Tarihsel süreç içinde dünyanın değişik ülkelerine bakarak değerlendirdiğimizde ölüm orucu, ancak yaşanan baskı ve zulümleri duyurmak ve durdurmak için ve başkaca bir yola başvurmak olanaksız hale gelmişse, zorunlu olarak başvurulan bir eylem biçimidir. Yani ölüm orucu, öncelikle yaşanan sorunlar karşısında kamuoyunun dikkatini çekerek olanlardan haberdar olmalarını sağlamayı amaçlayan, ama esas olarak da sonuç alma olasılığının varlığı gözetilerek başvurulabilecek bir direniş yöntemidir.
Bu eyleme başlarken içinde bulunulan siyasi ortam ve koşullar, güç dengeleri, mevcut ve ileride yaratılabilecek kitlesel desteğin boyutları düşünülerek hareket edilir ve bazen de öngörülen düzeyde toplumda etki yaratılamamışsa ve yaşanan haksızlığın, hukuksuzluğun kaynağı olan iktidara geri adım attırılamayacağı anlaşılınca, sorunu duyurmakla sınırlı bir amaca ulaşılmış sayılır ve eylem bitirilir.
Türkiye’de özellikle 80’li yıllar, 12 Eylül faşizminin cezaevlerindeki tutsakları siyasal kimliklerinden arındırarak çürütmeye çalıştığı, bunu gerçekleştiremediğinde bütün gücüyle ezip yok etmeye başladığı dönemdi. Bu dönemde devrimci ve yurtsever hareketin onurlu bir direniş silahı olarak tarihteki yerini alan açlık grevleri ve ölüm orucu eylemleri, 90 ve 2000’li yıllarda cezaevlerinde yaşanan şiddet politikalarına karşı daha sık başvurulan bir eylem biçimi haline geldi. Özellikle 90’lı yıllarda çokça tekrarlanan kısa süreli protesto amaçlı açlık grevlerinin yanı sıra ölüm orucu eylemi, artık siyasal kimliğe ve insan onurunu aşağılayıcı uygulamalara yönelik bir tavır olarak, başkaca bütün yolların tüketildiği durumlarda, istisnai olarak başvurulabilecek bir eylem biçimi olarak değil de farklı gerekçelerle de sürdürülür oldu. 1996 yılında tecriti dayatan ve tabutlukların açılmasına neden olan Ağar genelgesinden sonra başlatılan ölüm orucu eylemi ise, başlangıçtaki haklı gerekçelerine rağmen sonraki süreçte “tutsakların yargılandıkları şehirdeki cezaevlerinde bulunma” taleplerinin yanlış taktiklerle devam ettiriliyor olması nedeniyle uzatılarak ağır kayıplara neden oldu.
2000’li yıllara geldiğimizde ise, önce F Tipi Cezaevlerine karşı başlatılan ve 19 Aralık katliamından sonra da cezaevlerindeki tüm tutsakları kapsayacak biçimde yaygınlaştırılarak 7 yıl boyunca devam ettirilen ve “dünyanın en uzun süreli ve en kitlesel açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri” olarak övünç kaynağı haline getirilen bu eylemlilikler çok daha ağır kayıpların yaşanmasına yol açtı. Üstelik cezaevinde bulunan tutsakların kapatılmışlık ve kuşatılmışlık içinde başkaca bir hareket alanı olmadığından, seslerini duyurabilecekleri yol ve yöntemler sınırlı olduğu için zorunluluktan tercih edebilecekleri bu eyleme biçilen misyon abartılarak, dışarıdaki insanları da dahil edecek biçimlerde sürdürülmeye başlandı. Siyasette yaşanan darlık ve tıkanma sonucu artık yalnızca propaganda aracı olarak kullanılan bu eylem biçimi, sonuçları itibarıyla iktidarın gücünü pekiştirmesine neden olurken, sesinin ve etkisinin ulaşılabildiği kitlelerce de desteklenmiyor, hatta yalnızca bu eyleme karar veren ve yürütenler nezdinde değil, bütün devrimcilere yönelik olumsuz değerlendirmelere yol açıyordu.
Sonuçta, 19 Aralık’ta devletin gerçekleştirdiği merkezi bir operasyonla siyasi mahpusların kaldığı 20 cezaevine yönelik katliamlarda yaşamını yitiren 30 mahpus ve yüzlerce yaralıya karşın, açlık grevi ve ölüm orucu sonrasında 122 insanın yaşamını yitirdiği, yüzlercesinin de adına “Wernicke-Korsakoff Sendromu” denilen kalıcı hastalığa yakalandığı çok daha ağır bir süreç yaşandı ve halen de yaşanmaya devam ediyor.
O dönemde devlet yetkililerinin açıkça IMF politikalarını uygulamaya koymak amacıyla toplumu susturmak ve en başta da içerdekileri imha etmek için yaptıklarını söyledikleri bu kanlı operasyonun öncesinde; F Tipi Cezaevlerine zorla geçiş amacıyla operasyon hazırlıklarının yapıldığı süreçte başlayan ve olası tehlikeyi gözardı ederek koğuş sayılarına boğulan tartışmalar, farklı biçimlerde F Tipi Cezaevlerine götürüldükten sonra da devam ettirildi. Devletin milyonlarca dolar harcayarak yaptırdığı ve yenilerinin de yapımına devam ettiği F Tipi Hapishanelere geçiş sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi 19 Aralık öncesinde kalınan cezaevlerine geri dönüşün sağlanması, DGM’lerin kapatılması, mahkumiyet kararlarının geri alınması, hatta IMF ile yapılan siyasi anlaşmaların iptal edilmesi gibi kabul edilmeyeceği aşikar olan taleplerde bulunuldu ve ölüm orucu sürecinin devlete geri adım attıracağı düşünüldü.
Yıllar sonra öyle bir noktaya gelindi ki F Tipi Cezaevleri açıldıktan sonraki süreçte “üç kapı üç kilit” biçiminde dillendirilen ve mimari yapıya dokunulmadan, yan yana 3 hücrenin kapısının gündüz saatlerinde açılarak 9 kişinin bir arada olmasına imkan sağlanması şeklindeki öneriyi “geri adım” olarak görenler, ne o tarihte ne de sonraki yıllarda uygulamada bir anlam ifade edecek olan “sohbet hakkı”nı “zafer” olarak değerlendirmek zorunda kaldılar. Oysaki gerçekçi bir değerlendirmeyle ölüm oruçları daha erken sona erdirilebilir veya daha sonraki süreçte farklı örgütlenmelerle farklı eylem biçimleri de kullanılarak mücadele farklı boyutlara yükseltilebilirdi. Ancak bu yapılmadı, açlık grevleri ve ölüm oruçları en sarsıcı nitelikteki siyasi eylemlerden biri olmasına rağmen, mevcut koşullar artık çok kullanılan, yıpratılan ve bu yüzden iyice etkisizleşen bu eylem biçiminin artık sona erdirilmesi gerektiğine işaret ediyorken, ısrarla ve inatla sürdürüldü.
Böylelikle, devletin kırk yıl uğraşsa başaramayacağı biçimde devrimci kadrolar 7 yıllık süreçte, içeride ve dışarıda gerçekleştirilen süresiz açlık grevleri ve ölüm orucu eylemlerinde yaşamını yitirdi veya aktif mücadele içinde yer alamayacak hale geldi. Üstelik devletin umurunda olmayan ölümlerin artık toplum nezdinde de hiçbir etki yaratmadığı açıkça ortadayken; eylemler sonucu yaşamını yitiren devrimciler, son dönemlerde artık 5-10 kişinin katıldığı cenaze törenleriyle uğurlanıp gazetelerde tek satırlık haberlere dahi konu olmazken, bu süreç aynı siyasi körlükle devam ettirildi.
Elbette ki o dönem içinde bulunduğumuz süreç ve yaşadığımız koşullar ne başka dönemlere ne de başka ülkelere benziyordu. Her şey çok farklıydı. Bu yüzden de İrlanda’daki ölüm oruçlarında olduğu gibi halktan gelen güçlü desteği ve uluslararası boyuttaki o muazzam dayanışmayı ya da yaşamını yitiren İRA tutsaklarının 100 bini aşkın kitleyle gerçekleşen cenaze törenlerinde, silahlı militanların omuzlarında tabutlarını taşıdıkları yoldaşlarını ellerindeki silahları ateşleyerek uğurlamalarını kimse beklemiyor. Ancak bu kadar sahipsiz, bu kadar kimsesiz ve sessiz sedasız gidişler de yaşamını yitiren devrimcilerin inanç ve kararlılıklarına yakışmıyordu ve maalesef bugün onları toprağa vermekte bile zorlanılan daha vahim durumlar yaşanıyor.
Aradan geçen yıllara bakarak, 12 Eylül sürecindeki ağır kayıpların ardından, yıllarca toparlanamayan devrimci hareketin yeniden büyük yaralar almasına neden olan ve açıkça mahkum edilmesi gereken bu politika tarzının tartışılamıyor ve geçmişin muhasebesinin yapılamıyor oluşu ciddi bir sorun. Böyle olduğu için de o sürecin devrimci harekette yarattığı tahribat, zayıflık, etkisizleşme ve en önemlisi de moral, motivasyon kaybı ve geleceğe dair karamsarlığın yarattığı sonuçlar görülemiyor. Üstelik bütün bu süreçlerin yaşanmasında esas sorumluluğu olanlar tarafından herhangi bir siyasal özeleştiri yapılmadığı gibi, aynı eylem tarzının tekrar tekrar gündeme getirilerek içerde ve dışarda sürdürülüyor olması, sorunları ağırlaştırıyor.
Yeniden ve tekraren ölüm oruçları
Bugün Grup Yorum üyelerinin konser yasaklarının sonlandırılması, İçişleri Bakanlığı tarafından gösterildikleri ‘arananlar listesi’nden çıkarılmaları ve İdil Kültür Merkezi üzerindeki baskılara son verilmesi talebiyle başlattığı ve Helin Bölek ile İbrahim Gökçek’in yaşamını yitirdiği ölüm orucu eylemi ile adil yargılanma talebiyle başlattığı ölüm orucundayken cezaevinde yaşamını yitiren Mustafa Koçak ile benzer taleplerle halen ölüm orucunu sürdüren Halkın Hukuk Bürosu avukatları Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın eyleminin politik sonuçlarını bu yüzden tartışabilmek gerekiyor. Bunu yaparken de kimsenin onların iradelerini, cesaretini ve kararlılığını tartışmaya hadlerinin olmadığını belirterek, ama bugünlerde eylemin mahremiyetine halel getirecekmiş gibi herkesin üzerinde konuşmaktan çekindiği konuları ve özellikle de bu eylem karşısında kendisini muhalefet cephesinde görenlerin acizliğini tartışmak gerekiyor.
Öncelikle belirtmek gerekir ki içeride veya dışarıdaki ölüm orucu eylemcilerinin taleplerinin haklı talepler olduğu tartışmasız bir konu. Ancak esas mesele de buradan itibaren başlıyor; bu haklılıkla birlikte, kendileri veya toplum için hayati derecede önem taşımayan bir konuda, sırf belirli hakları elde etme talebiyle ve başkaca hak arama yöntemlerini zorlamadan başlatılan eylemi, dışarıdaki genel politik ortam ve dengelere bağlı olarak sonuç elde edebilme ihtimalinin bulunmayışını da gözeterek, bir tabu olmaktan çıkararak neden konuşamıyoruz?
Cezaevlerinde 5 Şubat’ta açlık grevi eylemine başlayan ve 5 Nisan Avukatlar Günü’nde bu eylemi ölüm orucuna çeviren avukat arkadaşlarımızın, kendileri ve müvekkilleri için “adil yargılanma hakkı” talebiyle başlattıkları eylem açısından baktığımızda; Türkiye’deki mevcut yargı gerçekliğinde, onlar gibi binlerce insanın haksız hukuksuz biçimde gözaltına alınıp tutuklanarak, gizli soruşturma dosyaları ve özel yargılama usulleriyle yürütülen hızlandırılmış yargılamalar sonucunda mesnetsiz iddialarla, çoğunlukla da gizli tanık beyanlarıyla ağır cezalara mahkum edildikleri bilinen bir gerçeklik iken, neden bu sorun yalnızca onları ilgilendiren boyutuyla ele alınıyor. Ya da adil yargılanma hakkı yalnızca bugünün sorunu olmadığına göre, bu zamana kadarki süreçte, neden tüm siyasi mahpusları kapsayacak ve iktidarı zorlayacak biçimde, örneğin yıllar öncesinin “DGM boykotu”na benzer farklı eylemlilikler düşünülmedi?
Hukuk kurumlarının ve insan hakları örgütlerinin tavrı
Bu sorular devam ettirilebilir, ancak burada adalet arayışıyla başlatılan ölüm orucunun dışarıya yansıması ve muhalefet cephesindekilerin, özellikle de en alakalı konumdaki insan hakları kurumlarının ve hukuk örgütlerinin, aydın, yazar ve sanatçıların destek ve dayanışma biçimlerini de tartışmak gerekiyor.
Barolar dahil olmak üzere, dernek, sendika ve platformlar biçiminde örgütlenen hukuk kurumlarının “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” ilkelerine vurgu yaparak, eylemcilerin “tarafsız ve bağımsız” bir mahkemede, evrensel hukuk ilkelerine ve uluslararası sözleşmelere uygun şekilde yargılanmalarını, yasal ve insani taleplerinin bir an önce karşılanarak tahliye edilmelerini talep etmesi; hukuk-iktidar ilişkisini bir yana bırakalım, yaşadıkları ülke gerçekliğinden bihaber durumda olduklarını gösteriyor. Hukukun devlete bağlı bir varoluş içinde olduğu gerçeğini gözardı edilerek, üstelik çok yakın zamanda ve aynı taleplerle ölüm orucu yaparken korkunç işkencelere maruz kalan ve serbest bırakılmayıp cezaevinde yaşamını yitiren Mustafa Koçak’ın durumu biliniyorken, hala aynı beklentilerle “yetkililere” sesleniyor olmaları anlaşılır gibi değil. Özellikle de “mahpusların yaşam hakkına ağır tehdit oluşturan pandemi koşullarında yaşatmak devletin en temel görevidir” diyerek, sanki çok yakın zamanda çıkarılan ayrımcı infaz yasasıyla siyasi mahpusları kapsam dışı tutan, ağır ölümcül hastalıkları olanları bile cezaevlerinde ölüme terkeden bu devletin kendisi değilmiş gibi, hiçbir anlam ifade etmeyen çağrılarda bulunmak artık bir çaresizlik durumunu gösteriyor.
İnsan hakları kurumlarının, özellikle Grup Yorum üyelerinin yaptığı ölüm orucu sürecindeki açıklamaları ve son süreçteki tavırları ise çok daha fazla sorgulamayı gerektiriyor. Herkesin sürekli biçimde “türkülerini söyleyebilmek için ölüyorlar” güzellemesiyle sorgusuz sualsiz kabullenip onay verdiği bu eyleme ilişkin olarak, ilkesel sorumluluklarla hareket edilmediği açıktır. Tüzüklerinde açıkça devletin hak ihlallerine karşı haksızlığa uğrayan mağdurların, ezilenlerin, sömürülenlerin yanında taraf olacağı yazılı bu kurumların, ısrarla “tarafsızlık” içinde olduklarını beyan ederek, son yıllardaki profesyonelleşme yönelimlerine uygun biçimde izleyip gözleme ve duyurmayla sınırlı bir pratik sergilemeleri ibretliktir. Yaşama hakkıyla doğrudan alakalı bu kurumların kendi varlık gerekçelerini inkar edercesine ve “etik” davranmak uğruna “iradeye saygı” adı altında iradeyi yücelterek, ölüm orucu eyleminin sona erdirilmesi için çaba göstermek yerine, devamına katkı sunacak biçimde tutum almaları kabul edilemezdir.
Hukuk örgütleri gibi sürekli biçimde yetkililere seslenen, hele de yaşanan zorbalıkların timsali konumundaki İçişleri Bakanı’yla görüşebilmek uğruna o kadar uğraş veren insan hakları kurumları, ölüm orucundaki sanatçılarla görüşüp, 2007’de Behiç Aşçı’nın eylemi sona erdirmesi sürecinde olduğu gibi artık “taleplerinizin takipçisiyiz, bundan sonrasını biz üstleniyoruz” diyemezler miydi? Ölüm orucuna son verme mücadeleden vazgeçme olmadığına göre, özellikle de bütün dünyayı kasıp kavuran salgın hastalığın gündemi meşgul ettiği dönemde, hiç olmazsa bu olağanüstü koşulları gerekçe göstererek bu yapılamaz mıydı? Neden o kadar süre beklenildi de bir siyasi parti temsilcisinin önerisiyle, üstelik Helin artık yaşamını yitirmişken ve İbrahim de ölüm sınırındayken bu karara varıldı? Ortada “siyasi zafer” ilan edilecek bir kazanım yokken, amaç dünyaya seslerini duyurmaksa ve bu da yeterince sağlanmışken neden bu iki genç insan yaşamını yitirdi?
Bugün bu soruları soramayanlar; devletin zaten ortada olan haksız hukuksuz uygulamalarını sürekli anlatıp durarak ve bizim cephemizdeki hataları tartışmaktan çekinerek yanlışları söyleyebilme cesaretini gösteremeyenler büyük bir sorumsuzluk içindedirler. Hatta gerçeği gördükleri ve eylemcilerin iradelerinin zemini olan siyasal zemin ile uzaktan yakından alakadar olmadıkları halde, sahici olmayan popülist yaklaşımlarıyla alkışladıkları -halen devam etmekte olan– bu eylemin doğuracağı ağır sonuçların vebalinin bir kısmı da onların omuzlarındadır. Çünkü bugünün siyasal ortam ve koşullarında sonuç elde edilmesi güç bir eyleme dokunulmaz, mistik anlamlar yükleyerek tartışmasız kılanlar, aynı zamanda sosyal medya paylaşımlarıyla, imza kampanyalarıyla bir sonuç elde edilebileceği yanılsamasını da yaratıyorlar.
Üstelik bunu yaparken de siyasal bir eylemin ciddiyetiyle bağdaşmayacak ölçüde duygusallık içeren, hatta acındıracak yazı ve görüntüler paylaşıp insanların merhamet ve vicdanlarına seslenerek “duyarlılık” çağrısında bulunuyorlar. Oysaki burjuva hümanizmi sınırları içine çekilmeye çalışılarak yürütülen bu faaliyetlerin başarı olarak algılanması mümkün olmayacağı gibi, eylemi yürüten devrimci öznelerin iradelerinin de buna ihtiyacı yoktur. Onların idealleri, kendi rahat dünyalarında övgüler yağdırarak seyircisi oldukları ölümlerin ardından huzurla “ışıklar içinde uyusun” diyebilme kolaylığına sahip olanlara bırakılmayacak kadar değerlidir.