Anasoylu Toplumlardan 21. Yüzyıl Kadın Devrimlerine – Yılmaz Kara

21. yüzyıl, dünyanın birçok yerinde kadınların gelişen isyanlarıyla birlikte, aynı zamanda kadın devrimleri yüzyılı olacağını belli etti. Kadınlar, kendilerine erkek egemen dünyanın biçtiği sınırlara artık hapsolmuyor. Tarihin ilk ezileni, sınıflı toplumların ilk kölesi kadın, kapitalist üretim ilişkileri ne kadar gelişirse gelişsin, görünmeyen emeği ile hala eziliyor ve sömürülüyor. O, bu dünya dönsün, azami sömürü çarkı işlesin diye aile denilen cendereye hapsedilmek isteniyor. Ancak hiçbir şey kadının, kendi kaderini belirleme isteğine ket vuramıyor artık. Kırılan kemik, çürüyen ete rağmen kadınlar, gökkubbenin altında hakları olan yeri istiyorlar. Ve 21. yüzyılda emperyalist-kapitalist dünyayı sarsacak devrimlere karakterini veren temel dinamiklerden birini kadınlar oluşturuyor.

Kadınlar, artık dışlarında ve üstlerinde hayatlarına hükmeden kimse olsun; bedenleri, emekleri ve kimlikleri üzerinde kimse söz kursun istemiyorlar. Dünyayı bir boydan bir boya sarsan isyanlarda kadınların bu kadar öne çıkması, hatta İran’da olduğu gibi isyanın fitilini ateşlemesi, baş aktörü olması tam da bu nedenle. Bu dünyada kadına biçilen hayatı artık kadınlar istemiyorlar. Kadınlar, tarihten aldıkları güç ve sınıfsız, sınırsız, cins ayrımsız bir dünya düşüyle geleceğe yürüyecek ve 21. yüzyıl devrimlerini kadın rengine boyayacaktır.

Bu yazımızda kadının, sınıflı toplum/ataerkil ideoloji-mitoloji tarafından bilinç altına atılan gizil gücünü görebilmesini sağlayacak olan tarihe odaklanacağız.

Tarih sadece egemenlerin değil, aynı zamanda erkek egemen sistemin tarihi olagelmiştir. Kadına tarih kitaplarında nadiren rastlarız. Ya saray entrikalarında ya da çeşni olsun diye verilen birkaç sosyolojik veride. Klasik tarih ortaya çıkınca zaten kadının tarih yazma şansı imkansızlaşmıştır. Bir bakıma devleti kuran şaman (rahip), tüccar, şef ittifakı zaten erkeklerden oluşur ve bu ittifakı geliştirmek için önce kadına köleliliği içsel bir olgu olarak yerleştirmeye çalışırlar. Ayrıca tanrıça mitini ve onun şahsında kadını değersizleştirmek, saygınlığını azaltmak için yazılı tarih, oldukça kullanışlı bir araç olagelmiştir. Örneğin Mezopotamya coğrafyasında Tanrıça İnanna, toprak ana ile eş tutulur, yaratıcı konumundadır. Fakat erkek egemen ideoloji üzerine kurulu Sümer Devleti, tabletlerde bu durumu tersine çevirmek için İnanna’yı yaratma gücünü kaybetmiş, düzen bozan bir varlık olarak anlatılır. Sümerlerin tanrısı, tanrıça İnanna’yı defalarca bozguna uğratır. Yine sınıflı toplum yaşamını düzenlemek için çıkarılan yasalarda, kadının geçmişten gelen saygınlığı, erkeğin lehine değiştirilir. Kadının çok eşililiği yasaklanır, kadının rolü erkeğine saygılı bir eş olmaktır artık; erkeğin kadına şiddeti yasal güvence altına alınır. Yazının, söze göre daha etkili ve kalıcı bir aktarım aracı olduğunu düşünürsek, kadının çağlar boyunca nesilden nesile aktardığı sözlü kolektif bilinç yıkıma uğratılmış, kadının gerçek tarihi, yazılı tarih öncesinde kalmıştır. Ama bu imkansızlığa rağmen kadınlar, uygarlık tüm dünyayı fethetmeden önce, sınıflı uygarlığın tarihine de girmeyi başarabilirler. Tomris ve Boudicca, kadın egemen geleneğin, klasik tarihe not düşebilen iki önderi oldular.

Klasik tarihin bile yoksayamadığı Massagetlerin önderi Tomris

Tomris’in hikayesi M.Ö 6.yy’da geçer. Bugünkü Bodrum topraklarında yaşayan “Tarihin Babası” olarak adlandırılan Heredot’a göre Tomris, Massagetler’in Kraliçesi’dir. Ancak Heredot, hanedanlığın veya soyluluğun olmadığı bir yönetim  ve yaşayış şeklini bilmez. Eğer bir lider varsa o ya Kral ya da Kraliçe olmalıdır. Fakat Tomris ve Massagetler durumu böyle mi tarif ederlerdi ya da insanlar onlara tıpkı Osmanlı’daki gibi tanrıdan gelen bir güç mü bahşetmişlerdi? Bir çok tarih kitabında “tarihte bilinen ilk kadın hükümdar” diye geçer. Ama aslında kadının eve kapatıldığı, bilinen dünyada kadının özgür olduğu son kalelerden birini temsil eder Tomris.

Massagetler, İskitlerin bir koludur. Aral Nehri ve Hazar gölü kıyılarında göçebe bir hayat yaşarlar. Heredot’un tasvirine göre “…orada yaşayan insanlar, yazın yerden söktükleri kökleri yerler ve mevsiminde ağaçlardan topladıkları yemişleri de bir kenara koyup kış için saklarlar. Bir de derler ki, yemişleri başkalarına benzemeyen birtakım ağaçlar da bulmuşlardır: Bir yerde buluşup toplaşıyor, ateş yakıp çevresinde oturuyorlarmış; bu yemişleri ateşe atıp, yanan yemişlerin kokusunu çekiyorlarmış… sonunda kalkıp oynamaya, türküler söylemeye başlıyorlarmış.”[1] Heredot’un anlatımına göre Massagetlerin avcı-toplayıcı göçebe kabileler olduğunu anlıyoruz. Avcı-toplayıcılar birlikte savaşır, çalışırlardı. Ürün, ortak savaşın ve çalışmanın zaferiydi. Bu anlamda kazanılan ortak ürün-zafer birlikte kutlanırdı. Bu yakın tarihten Amerika ve Afrika yerli kabilelerinden aşina olduğumuz tören-şölenlerdir. Kıvılcımlı’nın tabiriyle “biri Hilton Oteli’nde ‘kem gözden ırak’, ‘hür basın’ reklamlı ‘büyük adamlar’ın gizli tarikatı; ötekisi, mahalle izbesinde, Sulukule yaygarası değil. Yalnız ‘ilgililerin bilgisi’ içinde değil… Ortak sofrada ortak şölen.”[2] Yani savaşta ve barışta kimsenin kimseden farkı olmadığı, ne beyin ne de kulun olduğu, her türlü mutluluğun şölene vesile olduğu bir topluluktur Massagetler.

“Ömürlerinin yalnız şu suretle son bulmasını dilerler: Birisi iyice ihtiyarladı mı, yakınları bir araya gelir, sürülerindeki başka birtakım hayvanlarla beraber onu da kurban ederler; sonra bu etleri pişirir ve afiyetle yerler. Bunu en mutlu akıbet sayarlar; hastalıktan ölenler yenmez, gömülür, kurban edilecek yaşa ulaşamamak büyük talihsizlik sayılır. Toprağı ekip biçmezler; sürü hayvanlarıyla ve Arax ırmağının bol balıklarıyla geçinirler; içkileri süttür. Taptıkları tek tanrı güneştir ve ona at kurban ederler; bu kurban şu düşünceyle yapılır: Ölümlülerin en hızlısı, tanrıların en hızlısına adanmıştır.”[3] Günümüzde yamyamlık olarak addedilen bir geleneği aktarır Heredot. Ancak bu aktarım ile açlık-kıtlık sonucu insanların birbirini öldürüp yemesi farklı durumlardır.İnanca göre kurban edilen kişinin etini yemek karın doyurmakla ilgili bir durum değildir, tarihsel bir olguya işaret eder, ihtiyarlayan kişi döngüsünü tamamlamıştır. Bazı ilksel komünal toplumlar, kurban ettikleri kişinin etini yiyerek ona saygılarını gösterir ve etini yiyenlerle birlikte yaşadıklarını düşünürler. Tarihsel bir döngü ve sürekliliğe işaret eden bir durum söz konusudur. Öte yandan güneşe tapma, birçok ilksel komünal toplumda da görülen animizmden (canlıcılık) başka bir şey değildir. İnsana ürününü verdiği, ısıttığı, aşını pişirdiği, aleti şekillendirdiği… için ateş kutsaldır. Bir bakıma insan ateş sayesinde insan olmuştur. Bugüne kadar bu geleneğin külleri kalmıştır. Nedeni bilinmeksizin ateşe kutsiyet atfedilir ve “Ateşe su dökülmez” denir Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında.

“Şimdi de görenekleri: Her erkek bir kadınla evlenir, ama ortak yararlanırlar…[4] Yine Heredot, erkeğin kadına sahip olduğu ve köleleştirdiği düzen dışında başka bir ilişki biçimi bilmediği için bu ve benzeri tanımlamalarla kadın-erkek arasındaki ilişkileri yerer. Bu gibi karşılaşmalar tarihin başka evrelerinde de geçer. Amerika kıtası keşfedildiğinde, Afrika toprakları fethedildiğinde kadının  özgürlüğü, bir erkek tarafından sahiplenilmemesi, kıskançlık olmaması veya çocuğu kabiledeki her anne babanın sahiplenmesi, çocuğun sadece annesini bilmesi Avrupalılar tarafından ahlaksızlık olarak algılanır. Halbuki bu durum tam da anasoylu kabile örgütlenmesinin bir tezahürüdür. Evlilik durumunda erkek, kadının kabilesine göçer. Tıpkı güneşteki gibi, kadın toplumsal üretici konumundan kaynaklı kutsal durumdadır. Bu anlamda ilksel komünal toplumlarda var olan tanrıça ideolojisi, anasoylu toplumsallığın bir sonucudur. Bu kadının barışta, savaşta, toplumsal örgütlenmede ne kadar ileri olduğunu da gösterir. Massagetlerin Tanrıça tasvirini bilmesek de Türki topluluklarda Umay, Helenik genelekte Gaia, Babillerde Tiamat; Mezapotamya’da İnanna tanrıça geleneğinin simgeleridir. Heredot ise tanrının erkek olduğu, ve tanrıçaların Zeus’a göre konumlandığı bir dünyaya doğmuştur.  Hera, Zeus’un eşidir, Afrodit sevgilisi, Athena kızı… Toplumsal şekillenişte bundan farklı değildir elbette. Son kertede tanrı ideolojisi, erkek egemen dünyanın ve köleci toplumun ideolojisi olmuştur. Zeus’ta şekillenen tanrı ideolojisi ile köleliği; kadınlara ve barbar olarak tanımladıkları toplumlara içsel bir olguya dönüştürmeye çalışırlar. Oysa birlikte savaşan, üreten, toplayan, tören-şölen düzenleyen Massagetlerde ne efendi vardır, ne de köle. Bu bilgilerle birlikte süreci incelediğimizde Tomris, kadının üretici olarak erkekten önde olduğu bir toplumsal düzende, savaşta, barışta ve toplumsal örgütlenmede ileri pozisyonu sayesinde Massagetler liderliği ona verilmiştir. Yani ne Yunan site devletlerindeki gibi soylular-efendiler arasında birincidir ne de Osmanlı’daki gibi hanedanlık sayesinde tahta geçmiştir, ki zaten oturduğunun da taht olduğu tartışmalıdır.

Yazılı ve arkeolojik kaynaklar sonucu yapılan bilimsel değerlendirmelerle, İskit kadın savaşçılarının, erkek savaşçılarla eşit olarak görüldüğü de ortaya çıkmaktadır. Bulunan kült ve dini sembollere sahip eşyalar, o eşyaların sahibi kadınların sadece tecrübeli birer savaşçı olmadıklarını, sosyal, politik ve dini olarak da önemli bir yere sahip olduklarını gösterir. Savaşta silah olarak ok, mızrak ve sagaris dedikleri çift başlı baltayı daha çok kullanırlar. Sagaris’i Amazon kadın savaşçıları da silah olarak kullanır. Eşitlik, erkeğin kadına bahşettiği bir durum değildir. Massaget kadınları, ev hapishanesine kapatılamamış ve hala temel üretici konumundadırlar. Üretici konum ve özgürlüklerini korumaları için öz-savunmalarını geliştirmek durumundadırlar. Çünkü etrafları onları köleleştirmek isteyen erkek egemen medeniyetlerle kaplıdır. Bu bağlamda çocukluktan itibaren iyi at binmeyi, askeri eğitim almayı ve ok atmayı öğrenirler.

Massagetlerin ve Tomris’in durumu buyken, çevre ülkelerde durum farklıdır. Pers Ahameniş İmparatoru Kyros, saldırdığı toprakları fetheder, önünde kimse duramaz. Onlar sınıflı toplumun zehirli şarabını çoktan içmeye başlamış, doğayı ve insanı sömürecekleri konuma düşürmüşlerdir. Medleri, Grekleri, Lidyalıları, Babilleri yenmiş ve yeni topraklara göz dikmiştir. Bunun verdiği özgüvenle Kyros, Massaget topraklarını ele geçirmek için, önce Tomris’e evlilik teklif eder. Tomris, Kyros’un derdinin evlilik değil, Massaget toprakları ve halkı üzerinde egemenlik olduğunu bilir ve teklifi kabul etmez. Bunun üzerine Kyros, Massaget topraklarını istila etmeye karar verir. İki ülke arasında Aral Nehri vardır. Kyros Aral’ı ordusuyla geçebilmek için nehir üzerine köprüler inşa etmeye başlar. Kyros bu işlerle uğraşırken, Tomris, Kyros’a bir elçiyle “Med’ler kralı, bu işlerden vazgeç… Eğer ille de Massagetlerle boy ölçüşmek istiyorsan, o zaman ırmağın iki yakasını birleştirmek için bu kadar zahmete katlanma; biz ırmaktan üç günlük yola kadar çekileceğiz; suyu geç ve ülkemize gel; yok eğer bizim gelmemizi istiyorsan, bu dediğimizi sen yap.”[5] diye mesaj gönderir.

Tomris’ten gelen mesaj üzerine Kyros, imparatorluğun ileri gelenleri ile meseleyi tartışır ve sonunda Tomris’in üç günlük yola geri çekilmesini bildirir. Tabi Tomris kartlarını bu kadar açık oynarken, Kyros hilelerle kolay bir zafer elde etmeye çalışır. Massagetler üç günlük yola çekildiği için Ahameniş ordusu Aral Nehri’ni rahatlıkla geçer. Bir günlük yol aldıktan sonra durur ve tuzağını kurup geri çekilir. Buna göre kamp alanında değersiz gördüğü askerlerle birlikte ziyafet sofraları kurar. Diğer güçle birlikte dışarıda pusu kurup bekler. Heredot’un anlatımına göre Tomris’in oğlu Spargapises ve beraberindeki Massaget güçleri kamp alanına hücum edip oradaki askerleri öldürür. Fakat sonrasında da kendilerini ziyafete kaptırmaktan geri kalmazlar. Şaraba alışık olmayan Massagetler çabuk sarhoş olur ve sızarlar. Kyros ise pusuda beklediği güçlerle birlikte, kamp alanına baskın verir. Massaget ordusunu kılıçtan geçirir, Spargapises hariç. Spargapises ise kendine geldiğinde utanç içindedir. Halkına ve annesine karşı duyduğu bu utanç nedeniyle, ilk fırsatta muhafızlardan birinin bıçağını alıp kendi boğazına saplayarak intihar eder.

Tomyris, Spargapises’in ölümünü öğrendikten sonra çok öfkelenir ve Kyros’a bir mektup gönderir. Ordusunun ve oğlunun yok olmasına neden olan şarabı, içenleri kötü sözler söyleyecek kadar delirten bir uyuşturucu olarak nitelendirir ve ülkesini terk etmesini, aksi takdirde Güneş üzerine yemin ederek “ona içebileceğinden daha fazla kan vereceğini” söyler.  Kyros, Tomris’in elçisinin sözlerine kulak asmaz. Tuzakla kazandığı zaferin sarhoşluğuna kapılıp savaş durumunu sürdürür. Ve iki güç artık kaçınılmaz olarak çarpışır. İki ordunun çarpışmasını, Massagetler kazanır. Savaş sonrası Tomris, Kyros’un ölü bedenini arar ve bulur. Tıpkı ona söz verdiği gibi kafasını bedeninden ayırıp kan dolu bir kabın içine daldırıp “sana önceden söylediğim gibi, benim elimle kana doyuyorsun!”[6] diye haykırır.

Britonların Roma’ya kök sötüren kadın önderi Boudicca

Anasoylu geleneğin bir diğer temsilcisi ise Boudicca’dır. Boudicca ilk olarak Romalı tarihçi Tacitus’un “Agricola’nın Hayatı ve Britanya Tarihi” adlı eserinde geçer. Yine Tacitus, Heredot gibi aynı yanlışa bilinçli veya bilinçsiz düşerek onu kabilenin “İceni kabilesi Kraliçesi” olarak tanımlar. Fakat tüm Briton halkının Kraliçesi değildir. Tacitus da tıpkı Heredot gibi, soylular arasında en soylunun seçildiği, köleci düzeni ve tanrıdan kaynağını alan kraliyet-hanedanlık sisteminden başka  bir yönetim şekli bilmez. Bunun dışında yaşayan toplumlar ise onların gözünde, “geri kalmış, barbar toplumlardır”. Öyle ki İceni denen bölge, zamane kaynaklarında dahi, taşra kadar küçük bir bölge olarak geçer. Buranın liderine kral veya kraliçe ünvanını vermek, ya başka bir dünya bilmemektendir ya da  efendiler-soyluların ve köle-sıradan vatandaşın olmadığı bir toplum, bilinçli olarak tasvir edilmez.

Ama yine de Tacitus, Britanya’da gördüğü “barbar” insandan etkilenerek şunları yazacaktır. “Gerçekten dünyaya büyük bir sabır örneği olduk. Eski devirler nasıl hürriyetin son haddini görmüşse, biz de köleliğin en aşağı derecesine şahit olduk. Hafiyeler konuşmak ve duymak hakkını bile bizden aldılar. Susmak kadar unutmak da elimizde olsaydı sesimizle birlikte hafızamızı da kaybedecektik.”[7] Agricola, belki de basit bir mantık yürüterek, Roma toprakları üzerinde devletin oluşmadığı şartlarda, Britanya benzeri bir durum olduğunu düşünmüştü ve onlara öykünmüştü. Zaten “Eski devirler nasıl hürriyetin son haddini görmüşse, biz de köleliğin en aşağı derecesine şahit olduk.” cümlesiyle, ilksel komünal dönemi, onunla birlikte gelişen özgür insanı ve sonrasında sömürü çarklarının oluşmasıyla köleci devletlerin, hadedanlıkların, sömürü düzeninin ve onun yarattığı köle bilincini tahlil eder ister istemez.

Roma, ilk olarak Britanya’yı M.Ö 50 yılında gözüne kestirir ve işgal girişiminde bulunur, fakat tümden işgal edemez. Denebilir ki bu bir keşif saldırısıdır. Sadece sahil kısmı işgal edilebilir. Ayrıca Briton halkı da büyük bir direniş sergiler. Üstüne Roma’da başlayan iç savaş sonrası, işgal güçleri de çekilmek zorunda kalır. Tacitus’un kitabında geçen dönem ise tümden kendi tanık olduğu olaylar değil, bir kısmı kayınpederi Agricola’nın anlatımlarına dayanır. Agricola, o dönem Roma’nın Britanya valisidir.

Roma kendini toparladıktan sonra tekrar gözünü Britanya adalarına diker. M.S 40’lı yıllarda, kısmen bunu başarır da. “Eskiden Krallara itaat ediyorlarmış, şimdi reisleri· yüzünden çeşitli partilere ayrılmışlardır. Bizim için de ·kuvvetli kabilelerin birlikte hareket eımemelerinden daha faydalı birşey olamaz. İki yahut üç devletin müşterek bir tehlikeye karşı koymak için birleştiği pek görülmez. Bundan dolayı teker teker dövüşür, hep birlikte yenilirler.”[8] İngiltere bir ada ülkesidir. Dışarıdan bir saldırı beklenmez. Coğrafi koşullar dolayısıyla kabilelerin birleşmesini, merkezi bir güç oluşturmasını gerektiren bir durum yoktur. Kabile konfederasyonunun şefi iktidarlaşamaz. Bu anlamda İngiltere’de, Roma gibi kalpazan-köleci bir devlet oluşmamış, toplum özgür yaşayabilmiştir. İnsan/toplum açısından güçlü yanlarını oluşturan örgütlenme yapıları, onları Roma’ya karşı savaşta zayıf bırakır. Komünal insan malzemesini koruyan güçlü yanları, aynı zamanda Roma’ya karşı zayıf yanlarını da oluşturur. Bu durumda Roma, her kabile ile tek tek savaşıp onları rahatlıkla yener.

Roma, işgalden sonra Britonları devşirerek, köleleştirerek içine çekmeye çalışır. Bilir ki komünal özellikler yok edilmezse bu toplumu tam anlamıyla köleci devletin kaldıracı yapamaz, kendine entegre edemez. Bunun için öncelikle, ticaret üsleri olacak şehirleri kurar. Bir diğer yöntem ise “Barbar Britonların” medeni yaşam alışkanlıklarını edinmesini sağlamaktır. “Dağınık bir halde yaşayan medenileşmemiş Britonlar, savaşa karşı tabii bir meyil gösteriyorlardı. Agricola’nın maksadı lüks yaşamayı öğreterek onları barış ve suküna alıştırmaktı. Hususi teşvikler ve resmi yardımlarla yerlilere tapınaklar, pazar yerleri, konaklar yaptırdı. Hevesliler övüyor, yavaş davrananları cezaya çarptırıyordu… Sonra yerli reislerin oğullarına liberal bir terbiye verdirdi… Bu onların esaretini sağlamak için bir tedbirdi, cahiller ise ona ‘Medeniyet’ adını veriyorlardı.” Tarihin ilerleyen aşamaları ve günümüzle karşılaştırdığımızda,durum pek de değişmemiş gibi duruyor. Avrupalı sömürgeciler, Amerika yerlilerini katliama uğrattıkları gibi, aynı zamanda bazı yerli kabileleri kendi yaşam tarzları ile de fethettiler. Bugün post-modernizm tek tek bireyleri “yaşamsal alışkanlıklar” ile fethetmeye devam ediyor.

Roma; Britonları, “medeni modası” adı altında soysuzlaştırma girişimlerine rağmen, köleciliğe bir türlü alıştıramaz. “Britanyalılar, gururlarına dokunulmazsa, asker, vergi, devletin istediği her şeyi seve seve verirler, ama hakarete hiç tahammülleri yoktur. İtaate alıştırılmışlarsa da köleliğe daha alışmamışlardır.” Tacitus’un tasvirinden, Britonların, Roma’nın zor gücüyle zorunlu olarak emirlere uyduğunu, ama fırsatını bulsalar, Roma’ya karşı ayaklanacak pozisyonda durduklarını anlıyoruz. Ki ilk fırsatta, Roma, Man Adası’nı işgal için güçlerini Britanya’dan kısmi oranda çekmek zorunda kaldığında, Britonlar yan yana gelip ayaklanma planları yapmaya başlar.

Roma, Britanya’da asayişi sağladığını düşündükten sonra çevre adaları da işgal etmeye başlar. Fakat bu işgal saldırıları için yine Britanya’daki Roma ordusunu kullanmak zorundadır. Britonlar ise Roma ordusunun adadaki gücünün azalmasını fırsat olarak görür ve toplanmaya başlarlar. Tacitus bu toplantıları şöyle tasvir eder: “Sabrın faydası yok diyorlardı, ‘Biz dişimizi sıktıkça onlar üzerimize daha ağır yükler yüklüyorlar… Vali kanımızı emiyor, procurator neyimiz var neyimiz yoksa elimizden alıyor…Savaşta ganimeti yiğit olan kazanır. Bu Romalıların çoğu korkak, aciz mahluklar oldukları halde evlerimizi soyuyorlar, çocuklarımızı kaçırıyorlar, bizi zorla askere alıyorlar… German eyaletleri boyunduruktan böyle kurtuldular: Onları bir deniz değil, bir nehir koruyordu… Biz de en zor adımı atmış, yani toplanmış konuşuyoruz. Sonra bu gibi işlerde ihtiyat atılganlıktan daha tehlikelidir.”[9]

Roma, İceniler’in de topraklarını işgal eder, insanını köleleştirmeye çalışır. Boudicca bunu kabul etmeyince ona işkence, kızlarına ise tecavüz ederler. Roma, bu yolla topluma korku salmaya çalışır. Fakat durum ters teper; bu tarz olaylar, toplumun öfkesini daha da biler. Boudicca, tüm kabileleri, köleci Roma’ya karşı birleştirir ve ordunun komutanı olur. “Bu fikirle galeyana gelen bütün ada halkı, kral hanedanından Boudicca adında bir kadının kumandası altında silaha sarıldılar. Çünkü onlar askeri komutanlıklarda cinsiyet farkı· gözetmezler. Dağınık hudut karakollarından askerleri kovdular, kışlaları zaptettiler. Esirliklerinin merkezi saydıkları eski Roma askerlerinin yerleştiği kasabayı ele geçirdiler. Zaferlerinin verdiği çılgınlıkla yapmadık barbarlık, vahşet bırakmadılar.”[10] Boudicca’nın ordunun komutanı olması, komünal gelenek-göreneklerin ne kadar canlı olduğunu gösteren bir durumdur. Roma’nın işgaline rağmen komünal kan yasası hala bozulmamıştır. Bu yazılı bir yasa değil, toplumun bilincine nakşettiği içsel bir yasadır. Toplum arasındaki ilişkileri düzenleyici hala odur. Cinsiyet ne olursa olsun, savaşta ve barışta en yetenekliler yönetime seçilmeye devam eder.

Tacitus, Boudicca’nın Briton ordusuna komutanlık etmesini “Çünkü onlar askeri komutanlıklarda cinsiyet farkı· gözetmezler.” diyerek basit bir sonuca indirger. Ama durum bu kadar basit midir? Ya da bir kadının orduyu komuta edebilmesi hangi toplumsallığın sonucudur? Bu durumu o dönem için  anasoylu toplumsallıktan bağımsız ele alabilir miyiz? Tam anlamıyla bu durumu tahlil edecek veriler elimizde olmasa da anasoylu toplumsallıktan, tanrıça ilahiyatından hala çok güçlü emarelerin olduğunu ve bunların Britanya’da 1.yy’a kadar canlılığını koruduğunu görürüz. Yani kadın toplumsal, ekonomik, ideolojik üretici konumundadır, hala kapatılamamıştır. Bu anlamıyla savaş, sadece Romalılar ile Britonların savaşı değil; anasoylu düzen ile ataerkil düzenin, komün ile sınıflı toplumun savaşıdır. Benzer durum Pers – Massaget savaşı için de geçerlidir.

Boudicca ve komutasındaki güçler, ilk çarpışmalarda Roma ordusunu bozguna uğratır. Fakat savaş haberini alan, Man Adası’ndaki Roma ordusu, Britanya topraklarına geri döner ve savaş Roma lehine sonuçlanır. Bunun üzerine Boudicca, kendini zehirleyerek intihar eder. Boudicca isminin anlamı “muzaffer kadın”dır. Bu anlam ile birlikte düşünüldüğünde, Boudicca isminin ona sonradan, savaşta gösterdiği başarılardan dolayı, halk tarafından verilmiş olduğu ihtimalini de akla getiriyor.

Kıvılcımlı ise Boudicca’nın tarihsel misyonunun nereden geldiğini şöyle özetler: “İşte, İngiliz Magna Kartası: O henüz Tomris [Massagetlerin anahanı] gibi anahan örneği Boudicca adlı Amazonların buyruğunda antika medeniyet baskısına karşı ayaklanıp savaşa giren ilkel ‘sosyalist’ toplumun zaptedilmez, hürlük, eşitlik, doğruluk, yiğitlik gelenek ve görenek üretici güçlerinden kaynak alacaktır.”[11]

Günümüz Halkası

Tomris ve Boudicca, hiçbir koşulda savaş taraftarı olmamıştır. Barışçıl tavırları, güçlerinden bağımsızdır. Ancak savaş kaçınılmaz olduğunda, öz-savunma bağlamında savaşa da hazırdırlar. Kadın egemenliğini yitirmemiş toplumların savaş karşısındaki tutumu, ilksel komünal toplumun anasoylu ideolojisinden bağımsız değildir. Anasoylu ideolojiye göre insan toprağa, doğaya aittir. Fakat sınıflı toplumun gelişimi ile birlikte durum tam tersine döner; erkek egemen akıl, doğanın üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır. Sınıflı uygarlık; toprağı, doğayı, havayı, suyu, insanı ele geçirmek, köleleştirmek için 5.000 yılı aşkındır kan döker, doğayı katleder ve buna da ‘medeniyet’ der. Elbette, sömürü mekanizması için ‘artık ürün’ü -kapitalizm de ise ‘artık değer’i- oluşturacak önkoşulların oluşması gerekir. Fakat artık değer’in yanında bu sömürüyü ve köleleştirmeyi doğallaştıran ideolojilerin de gelişimi önemli bir yerde duruyor.

Sonuçta biçimler ve yöntemler değişse de bu savaş, hala komün ile sınıflı toplumun savaşıdır. Emperyalizm ve kapitalist devletler, insana ve doğaya egemenliğini arttırmak için savaşlar açıyor, doğayı ve insanı katlediyor. Yakın tarihten dünya savaşları, Ortadoğu’da hiç bitmeyen savaşlar, Kürdistan’da Filistin’de, Ukrayna’da, Afrika’da ve dünyanın başka yerlerinde emperyalist-kapitalist devletlerce açılan savaşlar insana ve doğaya hakimiyet savaşı değilse nedir? Bu bağlamda, anasoylu toplumlarda, günümüz mücadelesine esin kaynağı olacak ve günümüz mücadelesini güçlendirecek birçok yön bulunuyor.

Bunu iki yönlü değerlendirmek gerekiyor. Önceliğimiz, Tomris ve Boudicca gibi figürlerde vücut bulan anasoylu toplumsal geleneğin, bugüne aktarılabilecek pozitif yanlarıdır. Diğer yandan kadına yönelik karşı devrim sonrasında, sınıflı toplum/ataerkil ideoloji ile kadının önüne birçok engel de çıkarılmış bulunuyor. Bunları iyi inceleyip anasoylu toplumu yaratan nedenleri bugüne taşımak ve mücadelenin kaldıracına dönüştürmek; kadını hapseden, komünal toplumu altüst eden, ataerkil ideolojiyi yaratan sebepleri ise tarihin çöplüğüne atmak gerekiyor. Yani tarihi hem mücadelenin kaldıracına dönüştürme hem de sınıflı toplumun/erkek egemen ideoloji ve mitolojinin zincirlerinden kurtulma olarak değerlendirmeliyiz. Sorulması gereken sorulardan bazıları şunlardır: Hangi koşullar, kadın egemen toplumu yarattı? Kadının üretimdeki, toplumsal yeniden üretimdeki rolü neydi? Elbette üretimi sadece ekonomik ve teknik anlamda düşünmemek gerekiyor. Bunların yanı sıra ideoloji, insan, duygu, toplumsal ilişkilerin vs. üretimi de en az diğerleri kadar önemli bir yerde duruyor. Bu çerçevede insan-doğa ilişkisi nasıldı? Anasoylu toplumlar, doğadaki tüm varlıklara üstün oldukları bilinciyle hava mı atıyordu, yoksa doğayla uyumlu bir yaşam mı sürmeye çalışıyordu? Ne oldu da sınıflı toplum ve ataerkil ideoloji gelişti? Sınıflı toplumun oluşumundan bugüne, kadına yönelik baskı ve sömürü sistemi hangi boyutlarıyla devam etti? Bu dönüşüm ve süreçte erkek egemen ideolojinin rolü nedir ve toplumu nasıl bir kıskaca almıştır? Kapitalizmin aşksızlığı hiç olmadığı kadar ürettiği, doğayı ve insanı metalaştırdığı, tüketilecek nesneler konumuna çevirdiği, bunları tüketirken insanın kendini de tükettiği, yaşama değil de ölüme bağlandığı bir dünyada ilksel komünal değerleri bugüne yorumlamak önemli bir yerde duruyor.

Kadına karşı devrim, aynı zamanda topluma karşı da devrimdir. Kadına takılan pranga toplumu da kölelik konumuna getirmiş; toplum, kendi dinamiklerinden yoksun kalmış, üretime-doğaya-insana yabancılaşma burada başlamıştır. Toplumun kendine-üretime-doğaya yabancılaşması ile bunların egemen sınıfça çitlenmesi, sömürülmesi kafa kafaya giden süreçlerdir.

Sadece eşitlikten neşet eden, ama altı dolmayan bir mücadele anlayışı, sistem ilişkilerini yeniden üretmeye devam ediyor. Varolan toplumdan çıktığımıza, onun içinde şekillendiğimize göre, bu topluma yabancı olmayan hiçbir şey bize de yabancı değildir. Bunu toplumsal yeniden üretim olarak düşünmeli ve öyle hayata geçirmeliyiz. Aslolarak mücadele içerisindeki insanlar, bunu içselleştirmeli ki, aktarım-örgütlenme halkasını sağlayabilmeli.  Bu bağlamda örgütlerin de ataerkil ideolojiden, yaşam pratiğinden bağımsız olduğu düşünülemez. Ekonomik indirgemeci anlayışlar, her şeyi “sınıfsaldır” üst başlığı altına boca edip yüzeyselleştiriyor. Ama meselenin çözümünün bu yüzeysellikte olmadığını, zaman geçtikçe daha da güçlü bir şekilde hissediyoruz. Evet, kadın ilk köleleştirilen sınıftır. Fakat durumu bu derinlikte incelemeden, yine aynı derinlikte geçmişe, an’a ve geleceğe ışık tutmadıkça ve buna uygun teori-siyaset-pratik geliştirmedikçe komün gücünü-mücadeleyi sekteye uğratıyoruz.


[1]Herodotos, Heredot Tarihi, s.106

[2]Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihi’nin Maddesi, s.191

[3]Heredotos, age, s.111

[4]Age, s.111

[5]Age, s.107

[6]Age, s.110

[7]Cornelius Tacitus,  Agricola’nın Hayatı ve Britanya Tarihi, s.14

[8]C. Tacitus, age, s.15

[9]Age, s.19

[10]Age, s.20

[11]Hikmet Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş – İngiltere, s.84