Rojava Ve Gazze 2: Topluma Karşı Yasasızlık Devlet İçin Cezasızlık-Tufan Yakın

Bir an durup düşünelim, savaşa dair hızına yetişemediğimiz dijital bombardımanın dışına çıkalım. Geriye dönüp İkiz kulelerin kurbanlarını düşünelim. Dünya Ticaret Merkezi’nin kurbanları Gazzelilere, Kürtlere, Iraklılara, Afganlara ya da Tutsilere hiçbir zaman duyulmamış bir duyguyu uyandırabiliyorsa dünyada eşitsizlik ve adaletsizliğin geldiği nokta hiç iç açıcı değildir. Bu halkların hayatları artık o kadar kıymetsiz ki, öldürülmeleri rahatlıkla geçiştirilebiliyor. Çünkü dünyanın “barbar” bölgelerinde yaşıyorlar! 11 Eylül’de öldürülenler gibi yas tutulmayı hak etmiyorlar. Bunun eskisi gibi sıradan, alışılmış bir ayrımcılık olarak görülmemesi gerekir. Geldiğimiz nokta çok ciddi bir yol ayrımıdır. Yaşadığımız küresel bir apartheid’dir. Çünkü Dünya tarihinde eşitsizlik ve adaletsizlik hiç bugünkü kadar kurumsal bir yapıya dönüşmemişti. Kendi şiddetini cezasızlıkla ödüllendirirken, yoksulun, hak arayan emekçinin ve özgürlük savaşı verenlerin meşru müdafaasını terörizmle yaftalamak egemenlerin gün geçtikçe daha sık kullandığı bir yöntem haline gelmiştir.

Eşitsizliğin ve adaletsizliğin kurumsal bir yapıya dönüşmesi, burjuva devletin kendini, kendi yasalarıyla sınırlamaya ihtiyacı kalmadığını gösteriyor. Esas olan yasasızlığın yasal hale getirilmesidir. Faşizm bile kendi diktatörlüğünü yasallaştırılmak zorundaydı. Yasal bir hukuksuzluktu o! Şimdi, anayasa, kanunlar ya da burjuva demokrasisinin şekilsel olarak faşizme izin vermemesine rağmen pratik-fiili bir faşizmle karşı karşıya değil miyiz? İmralı tecridi, yani mutlak iletişimsizlik ya da Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay tarafından yargılanmak istenmesi veya en son Şeyh Said’in torununa twitter sayfasında 1 ay Türk Bayrağını paylaşma cezası verilmesi vb. yasalarda olmayan bir uygulama olarak uygulanan bir yaptırımsa eğer, faşizm de artık şekilsel bile olsa yasalara uydurulması gerekmeyen fiili bir durumdur. Yasalar yeni devlet modelinde duruma ve ya ihtiyaca göre hukuksal boşlukları hızla doldurma tarzında aynı İKEA’nın modüler tasarımları gibi olmuştur artık. Burada devletin ikili yapısı kendini çok ‘muhteşem’ gösterir. Bir yanda normatif devlet hukuksal düzeni korurken, onun paraleli olan olağanüstü devlet ise herhangi bir yasa tarafından kontrol edilmeyen sınırsız bir keyfilik ve şiddetle hareket eder. Eğer bir devlet yasalarda olmayan cezalar uydurmaya, uygulamaya başlamışsa orada artık yasalara aldırmayan fiili bir faşizm vardır demektir. Buradaki yenilik, elbette fiili faşizm değildir, yasalarla fiiliyat arasında yani yargı ile yürütme arasındaki kuvvetler ayrılığı zaten kalmamıştır. Bu anlamda yenilik, kuvvetler ayrılığı prensibinin bitirilmesidir, buna göz yumulmasının istenmesidir. Sorgulanmamasıdır. Sonuç, nerdeyse feodal hukuk sistemine geri dönüştür.

Şimdiki devletler yılanlardan daha fazla ve hızlı  “deri değişimi ”ne gitmektedirler.  Alabildiğine hızlanan, sürekli şekil değiştiren, olmadık yer ve zamanda ortaya çıkıveren günümüz çatışma ve savaşları karşısında zorunlu bir değişimdir bu. Savaşın bizzat kendisinin politika olduğu koşullardan geçilen bir dünyada klasik burjuva demokrasileriyle yönetmek imkânsız hale gelmiştir.  Ama öte yandan bu sık deri değişimi yapıyı çok zorladığı için kendi bünyesine karşı bir darbe mekaniği yaratmaktan da kurtulamamaktadır. Buna siyasi “Otolizis” diyebiliriz. Otolizis, bir nesnenin dış etkenlerden bağımsız kendi iç çelişkileri ile kendini yiyip bitirmesi, çürümesi anlamına gelir. Sık sık deri değiştirmek zorunda kalan ama bunu yaparken çürüme ve dağılma alametleri gösteren bir devletler topluluğuyla karşı karşıyayız.

Çocuk katliamları!

Çocukların, kadınların, okulların, cami, kilise ve hastanelerin bombalanmasındaki amaç duyarlı, vicdan sahibi, barış yanlısı, demokrasi isteyen insanlara “bu kadar da olmaz” dedirterek onların yüreğini ve göz pınarlarını kurutmaktır. Bitimsiz gibi gelen ve canilikte sınır tanımayan bu sivil katliamlarla insanların duygusuzlaştırılması amaçlanmaktadır. Siyonistler için çocukların öldürülmesi değil, çocukların göz göre göre öldürülmesinin tüm dünyaca görülmesi ve bilinmesidir asıl istenen. Önemli olan çocukların cesetlerinin dizi dizi yan yana TV ekranlarından sergilenmesidir. Fail benim, ben buyum diyor tüm dünyaya. Şimdi çok daha iyi anlıyoruz zamanında İŞİD’in neden bir tek İsrail’e saldırmadığını. İsrail Yahudi selefizmiyle maluldür. Burada Filistinli çocukların katledilmesinin sadece duygusuzca değil gayet bilinçli olduğuna ilişkin iki önemli Yahudi şahsiyetin sözlerine yer vereceğiz. İlki İsrail devletinin kurucusu ve ilk başbakanı Ben Gurion’a ait.

 “…Belki de en merhametsiz demecini Kristal Gece’nin (1938 Nazi Almanya’sında Yahudilerin ev ve dükkânlarının kundaklanması, yağmalanması ve Yahudi erkeklerin ilk kitlesel tutuklanması) ardından yapmış olduğu söylenebilir. Bu yüz kızartıcı açıklamasında Ben Gurion, Almanya’daki tüm Yahudi çocukları İngiltere’ye götürülmek şartıyla kurtarmakla, sadece yarısını Filistin’e göndererek kurtarmak arasında bir seçim şansı olsaydı ikincisini tercih edeceğini söylemişti” ( Siyonizm’in Dönüşleri /Gabriel Pıterberg/İthaki Y.)

Bir diğeri Golda Meir ( İsrail ilk kadın Başbakanı 1969-1974 ) Filistinli çocukların öldürülmesine ilişkin şöyle diyordu:  “ Arapların çocuklarımızı öldürmesini affedebiliriz. Ama bizim onların çocuklarını öldürmeye itmelerini affedemeyiz. Arapların çocuklarına sevgisi, bize duydukları nefretten daha güçlü olduğu gün onlarla barış yapabiliriz” (Akt: Gabriel Pıterberg)

Bugünkü katliamların psikolojik alt yapısı ve kökenini işte buralarda çok açık görebiliriz. Siyonist zihin Arapların ulusal kurtuluş mücadelesini  “Yahudi düşmanlığı “ ile eş tutup saptırırken, hemen arkasından ikinci ve daha büyük bir saptırma geliyor. Çocuklar! Mevcut mücadele neden her iki taraftaki çocuk ölümleri üzerinden derecelendiriliyor? Ölçü ve kıstasın çocuklar olması elbette hastalıklı bir zihnin ürünüdür. Arapların “Yahudi düşmanlığı” çocuklarına olan sevgisinden bile daha fazlaymış! İddia bu! Oysa durum tam tersi değil mi? Ben Gurion ’un Filistin işgal rüyası Almanya’daki tüm Yahudi çocukların yarısını feda edebileceği kadar büyük oysa!

Devam edelim, iddia, Filistinli çocukların öldürülmesinin asıl sorumlusunun vatanını savunan Filistinliler olduğuymuş! Ellerinden çalınan, parsel parsel işgal edilen topraklarını geri almak için savaşan Filistinliler bunu niçin yapıyorlardı ki? Çocuklarının geleceği için değil mi? Vatan sevgisi ile çocuk sevgisinin burada bilinçli olarak karşı karşıya getirilmesi üçüncü bir çeldirici olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bir ananın çocuk sevgisinin her şeyin üzerinde olduğunu burada tartışmaya gerek yok. Ancak hastalıklı Siyonist zihnin ortaya serilmesi, ifşa edilmesi için bunu bile yazmak zorunludur. İsrail’in Siyonist milliyetçiliğinin aynı zamanda tarihsel mitlerle dolu teolojik bir karakter taşıması, onun işte böylesine akıl tutulması ile malul karanlık fikirler üretmesine neden olmaktadır.

Tekrarlamakta fayda var, iyice pekişsin, Golda Meir’in iddia ettiği saptırma, asıl Ben Gurion’da temsilini buluyor: Yahudi devletinin kurucusunun Filistin’i işgal sevdası Yahudi çocuklarının sevgisinden daha üstün geliyor! Çocukların tümünün kurtarılmasındansa yarısının Filistin’e gönderilmesini yeğliyor.

İsrail en tehlikeli siyaseti yürütüyor, çünkü şiddet siyasetini biyolojik terimlerle (Çocuklar!) ifade ediyor. Bu ırkçılığın farklı uç bir biçimidir.

Şiddetin ideolojik-teolojik yapısı.

İsrail’in yürüttüğü savaşın adı konulmalıdır, bu etnik temizliğin ötesindedir, soykırımdır.

“Irktan farklı olarak ırkçılık, yaşamın bir gerçeği değil, bir ideolojidir; bu ideolojinin yol açtığı eylemler refleks eylemleri değil, sözde bilimsel kuramlara dayalı kasıtlı, üzerinde kafa yorulmuş eylemlerdir. Irklar arası mücadelede şiddet, daima katliamı amaçlar ama bu ‘akıldışı’ değildir; ırkçılığın makul ve mantıklı sonucudur” (Hannah Arendt/Şiddet Üzerine)

İsrail’in sivil katliamları savaşın kural ve normlarını kasten ihlal eden bir anlayıştır. Akıl, uluslararası

hukuku destekleyen, evrensel olarak kabul gören normlarla ilgilidir. İsrail savaş makinalarını belki akılla çalıştırıyor ama savaşı ideolojik-teolojik mitlerle hatta biyolojik bir ırkçılıkla yürütüyor. Şiddete, adeta hayvanlar âlemindeki gibi yaşamın sürmesi ve türün idamesi için şiddetin ve öldürmenin bir doğa kanunu olması gibi bakıyor!

Çoğu devlet gerçekleştirdikleri katliamların üzerini örtmek için bin bir çaba gösterir ama İsrail bunu önemsemiyor. İşte savaşın, değişen yüzlerinden biri budur. Teşhir! Teşhirden zevk almak! Teşhiri bir güç gösterisi olarak kullanmak! TC Ermeni jenosidinin, ABD Kızılderili katliamlarının, Fransa Cezayir’deki, Almanya Namibya, Tanzanya ve Ruanda’daki, Belçika Kongo’daki, İngiltere Hindistan ve Afrika’daki katliamlarının üzerini örtmek için diplomatik alanda yıllardır mücadele verirken, İsrail açık faşizmini ve siyasi soykırımını aleni şekilde tüm dünyaya göstermekten çekinmiyor.

Savaşta iki düşman taraf, öldürdükleri asker ve sivilleri, yaralı ve esirleri belirli bir süre ateşkes ilan ederek belirli uluslararası kurallar dâhilinde takas ve naklini gerçekleştirirler. Hiçbir savaşta cesetler kamuoyunda teşhir edilmez! Hiçbir savaşta karşı tarafın böylesi bir vahşeti haklı olarak dünyaya duyuracağı, ifşa edeceği bilinmesine rağmen bu kadar sivil, bebek, kadın, çocuk, yaşlı öldürülmemiştir. Dünya kamuoyunda bunun kendi aleyhine döneceğini bile bile bebek öldürmeye devam etmek, bunu düzenli yasal bir ordunun gerçekleştiriyor olması, artık bu devlet ve ordunun sadece dünyada değil kendi halkı nezdinde de meşruiyetini kaybetmesi anlamına gelir. Sadece bu mu? Dünya insanlığının yüzyıllar boyunca oluşturduğu tüm asgari evrensel hukuki ve insani ölçülerin yerle yeksan edilmesidir bu. Irak’ta Ebu Gureyp hapishanesinde, Kürdistan’da Hendek savaşlarında ve şimdi Gazze’de yürütülen savaşlar savaş değildir. Gayri nizami savaşın ötesine taşmıştır. Savaşın yüzyıllar içinde oluşmuş tanımına, kurallarına, ahlakına sığmamaktadır. Bu vahşetlerin yanında BM in girişinde Pablo Picasso’nun asılı duran “Guernica” tablosu hafif kalmaktadır. Guernica İspanya iç savaşında faşist bir katliamın kaotize edilmiş bir resmidir. Franko Hitler’den aldığı uçakları bu Bask kasabasında test ederek tüm kasabayı kan gölüne çevirmişti. Yukarıda sayılan vahşi katliamlarda ise savaşın askeri şiddetine ek olarak ideolojik ve teolojik bir şiddet de söz konusudur. Hendek savaşlarında JÖH ve PÖH’lerin duvarlara yazdıkları yazıları ve insanların Bodrumlarda nasıl katledildiğini hatırlayın. Şimdi de İsrail askerlerinin Gazze yıkıntıları üzerinde nasıl çılgınca dans ettiklerini, sivil halkı nasıl çırılçıplak soyarak esir aldıklarını sosyal medyada izleyebilirsiniz.

Savaşın ekonomik temeli mi? Jeopolitik gerekçesi mi? Kontrgerilla sahra talimnamesinin yenilenmesi mi? Bunlar var ama artık en tepede ideolojik –teolojik bir tarihsel nefret ve intikam ile bunun utanmazca, övünülerek teşhir edilmesi var. Tarihle alay edercesine “benim kudretim işte budur” diyen İsrail, 5 bin yıl öncesinin öldürmeyi güç ve kudretin göstergesi sayan, kimi ilkel kabileleriyle boy ölçüşmektedir adeta! Mızrakların ucuna kesik kafalar saplayarak kendi bölgelerine bu şekilde sınır çeken ilkel kabileler TV’lerde katledilen bebeklerin sıra sıra dizilerek teşhir edilmesine neden olan Siyonistlerden çok daha uygardılar aslında. Onlar için bu bir sembolizmdi, korktukları için değil yabancıları korkutmak içindi. Gayri meşru Yahudi devletinin katliamları ise büyük bir korkunun ürünüdür. Korku vahşetin ölçüsüdür! Korku arttıkça vahşetin düzeyi de artıyor.

İsrail’in kendini kuralsız ve olağanüstü şiddet araçlarıyla koruma anlayışını ABD ve Batı Avrupa, Yahudilerin tarihte uğradığı haksızlıkları;  İspanya ve Portekiz’den sürülmeleri, Ortaçağ katliamları (vebanın sorumlusu olarak!) ve Nazi soykırımını gerekçe göstererek haklı görebiliyor, göz yumabiliyor. İsrail’in kendi Yahudi tarihinden devraldığı korku, endişe ve güvensizliklerin sürekli canlı tutulması, bunun Yahudi toplumunda kronik-değişmez bir ruh haline dönüştürülmesi özellikle diasporadaki Amerikalı ve Avrupalı Yahudi kapitalist sınıfların temel motivasyonlarının başında gelir. Bu, Yahudi toplumunun ideolojik-psikolojik bir alt yapısı/mağduriyeti olarak sunulduğu müddetçe, Yahudiler arkalarındaki büyük sermaye gücüne dayanarak bunu istismar etmenin kolaylığı ve rahatlığıyla hareket etmeye devam edeceklerdir. Geçmiş yüzyılların mağduriyetini Filistin’i işgal ederken de, gayri meşru bir devlet kurarken de ve yerleşimci-işgalci Siyonizm’ini genişletirken de tepe tepe kullanmışlar ve kullanmaya devam etmektedirler. Bu şekilde Holokost da,(Soykırım) yıllar içinde tedrici olarak Yahudi milliyetçiliğinin tüm eylemlerinin meşrulaştırılmasının sürekli başvurduğu bir bahane haline gelmiştir. Ve soykırımın tarihi anlamı da bizzat Siyonizm tarafından zayıflatılmış, dejenere edilmiştir.

Şimdi sorulacak sorulardan biri basın yayın organında her nedense çok az yayınlanan, Aksa Tufanından sonra İsrail’i terk eden Yahudilerin gerçek sayısıdır! 1 milyona yaklaştığı söylenmektedir.

Gazze Savunma Savaşı ve Rojava Direnişi

İşbirlikçi Arap gericilikleriyle Arap toplumunu bir tutan laik sol kesimler ile Kuzeydoğu Suriye ve Kuzey Irak mahreçli kimi siyasetlerde HAMAS ile İsrail’i sivillere yönelik şiddet eylemleri nedeniyle nerdeyse aynı kefeye koyan eleştirileri görmek büyük talihsizliktir. Bunda kısmen AKP ve Tayyip Erdoğan’ın Gazze savaşından çok önceden beridir HAMAS’ı desteklemesi, meşru-yasal bir güç olarak görmesinin etkisi olduğu düşünülebilir. Yine HAMAS’ın son yıllarda İran’ın açık desteğiyle hareket ettiği, ciddi bir silah ve ekonomik destek aldığı da bir diğer etkendir.

Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinin genelde Ortadoğu özelde Gazze’de süren savaşa ilişkin taktik planda farklı görüş ve çizgilere sahip olabileceğini görmek gerekir. Sahada ABD’ye karşı Rusya, İran ve TC’nin karşıt pozisyonu, bizzat bölge gericiliklerinin hedefi olan Özgürlük güçleri açısından istemese de ABD’yi objektif olarak “dengeleyici” bir güç konumuna getirmektedir. HAMAS’ı destekleyen güçler aynı zamanda Kürt Özgürlük Mücadelesi ’nin düşmanıdırlar. Bu durumu göz önüne almayan analizler gerçekçi değildir. “Dünya kamuoyunda” Gazze savaşına karşı gösterilen ilgi ve hassasiyetin yıllardır Gazze’yi kat kat aşan bir direniş örneği gösteren Rojava devrimi ile Kuzey ve Güney Kürdistan dağ ve tünel savaşlarına karşı gösterilmemesi ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Mezopotamya’nın tüm sahalarında, HAMAS’ın İsrail Ordusu’na karşı yürüttüğü başarılı savaş taktiklerini çok aşan bir devrimci halk savaşı yürütülmektedir.

Gazze savaşının kendisi ve sonuçlarının objektif olarak İran, Türkiye, Rusya, Hizbullah, Güney Yemen/Husiler, Çin, Cezayir ve diğer Avrasyacı güçlere yaradığı bir vakıadır. HAMAS ve diğer bileşenleri Gazze direnişi ile birlikte çok daha keskin biçimde Avrasyalı güçlerle aynı stratejik hatta oturmuştur. Gazze’de savaş sürerken ABD’nin bölgedeki üsleri tamı tamına 100 kez füze saldırısına uğramıştır Husiler Kızıldeniz’de beklenmedik başarılar göstererek ABD deniz kuvvetlerini zora sokmuştur. Bilindiği üzere Ortadoğu’da ABD-İsrail-işbirlikçi Arap rejimleri eksenine karşı Rusya, İran, Suriye ve Hizbullah gibi yarı devlet ve devlet dışı Şii güçlerden oluşmuş bir karşı eksen zaten yıllardır mevcuttur.

Farklı siyasi görüşe mensup güçlerin aynı siyasi hedefe farklı gerekçelerle, farklı yollarla ulaşmak istemesi, nasıl ki sürekli birlikte hareket edecekleri anlamına gelmiyorsa ve mücadelenin stratejik hedefi kadar, zaferin hangi yollarla nasıl kazanıldığı ve hangi amaca hizmet edeceği de bir o kadar önemliyse, bu şartlarda ne Filistin ne de Rojava Direnişi, kutsal özgürlük davası için hiçbir şekilde ne ABD’nin başını çektiği ne de Rusya ve İran’ın başını çektiği güçlere angaje olmayacaklardır.

Rusya, İran ve TC’nin bölgede ABD ve İsrail’e dair planları ile HAMAS’ın, Hizbullah’ın, Halk Cephesi ve Demokratik Cephe’nin planları aynı amaca hizmet ediyor gibi görünebilir ve bugünkü gibi çakışmış ta olabilir. Ki güncel durum bunu gösteriyor.

Ortadoğu coğrafyasında ezelden beridir mücadele eden güçler açısından hiçbir güç, savaşta taktik zenginliği konuşturmaksızın bu bölgede varlığını sürdürememiştir. Büyük güçlerin bölgeye dair hiç bitmeyen emelleri özgürlük için mücadele edenler açısından taktik zenginliği büyük bir zorunluluk haline getirmiştir. Askeri-siyasi çözümlemelerde her zaman gözetilmesi gereken ciddi bir ayrım noktasıdır bu. Ortadoğu’da ideolojik sağlamlık ve taktik zenginlik tarih boyunca mücadelelerin nirengi noktaları olmuştur. Bugüne kadar yürütülen mücadelelerle kanıtlanmış en sağlam iki sonuç budur. İşte tam da bu yüzden Gazze’de süren savaş, içinde olmadığı için yani “askeri bir taraf” olmadığı halde nesnel olarak Rojava devrimini de olumlu etkilemektedir. Gazze’deki düşman güçlerle Rojava’daki düşman güçlerin birbirine düşman olması Bölge Devrimi’nin lehinedir. Bu durum taktik manevralarda bir zenginlik yaratarak direnişi büyütmeye olanak sağlayan birleşik bir alan yaratmaktadır. Gidişata ilişkin sık sık “savaşın bölgeselleşmesinden” bahsedilmektedir. Daha ne olması bekleniyor! Ortadoğu’da savaş bölgeselleşmiştir. Bu beraberinde Bölge Devrimi’nin olanaklarını da artıran bir gelişme değil midir?  Bu şartlar altında Rojava sürekli işgal saldırıları altında aktif savunma savaşı veren bölgenin tek komün gücü, tek devrimci merkezidir. Bu anlamda Ortadoğu halklarının gelecekleri için hali hazırda sırtını dayayacağı ve ilham alacağı tek özgürlük alanı olarak ideolojik, stratejik değeri çok artmıştır.

Savaşan taraflar kendilerini hem sahada hem de diplomatik alanda açıkça ifade ediyorlar. İsrail ve ABD’ye karşı HAMAS ve bileşenleri, yarı devlet Hizbullah, Yemendeki Husiler, Suriye’deki İran yanlısı milisler ve tüm bu güçleri dolaylı olarak destekleyen İran ve Rusya. Seçici olarak kısmen de TC. Yarı devlet ve devlet dışı aktörler ile İran, Rusya ve TC gibi açık-gizli diplomasi ile katkı sağlayan ara güçler hepsi bir aradadır. Bugünden yarına kesin bir sonuca bağlanamayacak ama bölgede emperyalistler arasındaki güç dengelerini sarsacak, bölge gericilikleri ve Arap rejimlerinin müttefiklik ilişkilerini ve savaş planlarını yeniden gözden geçirmesine neden olabilecek ve yeni askeri cephe ve hamlelere kapı aralayacak, ateşkesler olsa dahi siyasi olarak beklenenden daha uzun sürecek bir savaştır bu. Bir 21.yüzyıl savaşıdır.

Geliştirdikleri yeni savaş modelleriyle yarı devletleşmiş güçler ve azımsanmayacak bir askeri-teknolojik güce ulaşan devlet dışı aktörlerin düşünülenden daha fazla belirleyici olduğu savaşlar olacaktır 21.yüzyıl savaşları.

Her şey bir yana İslamcısı, milliyetçisi, sosyalistiyle savaşın asıl muhatabı Aksa Tufanı bileşenleri, siyasi bir kazanım elde edemeyeceklerini hesaplamasalardı, bölge dengelerini alabildiğine sarsan böylesi kapsamlı bir harekâta girişmezlerdi. Arkalarındaki 100 yıllık direniş geleneğini tehlikeye atmazlardı. Hiç bir güç yıllardır verilmiş onca şehidin üzerinden anlamlı bir kazanım elde edemeyeceği, büyük riskler içeren böylesi bir çarpışmaya girmez. Yıllardır “kutsal bir dava” düzeyine yükselmiş Filistin direnişini sonuçsuz bir savaş macerasına kurban etmez.

“Düşman Hukuku” ve “Yasadışı Savaşçı”

11 Eylül sonrasında egemenlerin kullandığı iki kavram “düşman hukuku” ve “yasadışı savaşçı” bunların 21.yüzyılda devletin dönüşümünde oynadıkları stratejik rol üzerinde nedense yeterince durulmamıştır.

Geçmişte içerdeki muhalefet; işçiler, öğrenciler, memurlar, köylüler, kadınlar  “toplumsal muhalefet” şeklinde meşru olarak görülürdü. Hatta bürokrasi ve ordu içindeki bazı kesimlerce zaman zaman desteklenirlerdi. İllegal devrimci-komünist yapılar da kanundışı birer iç tehdit olarak sınıflandırılmakla birlikte meşru bir düşman olarak görülürlerdi. Bugün bunların hepsine birden toptan “düşman hukuku” uygulanmaktadır. Nerdeyse ABD’nin Afgan savaşında Taliban için kullandığı “yasadışı savaşçı” terimi ile adlandırılmaktadırlar. Düşman hukuku her ne kadar savaş hukukunda adı geçmeyen ve yeri olmayan daha çok emperyalist kapitalistlerin kendi pratik-ideolojik ihtiyaçlarına istinaden oluşturulmuş daha doğrusu uydurulmuş bir kavram olsa da işaret ettiği şey, toplumsal muhalefet ve devrimci kuvvetlerin ülke dışındaki düşmanlarla eşdeğer şekilde sembolize edilmesidir. Yakın ve açık bir tehdit olarak hiç dış düşman yoksa bile son yılların icadı “üst akıl” ile işbirliği içinde davranan bir düşman muhalefetidir bu! Devletin ve savaşın niteliğini değiştiren mülahazalardan birisi işte bu yeni gelişmedir. Eski devlet geleneğinde devlet ve toplum arasında bu kadar büyük bir açı yoktu, birbirlerine en azından sosyo-kültürel olarak bu kadar yabancı değillerdi. Süleyman Demirel in fötrü, Ecevit’in kasketi, mavi gömleği, Erbakan’ın ağır sanayi söylemi, Özal’ın şortu vb. tüm bunlar halkı devletin ideolojisine içeren, devlete yaklaştıran sosyalitelerdi.

Belki de gerçek devletin ya da yeni bir devletin ortaya çıktığı zamanlardayız. Devletin bu topraklarda doğup büyümüş kendi gerçek vatandaşlarından oluşan iç muhalefetini artık bir “yabancı” olarak gördüğü son yıllarda defalarca doğrulamış çok temel bir değişimdir. Tek başına paralı askerlik kurumu bile bu yeni gerçekliğin en çarpıcı kanıtı değil mi? Paralı asker için kendi halkı bile artık yabancı bir düşmandır. Yasal meşru bir düşman da değil, yasadışı, gayri meşru bir düşman!

Sınıfsal olarak zaten böyle değil mi? Bunda bir yenilik yok ki! İşte size ciddi bir tartışma konusu… Kaldı ki tüm dünyada belli başlı ülkelerde bir zamanlar Lenin’in tabiriyle “burjuvazinin ahırı” dediğimiz meclislerin, insanları düzene bağlayan bu en önemli parlamenter aygıtın dahi, başkanlık ve yarı başkanlık sistemleriyle rafa kaldırıldığı koşullarda, sözünü ettiğimiz yeni tür yabancılaşma çok daha derinleşmemiş midir? Meclisin yerini Kabine, “Mehmetçiğin” yerini paralı asker, SGK’nın yerini tamamlayıcı sigorta, emekliliğin yerini bireysel emekliliğin aldığı koşullarda, mahkûmlardan bile elektrik ve su parası tahsil edildiği bir gerçeklikte, devlet ile toplum arasında o eski taşralı yerel muhabbet ve güven ilişkisinden artık söz edilemez. Devlet toplumdan çok ama çok uzaklaşmıştır.

Bizce yeni devlet kendi işçi sınıfına, azınlıklara, Kürt halkına, kadınlara, öğrencilere, yoksul köylülüğe sadece bir sınıf düşmanı olarak bakmıyor, yabancı bir düşman gözüyle de bakıyor. Onları bu şekilde sembolize ederek dışsallaştırıyor. Gerici güruhların önüne bu şekilde damgalayarak atıyor.

Emekçi sınıflar tarihte birçok kez kendi devletlerinin dış savaşlarında onun askeri, milisi vb. olarak savaşmıştır değil mi? İşçiler burjuvazinin ve onun devletinin objektif olarak sınıf düşmanıdır ama devletler savaşa girdiklerinde bu kendi sınıf düşmanlarından ordular kurmuştur. Sınıf düşmanından ordular kuran devletin aynı sınıfların içinden çok daha elit paralı ordular kurması, onun emekçi-yoksul asker tabanından kurtulmasını da beraberinde getiriyor.

Patriyot asker yoktur, kafaca lejyoner-leşmiş asker vardır artık. Napolyon’un “yurttaş askerleri” Lenin’in “asker Sovyetleri”  mazide kalmıştır. Türklerde de kutsal sayılan “asker ocağı” bizzat TSK eliyle paramiliter özel savaş tugayları ile MİT’in emrine verilmiştir.

Yabancı Politik

Her yüzyıl kendi savaş ve düşman kavramını geliştirmiştir.

11.ve 12.yüzyılda örneğin Müslümanlar ilk kez Hıristiyanlar tarafından ezeli düşmanlar olarak ilan edilmiş, bunun için Haçlı seferleri düzenlenmiş,14. ve 15. Yüzyıllarda da bu sefer Yahudiler yeni düşmanlar olarak sürgün ve katliamlara uğratılmışlardır.

Yakın geçmişte Ruanda savaşı ve soykırımında Belçika sömürgesi iken benzer dil ve kültüre sahip olmalarına rağmen, sömürgecilerin ayrıcalıklı kıldıkları ve Hutuların üstünde görevlendirdikleri Tutsiler,1994’deki savaşta yerli topluluğa dâhil olmayan politik bir azınlık olarak hedefe konulmuşlardır. Adeta yabancı bir iç düşman olarak tüm dünyanın gözü önünde katledilmişlerdir. Afrikalı bir yazar bu soykırıma ilişkin,” sadece belli bir grubu düşman olarak damgalamakla kalmamış, rahat bir vicdanla yok edilmelerini de sağlamışlardır” diyerek olayın ne denli soğukkanlı bir katliam olduğunu ifade etmiştir.

Tutsileri sadece düşman olarak değil, ”rahat bir vicdanla yok edilecek” bir topluluk olarak ayırmak nasıl mümkün oldu? Ruanda’daki ölümler nasıl genelde sınıf düşmanı değil de yabancı bir iç düşman olarak tanımlanabildi? Soykırımın gerçekten rahatsız edici yanını ortaya çıkaran, yani “düşmanın” tanımını birçok sıradan Hutulu için inandırıcı kılan koşullar neydi? Kendi kandaş-akraba halkını önce bir iç düşmana sonra yabancı bir düşmana dönüştüren nasıl bir tarihtir?

Bir düşünsenize, sen, ben, biz düşünce ve eylemlerimizden dolayı hukuken değil ama fiilen bu ülkenin vatandaşları olmaktan çıkarılıyor ve ülkesi olmayan yabancılar haline getiriliyoruz! Hukuken hakkını aramak mı? Bir yandan görünmez olmamız istenirken, bir yandan her an kanunlara karşı gelmeye eğilimli potansiyel suçlular olarak bunu nasıl yapacağız?  Devletlerin yürütme gücü artık kendi anayasalarını dahi düşman ilan edebiliyor! İşte Türk Yargıtay’ının dünyaya emsal olacak kararı ortada. Aynen Netanyahu’nun izinden gitmiyorlar mı? O da yüksek yargının kimi kritik yetkilerini parlamentoya devredip kendi Anayasasının belini kırmaya çalışmamış mıydı? Yeni devlet budur. Kendi vatandaşını, kendi muhalefetini ve yeri gelir kendi hukuki omurgası, Anayasasını yabancı ve düşman ilan edebilme gücünü göstererek, ileride çokça konuşulacak tarihteki istisnai yerini almaya hak kazanmıştır.

Dünya Anayasaları hükümsüzdür artık! Artık hiçbir yerde savaş hukukuna uyulmamaktadır. Ve artık tüm dünya vatandaşları kendi ülkelerinde birer “yabancı düşman” dırlar.

20.yüzyılda emekçiler ve ezilen halklar devletlerin içerdeki sınıf düşmanlarıydı. Hala sınıf düşmanlarıdırlar ama önemli bir farkla, şimdi ideolojik olarak adeta teritoryal ülke sınırlarından içeriye sızmış yabancı düşmanlar gibi tanımlanmakta ve bu şekilde muameleye tabi tutulmaktadırlar. Bu çok bilinçli ve çok tehlikeli bir dışsallaştırmadır. Hâkim sınıflar bu yaftalamayı devlet terörü ve yargı tehdidi ile besleyip büyüttükleri ideolojik ayrıştırmayla yapıyorlar. Dışsallaştırma yeni devletin ”biyo-politik” niteliğidir. Özünde bir Ruanda pratiği, onun prototipidir. Devrimciler, komünistler, toplumsal muhalefet ve işçi sınıfı “yabancı politik” bir güç olarak linç edilmek üzere gerici güruhların hedefine konulmaktadır artık.                                                                                                                                                                             Devam edecek…