuçları benzersiz olmuştur
1492’de Yeni Dünya’nın ‘keşfedilmesi’ eşitsiz ve bileşik gelişmenin bir vektörünü daha doğurmuştur. Bu keşifler Kuzeybatı Avrupa’nın daha sonraki küresel üstünlüğünün temellerini atmıştır.
Irkçılık ve patriarkanın önünü açan da Yenidünya’nın fethidir. Fetih, Avrupa’nın Hıristiyan evrenselcilikten seküler evrenselciliğe geçişini de sağlamıştır.
“Aşamacılık –birbirini takip eden üretim biçimleri- gelişmenin düz, çizgisel bir zamansal süreklilik içinde, açık bir şekilde ayırt edilebilir aşamalara sahip olduğunu vurgulayarak ‘bilimsel’ ırkçılık nosyonlarının en önemli düşünsel temellerinden birini attı. Bu modele koşut olarak Batılıların Batılı olmayanlar karşısındaki üstünlüğünü kanıtlamak için bilimsel ve teknolojik ölçütlerin kullanılması 17.ve 18.yüzyılda norm haline geldi.”(xxx)
Böylece artık teknolojik gelişme düzeyinin belirli bir “ırk” ve/veya toplumun ahlaki değerini belirlediği düşünülüyordu. Kapitalist üretim biçiminin bu şekilde ırkçılığın da bir belirleyeni olması eşitsizliğin sistematik hale getirilmesinin temel dayanağını oluşturmuştur.
Modern ırkçılığın ebesi Atlantik kapitalizmidir. Kara Afrika ile Yenidünya’daki beyaz yerleşimci fetihlerle katledilen milyonlarca yerli nüfus, kapitalist sömürgeciliğin barbar karakterinin sonradan değil, doğuştan şekillendiğini gösteriyordu. Eski ve yenidünyadan barbarlığın en kanlı şekliyle elde edilen sermaye birikimi olmasaydı Avrupa’daki prekapitalist ilişkilerin modern kapitalizme sıçramasının hiç de kolay olmayacağı söylenmelidir.
22.Nemesis, Kinin Ve Winchstır: Avrupa’nın Endüstriyel Dönüşümü ve Afrika
NEMESİS 1839
KİNİN
WINCHESTER
Avrupa’nın gelişmesinde ve yayılmasında Afrika’nın oynadığı rolü anlamadan, Avrupa’yı anlamak da mümkün değildir.
Kulağa çok ilginç gelecek ama kapitalizm Afrika’ya açık denizlerle geldiyse, nehirlerle kurumsallaşmıştır!
Bu hikâye gayet önemli!
Batılı sömürgeciler 19.yüzyıla kadar Afrika’nın içlerine gerek sıtma ve sarıhumma gibi tropik hastalıklar, gerek yelkenli gemilerin bu sığ ya da engebeli nehirlerde yüzememesi ve gerekse de nehir boyu ticaretini ellerinde bulunduran güçlü kabilelerin direnişi yüzünden girememişlerdi. Ancak demir gövdeli, su sızdırmaz ve bölmeli buharlı gemilerin yapımı hem Afrika’da hem de Çin’de sömürgecilerin ülkenin iç kısımlarındaki nehir ve kanal sistemlerine girmesine olanak sağlayarak yağma ve sömürüyü katlamalarının ötesinde, aynı anda hem Afrika hem de Çin’ de egemenlik kurmalarını sağladı. Bu “yeni emperyalizm” şeklinde adlandırıldı!
Afrika’nın sömürgeleştirilmesi kapitalist teknolojinin önemini gözlemlemek bakımından incelenmeye değerdir.
1840 yılının Kasım ayında Nemesis adlı bir buharlı gemi Güney Çin’in Makao limanına ulaştı. Bu geminin geliş maksadı İngiltere’nin Çin’e afyon satma hakkını kabul ettirmek istemeseydi. Çin’in bunu kabul etmeyeceği ortadaydı. Çin bir kara gücü İngilizler ise deniz gücüydü. İngilizlerin Çin’in iç kesimlerine kara gücüyle ilerlemesi intihardan farksızdı. İngilizlerin açık denizlere uygun gemileriyle Çin’in iç kesimlerindeki en önemli bölgelerine nehirler yoluyla ulaşması da Nemesis ’in gelişine kadar mümkün olamamıştı. Nemesis ‘in gelişiyle İngilizler Yangtze Nehri’nin ağzını koruyan kaleleri topa tutarak beraberindeki diğer buharlı ve yelkenlilerin önünü açtılar. Savaş gemilerinin birleştirilmiş savaş gücü hem Çin filolarını hem de müstahkem kale ve mevzileri yıkıp geçti. Daha önce Avrupalı filoların giremediği sığ nehir kanalları boyunca ilerleyerek liman şehri Kanton’u da ele geçirdiler. 1842 yılında Çin barış anlaşması imzalamak zorunda kaldı.
“İngiltere’nin birinci Afyon Savaşı’ndaki zaferi ve buharlı gemilerin bu zaferdeki rolü, küresel güç dengesindeki bir değişimin habercisiydi. Afrika ve Afrikalılar için derin etkileri olan bir değişimdi bu.
“Çin’in Nemesis’i ( bu kelime “can düşmanı” anlamına gelmektedir!) aynı zamanda Afrika’nın da Nemesisiydi.” ( Dünya Tarihinde Afrika)
Nemesis, küresel güç dengelerinin değişmesini sağlayan etkenlere mükemmel bir örnektir.
Avrupa’da gelişen demir çelik ve gemi sanayi daha modern silahların üretimini de beraberinde getirdi.
Yıllardır Afrika’da tropik hastalıklardan büyük kayıplar veren sömürgeciler, Kinin isimli Sıtmadan koruyan ilacın da keşfedilmesiyle yağma, talan ve işgal için ellerini iyice rahatlatmış oluyorlardı.
Nemesis gibi çelik gövdeli buharlı gemiler,Winchester gibi her türlü ıslaklıkta kullanılan, kuyruktan doldurulduğu için kullanımı daha kolay “on altı patlar” yarı otomatik silahlar ve tropikte sıtmaya karşı koruyuculuk sağlayan Kinin. Bu üçlü sömürgeciliğin maddi temelini sağlamlaştırmakla kalmadılar, sermaye birikimini hızlandırmalarıyla sanayi devrimini finans oligarşi aşamasına taşımanın etkili araçları olarak tarihe geçtiler.
SON SÖZ: Mustafa Suphi’nin Komüntern 1.Kongresinde Yaptığı Konuşma
“ Coğrafi konumu nedeniyle Asya ile Avrupa’yı birleştiren Türkiye, kapitalizmin doğrudan zulmü altında kalmış ve bu, gelecek dünya devrim hareketinde şerefli bir görev yükümlenmesini kaçınılmaz kılmıştır.
Türk proletaryasının bütün gücüyle dünya sosyalist devriminin savunusuna ve gelişimine katılacağı güvencesi içerisindeyiz.
… Ve eğer dünya devrimi proletaryanın zaferiyle taçlanırsa, efsanevi İstanbul şehrini (Komünist) Enternasyonal’in başkenti olarak öneriyoruz. Hayal ediyoruz ki, dünyanın her köşesinden, her ulusundan ve ırkından binlerce proletarya temsilcisinin toplanma zamanı gelince, bu amaç için dünyanın en geniş ve en güzel yapısını, Ayasofya’yı seçeceklerdir. Ve o zaman bu mabedde, Bizans patriklerinin olsun, Müslüman halifelerinin olsun, bütün tarih boyunca sözünü ettiklerinden daha gerçek, eşitlik ve özgürlük söylevleri verilecektir.”