5.Eşitsiz ve bileşik gelişim
Son on yılda çeşitli yeni ampirik araştırmaların eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde ele alınmasıyla bu konuda çok çarpıcı yeni pencereler açılmıştır. Kapitalizmin kökenlerine dair bugüne kadar üzerinde fazla durulmamış, tespit edilse bile kendi dönemiyle diyalektik bağı kurulamamış ya da kuru tarih bilgisi olarak geçiştirilerek gerekli önem verilmemiş kimi olgusal gerçekler Avrupa’yı merkez alan tarih anlayışlarından köklü bir kopuşu beraberinde getirecek özelliktedir. İçinde yaşadığımız 21.yüzyılda geçmişi farklı kaynaklardan yeniden inşa etmenin ve bu yeniçağ için kavram dağarcığımızı geliştirmenin olanakları ciddi biçimde çoğalmıştır.
Eşitsiz ve bileşik gelişme, gelişmenin en genel yasasının çok çizgili bir nitelik taşıdığını ortaya koyarak, tarihsel öncelik varsayımlarına temel teşkil eden “varoluşsal tekilliği” ve buna eşlik eden çizgisel tarih anlayışını aşmak için ihtiyaç duyulan çareyi sağlar.
Genel olarak tarih yazımında özel olarak kapitalizmin tarihsel kökenleri konusunda eleştirdiğimiz yaklaşımları özetleyecek olursak;
-Önde gidenin arkadan gelene kendi suretini gösterdiği çizgisel tarih anlayışı. Başka hiçbir seçenek olamazmışçasına bunun mutlaklaştırılması.
-Ticari gelişim, ticari kar, servet birikimi, dolaşım ve pazarların doğu-batı ekseninde süreklilik arz eden nicel gelişimi. (Adam Smith’ten beri çeşitli varyasyonlarla sürdürülen ticari gelişim modeli)
–Aşamacılık (üretim biçimlerinin birbirini takip etme zorunluluğu!)
–Avrupa içselciliği, yani Avrupa’nın kapitalizmi, dışsal faktörlerden tümüyle bağımsız olarak baş esin kaynağı olarak Roma Cumhuriyeti ve Yunan Polisi olmak üzere salt kendi iç dinamikleri ile geliştirdiğine dair görüşler.(Avrupa merkezcilik/Etnosantrizm.)
–Şarkiyatçılık ve ya Doğu Despotizmi (Asya’daki merkezi devlet ve imparatorluk geleneğinin üretici güçlerin gelişimini engellediği iddiası. Ekonomi dışı zor ’un her daim ve dönem belirleyici olması! )
–Feodalizmin “bölünmüş egemenliğinin” çatlakları, (merkezi devletler değil binlerce beylik, dukalık ve özerk şehirlerden oluşan siyasal sistem) kapitalizmin gelişiminin temelidir şeklindeki anlayış. Kent merkezli teritoriyal olmayan siyasal sistemlerin feodal sistemi yıkacak doğal düşmanlar olduğu ve kapitalizmi doğuracak nüveleri barındırdığı fikri.
Bizim yaklaşımımızın temelinde ise eşitsiz ve bileşik gelişim yasası ve bunun unsurları var. Nedir bunlar?
–Aşamalı veya ilerlemeci tarih modeline karşı eleştirel duruş. ( üretim biçimlerinin art arda gelmesinin mutlaklaştırılması, birinin bitip diğerinin başlamasının kesin çizgilere bağlanması) Aşamalı ya da ilerlemeci tarih anlayışı, tarihin tek bir doğrultuda geliştiği fikridir. Tıpkı mevsimlerin sürekliliği ve değişmezliği gibi.
-Uluslararası olanın belirleyiciliği, (Avrupa ile Afro-Asyatik gelişimin eş kuruculuğu)
–Doğrusal olmayan ilerlemecilik fikri. Tarihsel olarak geride kalanın ileride olana yetişmek için ekonomi politiği kamçılaması (geriden gelenin sıçramalı karakteri).
”Erken ilerlemeci Doğu” ile onun ekonomi politiği üzerinden yükselen ve onu geçen “ Geç ilerlemeci Batı.”
-Çizgisel veya doğrusal olmayan nedensel zincirlerin çoğulluğu.
+Pax Mongolica (dünyanın hastalık yoluyla-veba-birleşmesi)
+ Pax Ottoman (Doğu Akdeniz hâkimiyeti ve Habsburglarla mücadele)
+Afrika sömürgeciliği,(Köle ticareti ve Atlantik kapitalizmi) ,
+ Çin’in ön kapitalizmi ( pusula, barut, matbaa),
+İmparatorlukların “dolgu maddesi” olarak Yahudi sermayesinin kapitalizmin gelişimindeki özgün rolü
-Son raddede kapitalizmi ortaya çıkaran, kapitalizmin hareket yasaları eşliğinde toplumsal mülkiyet ilişkilerinin dönüşümdür.
-Tüm bunların ötesinde, Doğu’ya ait kapitalist olmayan toplumsal biçimler ve üretim tarzları kapitalizmin hareketi içinde tasfiye edilmemişler, bilakis ve bizatihi bu hareketin eş kurucusu olmuşlardır! Kapitalizm feodal, yarı feodal ve köleci üretim biçimlerini kendi öz kuruluşunun hammaddesi yapmıştır. Burada özellikle “tasfiye” kelimesini kullanmıyoruz. Bu kavram toplumsal üretim biçimlerinin geçişsel özelliklerini anlatmak için yeterli değildir. Aşma, sıçrama, eş kuruculuk gibi kavramlar mevcut gelişmeyi çok daha doğru ve bilimsel anlatmaktadır.
6.Roma Cumhuriyeti ve Yunan Polisi
Avrupalıları üstün oldukları vehminin esiri yapan Platon ve Aristo çizgisidir.
“Bir kimseye ne bildiğinden ötürü değil, düpe düz ne olduğundan ötürü efendi denir; köleler ve özgür kişiler de böyledir” (Aristoteles)
“Şu ana kadar tespit edebildiğim kadarıyla yalnızca ama yalnızca Asyalılar kendi doğaları gereği köledir” (Aristoteles)
“Elbette, biz doğanın bazı canlıları bir efendi tarafından yönetilsin, bazıları ise böyle yönetilmesin diye yarattığına emin olabiliriz” (Aristoteles)
Köleliğin Asyalılara, özgürlüğün ise Helenlere uygun bir karakter olarak meşrulaştırılması, hala zihinlerde aşılmayı bekleyen tarihin en büyük önyargısı ve çarpıtmalarından birisidir.
Antik çağda bedenleri adeta “canlı alet” olan ve efendilerinin mülkü görülen köleler hayat ve özgürlük haklarından feragat etmiş olarak sayılıyorlardı. Bu görüşü ilk dile getiren Aristoteles olmuştur. Başka bir deyişle Yunanlılar ve sonra Romalılar barbarları köleleştirirken onlara “alıştıkları gibi” (!) davranıyorlardı.
Helen ve Roma demokrasilerinin katılımcı demokrasiler olmadığı birer azınlık demokrasileri olduğunu bu anlamda üstü örtülü birer oligarşi olduklarını burada hatırlatmakta fayda var. Bu anlamda temsili demokrasinin modern biçimi 19.yüzyıl ise ilk biçimi M.Ö 2.yüzyıldır, bunu bilmekte de büyük yarar var. İşte Romalıların “Yunan özgürlüğü” diyerek eşsiz kıldıkları şey sonradan çeşitli burjuva biçimler alarak bugünlere kadar gelen tamı tamına bu seçkin soylu azınlığın demokrasisidir.
Batı ve Doğu arasındaki ayrım Avrupa’da 16.yüzyılda Reform sonrası dönemde doğal sayılmaya başlamıştı. Geçmişte çok belirgin olmayan sınır belirginleşerek “söylemsel nesnesini” buldu. İnsanların zihninde Rönesans ve Reformdan önce Doğu-Batı şeklinde keskin çizgilerle olmasa da etnik aidiyet ve kültürel farklılıklar elbette vardı ama bu, coğrafi sınırlara, dogmatik önyargılara ve ideolojik bir ayrışıma tekabül etmiyordu. Giderek oluşan Avrupa merkezci anlayışa göre, demokrasi batıya, despotluksa doğuya ait olarak kodlandı.
Batı cumhuriyetçiliği ve Doğu despotizmi gibi “indirgemeci ikilikler” çoktan aşılması gereken, yanlışlanmış tarihsel koordinatlar olmasına rağmen halen yürürlüktedirler.
Avrupa’da yeni kurulan ulus devletlere klasik Yunan ve Roma’ya dayanan şanlı bir geçmiş bahşedilir. Roma şehir cumhuriyeti ve Yunan Polisi adeta uygarlığın çıkış noktasıdır!
Platon ve Aristoteles gibi “tarihsel ayrıcalığa” sahip yazarlar geçmişi Yunanlar ile barbarlar arasında genellikle Yunanların kazandığı “devlerin savaşı” olarak nakleden tarih yazıcılığı biçiminin uygulayıcısıdırlar.
Oysa günümüz araştırmacıları başta Asur, Mezopotamya, İran, Mısır ve Çin üzerine yaptıkları çalışmalarla bunların ekonomik ve teknik olarak ileri medeniyetler olduğunu açığa çıkarmıştır. Sayılan medeniyetlerde bürokrasi, yurttaşlık, para ekonomisi, ticaret hukuku, askeri teknolojiler ve düzenli ordu, ileri derecede sanatsal beceriler, denizcilik ve mimarlık, matematik ve astronomide gelişmişlik, çiftçi-zanaatkâr-tüccar ve ruhban sınıfı ile soylulardan oluşan toplumsal katmanlaşma gibi üst derecede bir devletleşmeyi görebiliyoruz. Sümer ve Mısır mitolojilerinde avamlar ve soylulardan oluşan iki farklı meclisin var olduğu tespit edilmiştir.
Eski Mezopotamya ile Mısır’daki teknolojik başarıların ayrıntılı bir listesini çıkarmak şart değil. Fakat şunu belirtmekte yarar var. Max Weber ’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” nda Batı’nın Doğu karşısındaki i üstünlüğünü göstermek için verdiği örneklerin çoğu yanlıştır. Mesela geometriyi Mısırlıların bulduğunu, Roma hukukunun aslında Beyrut hukuk okulu kaynaklı olduğunu, mimaride “kemer” ve “kubbe” tekniğinin Doğu’ya ait olduğunu vb. çoğu bilimsel, teknik buluş ve gelişmeleri görmezden gelmiştir. Eski Ahit’in bu önemli mukaddes kitabın Doğulu olmasını saymıyoruz bile.(xxx)
Doğu toplumlarının “sivil toplumdan” yoksun olduğu iddiasını öne süren Batılılar bunu Aristoteles’ten miras almışlar, bu yaklaşım Montesquieu, J.J Rousseau, Durkheim ile devam etmiş, Marx’a ve sonra A.Gramsci’ye kadar uzanabilmiştir. Bu anlamda bu tez adeta hiç sorgulanmaksızın doğru kabul edilen bir “ata yadigârı” özelliği sergilemektedir. Örneğin Montesquieu “ Cumhuriyet fazilet, monarşi onur, despotizm ise korkudur” derken “Barbar Doğu” ve onun sessiz, boyun eğmiş kullarının bir “sivil toplum” oluşturamayacağını ilan ediyordu. Bu konuda Marx da bu “ata yadigârı” yanlışa ortak olmuştur. “Doğu’da burjuva ticaretinin birinci temel koşulu eksiktir, yani kişinin can, tüccarın mal güvenliği yoktur” demiştir.
Oysa binyıllar önce uzak mesafe ticaretini ilk gerçekleştirenin Ortadoğu toplumları olduğunu, hatta Doğu Afrika toplumlarının Hint okyanusuna pusulasız açıldıklarını biliyoruz. Bir zebranın gemi ile Çin sarayına kadar götürüldüğünü yazar tarih kitapları! Antikçağdaki Batı Asya ve Çin toplumlarının tüccarın hakları ve mallarının güvenliği ile ilgili medeni yasalara dair en eski tarihi kayıtlara sahip olduklarını da artık biliyoruz.
Aristo’nun temel çelişkisi köleliği Doğu’da aşağılayıcı bir sıfat olarak kullanırken Batı’daki pleplere uygulandığında bunu sadece “doğal bir hak” olarak görmesidir. Batı da köle, köle olmakla aşağılanmış sayılmayıp, sadece bir mülkiyet olurken, Doğuda köle mülk edinmenin ötesinde aşağılanıyordu da. Demek ki ırkçılığın doğuşunu ilk buralarda aramak gerekir. Irkçılık kölelikten doğmuştur. Kölelik ırkçılıktan değil! Eserlerinde sözünü sadece soylulardan, soyluların yönetiminden yana kullanan Aristo ve Platon Avrupa merkezci anlayışların temel düşünce dayanağı ve atası sayılmalıdır.
7.Tarihsiz Halklar
(Bu başlık Komün dergisinde yayınlanan ve M.Aytunç Altay’ın ulusal sorun üzerine katıldığı konferansta yaptığı konuşmanın “Tarihsiz Halklar” ile ilgili bölümünün özetidir.)
“Marx ve Engels’in Hegel ’den devraldıkları “tarihsel ulus” ve “tarihsel olmayan ulus” ayrımı var. Mesela tarihte devlet olmuş ulusları “tarihsel ulus” olarak değerlendiriyorlar, bunlar geleceğin yönünü belirleyecek uluslar. Hegel ’de devlet tarihin motoru rolünde. Devlet olmamış uluslar ise, onlar açısından tarihsel olmayan uluslar. Şimdi bu çerçeveden baktıklarında mesela Hırvatistan’ın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kopmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Çünkü Hırvatlar “tarihsiz ulus”, üstelik onların ayrılması Rusya’nın işine yarar. Keza Çeklerin kopmasına karşılar. Çekler de tarihsiz ulus. O yüzden bağımsızlık istediklerinde zorla bastırılmalarının müstahak olduğunu bile söyleyebiliyorlar Ama buna karşılık, Polonya’nın bağımsızlığından, Macaristan’ın bağımsızlığından yanalar. Böyle ayrımlı bir tutumları var. Bu ayrımda temel kıstas ise küçük ulusun bağımsızlığının tarihsel ilerlemenin çıkarına olup olmaması. Tarihsel ilerlemenin çıkarına uygun olan hangisiyse, ona göre ayrılmak veya ayrılmamak…
Bu dönemin ulus tartışmalarını çoğumuz biliyoruz. O dönemde dil ve kültür bakımından ortak bir toplumun aynı zamanda devlet sınırlarıyla çakışmasını savunan bir yaklaşım meşru. Yani “her bir dile bir devlet”. Mesela Mazzini adlı İtalyan siyasetçinin görüşü bu. Oysa bu isabetli bir şey değil. Zaten Avrupa’da millet ve devlet sınırlarının çakıştığı sadece 12 tane devlet var. O tarihte Avrupa’daki devlet sayısı 28. Hiçbirisinde ulusun teritoriyal sınırları ile devletin siyasal sınırları tam çakışmıyor.
O dönemde başlıca iki tür milliyetçilik var. Birincisi Fransız, diğeri Amerikan milliyetçiliği. Bu iki tip milliyetçiliğin Alman milliyetçiliğinden farkı var. Fransız milliyetçiliği ve Amerikan milliyetçiliği burjuva demokratik devrimin içerisinde oluşuyor. Her ikisinde de milliyetçiliğin devrimci bir çıkışı var. Ve her iki milliyetçilik de, hem Fransa hem Amerika’da vatandaşlığı esas alıyor. Hukuk temelli ve kapsayıcı. Yakın dönemde bir milliyetçilik tartışması olmuştu; kapsayıcı milliyetçilik ve dışlayıcı milliyetçilik. O anlamda bunlar “kapsayıcı” milliyetçiliklerdi.
Alman milliyetçiliği ise vatandaşlık hukuku temeli üzerinden gelişmiyor. Gecikmiş bir uluslaşma var Almanya’da. Ulusal birliğini sağlayamamış henüz. 38 ayrı prenslik var. Almanya’da bu uluslaşmanın gecikmesi nedeniyle bazı aydınlar, sanatçılar, romantik dil ve kültür temelli bir milliyetçiliği savunuyorlar. Vatandaşlık ve hukuk temelli bir milliyetçilik değil. Köklerimize dönüş, köylü kökümüze dönüş, Almanlar için Töton Şövalye geleneğinin canlandırılması… Aynı zamanda folklorik bir milliyetçilik bu. Dil ve kültür temelli bu milliyetçilik Almanya’da daha sonra faşist milliyetçiliğin gelişmesine hizmet ediyor.
Sonuç olarak, bu dönemde Marks ve Engels’te ulusların kaderini tayin hakkı diye genel bir hak tanımına rastlamıyoruz. Farklı olarak bu dönemde Bakunin’in bu hakkı kabul ettiğine işaret edelim.”
8.Batı’nın Sosyolojisi Doğu’nun Uygarlık Dehlizleri
“Artık hiçbir tarihçi kapitalizmin ortaya çıkışından önce Avrupa dışındaki diğer bölgelerde,- Asya, Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Afrika- ticaret ve teknolojinin önemini ya da Avrupalıların ulaştığı gelişme düzeyinin nısbi geriliğini inkâr etmez” (Ellen M. W)
Özellikle 13.ve 17.yüzyıllar arasındaki karmaşık meseleler çok dar ele alınmış ve döneme dair tarih okumaları Avrupa merkezcilikleri nedeniyle hiç te çözümleyici olmamıştır. Her şeyden önce Avrupa’da kapitalizmin gelişimi salt onun içsel ekonomi-politiği temelinde ele alınmıştır. Oysa Avrupa’nın gelişimi kendi teritoryal sınırlarının ötesindedir. Uluslararası iş bölümü ve uluslararası siyasi, askeri ve ticari ilişkilerle iç içe gelişmiştir. Diğer bir deyimle Avrupa’nın tarihsel sosyolojisi ile Batı dışındaki uygarlıkların jeopolitiği kapitalizmin gelişiminde iç içe rol oynamıştır. Batı sosyolojisi Doğu’yu öteki ve yabancı olarak dışladıkça, Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Asya ve Afrika jeopolitiği ticaret yolları, hammadde ve pazar ilişkileriyle Batı’yı kendine doğru çekmiştir. Burada en mühim nokta Batı sosyolojisinin Doğu dünyasının ticaret yolları ve hammadde pazarını ele geçirdikten sonra yaratıldığıdır. Yani Batı’nın yarattığı ötekileştirmenin ekonomik temeli vardır, bu çok barizdir. Tüm o aşağılama ve hor görmeler, kültürel olarak gelişmemiş ilan etmeler bunların temelinde aslında Doğu’nun sömürülmesi ve sömürgeleştirilmesi vardır. Yoksa Doğu’nun uygarlık ve kültür değerleri Batı için ulaşılması güç ve hayranlık verici dehlizler ve teknolojik yeteneklerle doludur.
Örneğin 13.yüzyıldaki Moğol istilasının (Pax Mongolica) veba ve askeri teknoloji transferiyle Avrasya’yı Avrupa’ya bağlayan “küreselleştirici” etkisi. Buna dünyanın “hastalık yoluyla birleşmesi” deniliyor.16.yüzyılda Osmanlı-Habsburg mücadelesinin (Pax Ottoman) dolaylı olarak Hollanda ve İngiltere’nin daha özgür ve hızlı gelişimine neden olması. Vebanın Osmanlının Avrupa’ya yayılmasında adeta bir “müttefik” olması (Yalçın Küçük). Amerika’nın “keşfi” ile köle emeği ve plantasyon kapitalizminin Avrupa’da sanayi kapitalizminin gelişmesinin asıl kaynaklarından biri olduğu. Çin’in 18.yüzyıl “ön-kapitalizminin” İngiltere sanayi kapitalizminin transfer ettiği bir tür tasarım teknolojisine sahip olması. 14.yüzyılda Veba salgını ile gelişen “büyük kıtlığın” Avrupa’da yarattığı demografik ve feodal kriz. Bunların çoğu geniş bir şekilde ele alınmamıştır. Kapitalizmin kökenlerine ve gelişimine ilişkin direkt etkileri dünya tarihsel gelişiminin arka planı olarak yeterince analiz edilememiştir.
Aydınlanma düşünürleri ve sonrasında Hegel gibi felsefeciler ve yakın dönem Avrupalı çoğu Marksist, kapitalizmin kökenlerinde Batı dışı, Doğu’ya ilişkin herhangi bir etkiyi göz ardı ederek salt Avrupa içi tarım ve toprak meselelerinden (”Çitleme”) ,yanı sıra Avrupa’da merkezi devletler olmaması ve mülkiyetin parçalı olması gibi nedenlerle kapitalizmin ilk olarak İngiltere kırsalında ortaya çıktığını ileri sürerek,- bu elbette doğru- ancak burada başka hiçbir etkeni söz konusu etmeyerek son noktayı koymuşlardır.
9.Tarihe modernitenin dışından ve bugünden bakmanın önemi
Peki, neden bu konuya yeniden geri dönüyoruz? Çünkü özellikle şimdi,21.yüzyılın ilk çeyreğinde uygarlığın aslında barbarlığın ta kendisi olduğu çok daha somut kanıtlandığı için asıl bu dönemde, kapitalizmin kökenlerini yeniden ele alıyoruz. Aslında bu konuda kimi öncü yazı ve çalışmalarımız olmadı değil.(xx)Bunlar daha çok ideolojik eleştirilerdi. Maddi tarihsel kaynakları zayıftı. Kapitalizmin kökenlerini yeniden düşünmek ideolojik ufkumuzu yenileyecek ve yeni bir paradigmanın öncüllerini yaratacaktır, bundan kuşku duymayalım.
İkinci olarak kapitalizmin tarihinin farklı analizlerinin onun aşılmasında yeni stratejileri doğuracağını düşünüyoruz. Son olarak, mevcut çok kutupluluğun çok yeni jeopolitik gerilimlere yol açtığı, emperyalist bölüşümün “olağan” seyrinin tıkanarak kendine yeni alanlar açmak için savaşlar dışında başka seçeneğinin kalmadığı günümüzde devletlerin, sınıfların ve halkların yeniden saflaştığını, eski ittifakların dağıldığını, yenilerinin kurulduğunu görüyoruz. Devletler, sınıflar ve halklar hemen her gün adeta hayatlarını darmadağın edecek yeni bir saldırının gelmekte olduğu hissiyatı içinde kıvranmaktadırlar. Zamanın içinde ona hâkim olamamak ve onun içinde sürükleniyor olmak baskın olan budur. Tedirginlikle bekleyiş içinde muhtemel yeni sürprizlere sürekli hazırlıklı olmak ve sonuçlandığında buna adapte olmak hâkim davranış ve ruh halidir.
Bakıyorsunuz iki ay önce Putin’e başkaldıran Wagner lideri “beklenmedik bir anda” ölüveriyor! Ya da yüzyılların sömürgeci gücü Fransa’nın Nijer’deki askeri darbe ile kıtadaki saltanatı bir anda sallanıveriyor. Ya da Hindistan Ay’ın bugüne kadar hiç inilmemiş Güney bölgesine inerek uzayda beklenmedik bir ilki gerçekleştiriyor. Birleşmiş Milletler bunca kargaşanın içinde “iklim göçü ”nün artık resmiyet kazanan bir ekolojik olay olduğunu ilan ediveriyor.
Özellikle Rojava ve Güney Kürdistan’a ilişkin yapılan tespitler gün geçmiyor ki yeni biçimler alarak politik denklemleri değiştirmesin. Kerkük’ten dışlanan Barzani bir anda bölgeye geri dönüyor. Deyrizor’da Arap aşiretlerinin Suriye ve İran tarafından QSD’ye karşı kışkırtmasıyla beklenmedik çatışmalar oluyor. İŞİD’e karşı binlerce şehitle kurulan Kürt-Arap birliği ki bu Ortadoğu tarihindeki en üst Kürt-Arap birliği olarak kayıtlara geçmiştir, sömürgeci devletler tarafından ortadan kaldırılmak isteniyor. İran, Dağlık Karabağ’ın düşmesinden sonra TC ile Azerbaycan arasında açılması düşünülen Zengezur koridoru konusunda Türkiye ve Azerbaycan’a nerdeyse nota veriyor. Çin’in “Kuşak ve Yol” güzergâhına alternatif olarak ABD öncülüğünde Hindistan Mumbai limanından başlayıp Suudi Arabistan, BAE ve İsrail üzerinden Doğu Akdeniz’ e ve oradan Yunanistan Pire limanına kadar uzanan bir yeni ticaret ve taşımacılık hattının devreye sokulması da yeni jeopolitik gerilimlerin bir saç ayağı olarak karşımıza çıkıyor. Fransa Ukrayna’da Rusya’ya karşı NATO gücünün artık sahaya çıkması gerektiğini söyleyerek nükleer savaş çığırtkanlığı yapıyor. TSK ve MİT Suriye’den sonra Irak içlerine doğru da derinlik stratejisine geçeceğini şimdiden tüm dünyaya duyuruyor. Yürüttüğü sömürgeci- namert savaşta Suriye-Irak içlerine doğru nerdeyse üç tane Kıbrıs yüzölçümüne bedel bir bölgeyi alenen işgal ve ilhak edeceğini ilan ediyor. En son sürmekte olan Aksa Tufanı ile Gazze’den Kızıldeniz’e Lübnan’dan Erbil’e bölgesel bir savaşın eşiğine gelindiğini görüyoruz. Bölgenin mazlum halkları dışında aslında hiç kimse savaşın bitmesini istemiyor, karşıt hegemonik güçler meseleye salt jeopolitik bakıyor. Katledilen otuz bin kişinin yirmi bininin çocuk olduğu hiç kimsenin umurunda bile değil.
Kötülüğün en radikal halinin küresel bir hal aldığı, mazlumların katledilmesi karşısında bir yandan hamasi nutuklarla Siyonizm ‘kınanırken’ diğer yandan Siyonizm’le ticaretin sürdürüldüğü büyük bir ikiyüzlülük yaşanıyor. Paraşütlerle Gazze’ye yardım paketleri atan ABD, İsrail havalimanlarına askeri mühimmat yığmaya devam ediyor. Refah sınır kapısına Kızılay-AFAD tırları yollayan TC, İsrail’e aynı anda gemilerle gübre ve çelik yollamayı sürdürüyor.
Özellikle dış politika, diplomasi ve vekâlet savaşlarında eski geleneksel ve yerleşik uluslararası savaş hukukunun asgari normlarının bile ihlal edildiğini, inanılmaz ölçüde baş aşağı çevrildiğini görüyoruz. İHA ve SİHA’ların, özel paralı orduların, kimyasal gaz ve lokal nükleer silahların kullanıldığı günümüz savaşları en namert savaşlardır. Dünya haritasının yeni bir “yapboz” tahtasına dönüştüğü, hızlı ve beklenmedik jeopolitik gelişmeler karşısında tutum almanın hayli zorlaştığı ve hiç kimsenin, hiçbir grubun veya hiç bir devletin eski konumunu yitirip yitirmeyeceğinden kesin emin olamadığı zamanları yaşıyoruz. İstisnasız tüm devletler dış tehditlerden bahsederken bunların “an meselesi” olduğunu kendi toplumlarına büyüteç altında dikte ederek mevcut olağan hukuklarını askıya almayı meşrulaştırabiliyorlar. “Politikanın yerini artık polis almıştır” belirlemesi sadece muhalif ve iktidar karşıtı çevrelerde değil burjuva hiziplerde dahi çok yaygın bir görüş halini almıştır. Siyasetin polise dönüşmesi faşizmin normalleştirilmesidir.
Ciddi değişimlere gebe yeni bir dünya durumu ile karşı karşıya olduğumuz aşikâr. Herkes bu konuda hemfikir. O halde madem yeni bir eşikteyiz dünya tarihine günümüzden geriye doğru yeniden ama bu sefer “çok merkezli” ya da tek bir merkeze bağlı kalmaksızın, klasik modernitelerin dışından bakmak gerekiyor.
Önde gidenin geriden gelene kendi suretini gösterdiği çizgisel tarih anlayışının artık esamisinin okunmadığı dönemlerdeyiz. Hayat ilerlemecilik fikrini tedavülden kaldırmıştır. Günü geldiğinde geriye dönüp bakmak bir ihtiyaçtır ve bu, gelecek tasarımında yeni bir pencere açabilir. İşte zaman, o zamandır! Kapitalist modernitenin kökeni ve gelişimi geçmişte batı merkezli ele alınmıştır. Ancak şimdi politik hareketin yeni bir dinamiği olarak doğu ve batının eş kuruculuğu temelinde ele alınmalıdır. Bugün Doğu’nun siyasi kalbi büyük göçlerle Batı’da atarken Batı’nın ekonomik kalbi Doğu’dadır. Batı’da metropollerin muhalif, eleştirel gücü ile ayaklanma dinamikleri kadınlar, gençler, göçmenler, mülteciler ve yabancı işçilerden oluşan emekçilerdir.(Siyahi halklar, Kürdistanlılar, Filistinliler, Müslüman Arap emekçiler, Asyalı işçiler, Hispanik toplumlar) Başta elektronik, otomotiv ve kimya olmak üzere nerdeyse tüm emperyalist tekellerin üretim üs ve faaliyetleri ise ucuz iş gücü olan Asya’yı mekân tutmuştur.
Doğu-Batı, Kuzey-Güney gibi tarihsel gerçeklerle uyuşmayan, toplumsal mücadeleleri anlaşılmaz kılan, ideolojik ön yargılarla dolu ikilemlerin aşıldığı bir devrim perspektifi dünya halklarının ihtiyacı olan şey, budur. Dünyanın içinde bulunduğu durum bu tarz ayartıcı vektörel ikilemlerle, merkez-çevre sosyolojisiyle, az ve orta gelişkinlik gibi hiç niyet etmese bile sömürgeciliği aklayan siyasi kategorilerle anlaşılamaz. Devrimci mücadele ekseninin eş kuruculuk üzerine inşa edilmesi başarıyı getirecek olan yegâne imkândır.
10.Eş Kuruculuk!
Kapitalizmin Doğulu Kökenleri
Aslında Avrupa insanlık tarihinde uzunca bir süre dünya işlerinde pek te önemli bir yer işgal etmedi.
Kapitalizmi Avrupa’nın dışına doğru uzatmanın bilimsel-felsefi-iktisadi ve sosyolojik öncüllerine çoktan ulaşılmış bulunulmaktadır. Bu birçok şeyi değiştirir! Doğu ile Batı arasında bilinçli olarak göz ardı edilen en temel olgulardan birisi “eş kurucu” ilişkilerdir. Anahtar kavramımız budur.
İddiamız modern kapitalist dünyanın oluşumunda Batı Avrupa’nın ilk, öncü ve tek merkez olmadığı, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimiyle “geri kalanlar” ile (Doğu!) müştereken “eş kurucu” temelde oluştuğudur. Avrupa içi üretim ilişkileri ile dünyanın geri kalan bölgeleri arasındaki uluslararası iş bölümü önde gidenin arkadan gelene kendi suretini gösterdiği geleneksel Marksist bakış açısı ile açıklanamayacak bir çeşitlilik arz etmektedir. Bu anlamda son yıllarda kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkışına yol açan çok sayıda failin “kayıp tarihinin” yeniden gün yüzüne çıkarıldığı bir süreç yaşanmaktadır.
-Hristiyanlığın aslında Afrika’da Avrupalı misyonerlerden çok önce M.S 2.ve 3.yüzyıldan beridir var olduğu.
-Helenizm’in sadece Batı değil, hem doğulu hem batılı köklerinin ortaya çıkarılması. Doğu Akdeniz ve Ön Asya’daki uygarlık ve kültürlerle birlikte kendi zamanının evrensel bir kültürü olması. Ta ki Büyük İskender’in fetihlerine kadar.
-Afrikasız bir tarih anlayışının yıkılarak, Afrika’nın dünya tarihinde hak ettiği yeri alması, Afrika tarihini göz ardı eden batılılar karşısında Afrika tarihini 1950’lerden sonra bizzat devrimci Afrikanistler ’in yazmaya başlaması.
-Moğolların getirdiği Kara veba ve salgınlarla dünyanın hastalık yoluyla birleşmesi.
-Moğol İstilasının sadece salgını değil askeri teknolojiyi getirmesi ve ticaret yollarının güvenliğini sağlaması ile küreselleştirici etkisinin kendini daha belirgin göstermesi.
-Vebanın yarattığı ölüm ve yıkımların Osmanlının Avrupa’ya girişini kolaylaştırması, köylü isyanlarını tetiklemesi, kadınları özgürleştirmesi ve kiliseye karşı inancın yitirilmesine neden olması.
-Ortaçağ’ın aslında o kadar da karanlık olmaması, birçok üniversitenin bu dönemde kurulması.
-Engizisyonun kuruluş nedeninin yine vebanın bir sonucu olarak Hristiyan halklarda agnostizm ve heterodoksiyi geliştirmiş olması; bunun dolaylı bir sonucu olarak İspanya ve Portekiz’den Yahudilerin sürgün edilmesi.
-Osmanlı-Habsburg imparatorlukları arasındaki mücadelenin, Habsburglar’ı (Almanya, Avusturya ve Fransa) zayıf düşürdüğü için rakipleri olan Kuzey-batı Avrupa’yı (İngiltere ve Hollanda) Avrupa’nın diğer bölgelerinden daha özgür ve hızlı gelişimine neden olması.
-Kara Ölüm ’ün en ciddi sonuçlarından biri yarattığı “büyük tarımsal kıtlık” nedeniyle feodalizmin 14.yüzyılda krize girmesidir. Bu beraberinde köylü isyanlarını da tetiklemiştir. Avrupa’daki isyanlar bir yandan serfliği özgürleştirirken diğer yandan gıda kriziyle azalan nüfus sonucu çalışacak köylüyü bulamayan feodal senyörleri güçten düşürmüştür.
-Okyanus denizciliği ile uzak mesafe ticaretini Doğu’nun büyük yelkenlileri geliştirdiyse, Afrika ve Asya’yı kapitalist sömürüye açan Batı’nın buharlı gemileri olmuştur. Dünya ticareti okyanusları, kapitalizm ise nehirleri aşarak gelişti. İç nehirler vasıtasıyla Afrika ve Çin’in merkezine kadar yol alabilen dayanıklı, ateş gücü yüksek buharlı gemilerin icadı, klasik sömürgeciliği tamamlayan en önemli teknolojik gelişme olmuştur.
-Keşiflerle artan ticaret ve mübadele köleciliği ve plantasyon kapitalizmini geliştirmiş bu da Avrupa’da sanayi kapitalizmini geliştiren parasal birikim kaynaklarından biri olmuştur. Afrika’dan 11 milyon kölenin Güney Amerika ve Karayiplere taşındığı tespit edilmiştir.
-İngiltere’nin sanayi kapitalizmine geçişinde Çin’in söz uygunsa “tasarım teknolojisi” belirleyici olmuştur. Tasarımı yapan Çin, üretim teknolojisini geliştiren ise İngiltere olmuştur.
-Çitleme, sadece İngiliz soylu sınıfının değil, daha sonraları Osmanlı ve Rus imparatorlukları ile ABD’nin de çok büyük arazilerde gerçekleştirdiği vahşi bir dönüşümdü. Osmanlı devletinin 19.yüzyıldaki modernleşmesine Toros ve Ege bölgesindeki Alevi göçerler ile Kürt dağlarındaki Koçerleri “uygarlaştırması” eşlik etti. Osmanlı’nın batı kapitalizmiyle bütünleşmesinde böylesi bir Şarkiyatçılık vardır. Osmanlı Şarkiyatçılığı. Bu self-oryantalizm Kemalist Cumhuriyetle devam etmiştir. Keza Çarlık Rusya’sı da modernleştirme çabalarının bir parçası olarak göçebe nüfusu yerleşik hayata zorladı. Kuzey Amerika yerlilerinin ise çitlemenin peşi sıra yerleşik hayata çok azı geçebildi milyonlarcası yok edildi.
-Topraktaki mülkiyet için Avrupa’dan farklı bir üretim tarzıdır denilerek oluşturulan “Asya tipi üretim tarzı” Doğu toplumlarının “durağan” ve “iç dinamikten yoksun” olduğunun teorileştirmesine hizmet etmiştir. Ancak devletin köylüyü direkt kendisinin vergilendirmesi Fransa’da da vardı! Toprak sahibi sınıflar sadece İngiltere’de devlete yaslanmıyorlardı.
Tüm bunlar sadece eş kuruculuğun tarihsel temellerini değil tersinden bir oryantalizm (Doğuculuk!) yapmadığımızın da maddi birer göstergeleridir.
Kapitalizmin doğulu kökenleri, Avrupa’yı kapitalist modernitenin “imtiyazlı mekânı” olmaktan çıkarmıştır.16.yüzyıldan itibaren Avrupa’da ticaret ve sanayinin yükselişe geçişi, Pax Mongolica, Osmanlı imparatorluğu, Hindistan, Çin, Afrika ve Yeni Dünya olmasaydı, bu ülkelerle karşılıklı ticari, siyasi, askeri ve kültürel ilişkiler kurulmasaydı ve Ortadoğu, Asya, Afrika ve Çin jeopolitik olarak Avrupa’yı kendine doğru çekmeseydi bambaşka bir geçiş süreci olur ve sonuçta bunun adı da “kapitalizm” olmayabilirdi.
Avrupa’da oluşan örtülü ücretli köleliğin kökeni Atlantik’te oluşan çırılçıplak köleliktir der Marx. Beyaz adam uygarlığını Afrikalı siyahi halklar üzerinden inşa ederken bunun henüz adı konulmamış yeni bir sömürü sisteminin temeli olacağını kim tahmin edebilirdi ki?
Kapitalizmin ilk İngiltere kırsalında ortaya çıkışı, dönemin feodal beylerinin “çitleme” ile böyle bir sonucu alacaklarını önceden düşündükleri için değildi elbette. Kapitalizmin, modern anlamda, toplumsal mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü ile ücretli işçiliği ve artı-değeri ortaya çıkarması ne üreticilerin ne de feodal-prekapitalist zümrelerin aklından geçen bilinçli bir girişimdi. Sömürünün merkezindeki altın değerindeki cevheri,-artı değeri- çok sonradan keşfeden Adam Smith olmuştu. Bu demek oluyor ki, o döneme kadar sermayedarlar kazandıkları artı-değerin artı değer olduğunun da farkında değillerdi. Fazladan kar ediyorlar ama bunun maddi kaynağının, emek gücünün niteliğinden kaynaklandığını bilmiyorlardı. Sermayedara göre özgür bir akitle karşılıklı yapılan iş sözleşmesiyle işçi emeğini satarak geçimini sağlıyor, fabrika sahibi de bunun karşılığında imal edilen ürünleri pazarlayarak birikim yapıyordu! Yani zenginliğine zenginlik katıyordu. Başlarda hiç kimse işçinin çalışma süresinin yarısını ücretsiz olarak patrona adeta hibe ettiğinin farkında değildir. Gülhane parkındaki ceviz ağacı misali ne sen, -işçi dostum- bunun farkındasın ne de patron bunun farkında!
Çitleme ile feodal senyörlerin pre-kapitalist “ilkel birikiminden” kentli soyluluğun kapitalist “sermaye birikimine” geçilmiştir. Bu elbette sanıldığı kadar kısa bir süre içinde gerçekleşmemiştir. Feodalizmle kapitalizm nerdeyse 200 yıl iç içe yaşamışlardır. Uygar toplum ancak kendinden önceki toplumla birlikte var olur. Bu husus tıpkı işçi olmadan kapitalizmin olamayacağı gibidir. Uygar toplum, yani, medeniyet, mevcudiyetini neolitik ve köleciliğe bunlardan devraldığı ve gasp ettiği değer ve zenginliklere borçludur. Değer gaspı ile yeni değerler yaratan feodalizm daha sonra kapitalizm tarafından gasp edilmiştir. Ama köhnemiş yanları ayıklanarak, en iyi yanları seçilerek.
Kapitalizmin “en saf hali” ile ilk kez İngiltere’de ortaya çıkışı, kapitalizmin kökeninin keşfedilmesinin ötesinde, çoğu aydın tarafından başlı başına bir ilericilik, bir üstünlük olarak ele alınabilmiştir. Kapitalizmin ilk İngiltere’de ortaya çıkışının bu şekilde payelendirilmesi, ancak bu gelişimi sağlayan olay ve olguların çoğunun Mezopotamya, Çin, Doğu Akdeniz, Mısır ve Afrika kaynaklı oluşunun, hatta Yahudi modernitesi ve plantasyon kapitalizmi ile ilgisinin önemsizleştirilmesi; içinde Marksistlerin de bulunduğu Avrupalı aydınların en kötü maharetlerinden biri olmuştur. Afrika’nın köle ticareti ve Plantasyon kapitalizmiyle sömürüsünü ve çok uluslu imparatorlukların içine gömülü kozmopolit Yahudi sermayesini göz ardı eden, bunların üzerinden atlayarak direkt İngiltere’deki çitleme olayına odaklanan bir sanayi kapitalizmi çözümlemesi, sonucu sebeplerden bağımsız ele almasıyla tarih ve bilim dışıdır.
Werner Sombart’ın “Yahudiler ve Modern Kapitalizm” çalışması kimi abartılı yanlarını bir yana koyarsak kapitalizmin kökenleri açısından gayet önemli verilere ve tarihsel belgelere sahiptir. Kapitalizmin gelişiminde Yahudi kavmi ile Yahudi ulus/devletçiliğinin etkinliğini görmemek imkânsızdır.
Devam edecek…