Rojava Ve Gazze: Siyasi Soykırım Ve Etnik Temizlik Savaşları-Tufan Yakın

İnsana sonsuz gibi gelen şiddetin bile, mücadeleyi durduramadığını ve egemenlerin galibiyetine izin vermediğini gösteren direnişler de var bu dünyada!

Savaşın Değişen Yüzü: Namert Savaşlar

20.yüzyılın sonu ve 21.yüzyılın ilk çeyreğindeki savaşların  (Yugoslavya’nın parçalanması, I.Körfez Savaşı, Ruanda soykırımı, Somali iç savaşı, 11 Eylül, Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Sudan, Yemen, Rojava, Ukrayna, Dağlık Karabağ ve Gazze) tarihsel açıdan daha iyi anlaşılması için  II. Emperyalist savaş ve sonrasında gerçekleşenlerle kısa bir karşılaştırmasını yapmakta fayda var. İkinci paylaşım savaşı o dönemdeki dünya nüfusunun yüzde 2,5’u olan yaklaşık 60 milyon kişinin öldüğü modern tarihteki en büyük ve en ölümcül savaştı. Bir “yurttaş ordular” savaşıydı. Savaş artık kapitalizmin “endüstriyel bir kolu” olmuştu! Yani savaş bu tarih itibarıyla düşman ve cephe sathı ile yurt sathının birleştiği bir alana dönüşmüştür.

Yukarıda sayılan yakın savaşların tümü milyonlarca insanın ölümü, on binlerce şehrin yıkımı ve Japonya’da iki şehrin atom bombasıyla yok edilmesiyle sonuçlanan ve dünyayı Atlantik ve Varşova paktı şeklinde, kapitalist ve sosyalist bloklara ayıran, II. Emperyalist savaş kadar ölümlere yol açmasa da toplumların geleceğini belirlemede çok daha sarsıcı bir ideolojik etki yaratmıştır. Yarattığı ekolojik ve ekonomik tahribatlar ise geçmişle boy ölçülemeyecek kadar fazladır.

Kimi kesimlerce yeni yüzyılda klasik savaşların yerini,  ekonomik ve siber savaşların alacağı yollu öngörülerin ise günümüzde boşa çıktığı görülmektedir.

İkinci paylaşım savaşı dünyanın yeniden bölüşümü içindi, en büyük hedef elbette, ideolojik gücünün yanı sıra topraklarından petrol ve doğal gaz fışkıran Sovyetler Birliğiydi. ABD’nin Pasifikten sonra Avrupa’daki savaşa daha aktif katılımının SSCB’nin Nazileri püskürtmesinden sonra olduğunu akıldan çıkartmamak lazım!

II.Paylaşım Savaşından sonra, onca ölüm ve yıkıma rağmen savaş yorgunu dünya halkları ayaklarının üzerinde yeniden doğrulabilmiş ve devletler ise kendi ideolojik doğruları ekseninde yeniden karşılıklı olarak saflaşmıştır. Bu yeni bir düzen ve hukuktur. Dünyada savaş sonrası yeni bir uluslararası denge kurulmuştur. Yenenler de yenilenler de geleceğe umutla bakmak için derin bir nefes alarak yeniden yola koyulmuştur. Faşizm ezilmiştir. Naziler yargılanmıştır. Sosyalist kamp emperyalizmle henüz yeni başlamış olduğu hesaplaşmasında yoluna çıkan Nazi faşizmini tarumar etmiştir. Tüm insanlık tarifi zor büyük acılar ve savaş yıkıntıları üzerinden, âmâ aynı zamanda faşizme karşı kazanılmış büyük bir zaferin utkusuyla yürüyüşüne devam etmiştir. Faşizme karşı kazanılan savaşın verdiği moralle Küba’da, Hindistan’da, Afrika ve Asya’da bağımlı ve sömürge halklar birbiri ardına verdikleri ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleriyle siyasi bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.

Oysa 21.yüzyıl savaşlarında öne çıkan devletlerarası dış savaşlar ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri değil, devletlerin kendi halklarına karşı yürüttüğü iç savaşlar ve emperyalist güçlerin vekâlet savaşlarıdır. Yürütülen savaşlar halkların demokrasi, özgürlük, eşitlik ve refah özlemi şöyle dursun, çok daha karanlık günleri beraberinde getiren, askerlerden çok sivillerin öldüğü, etnik ve dini nefret içeren, emperyalizme bağımlı yeni devletçiklerin doğurtulduğu savaşlar olmuştur. Ağırlıklı olarak yurttaş ordular bitmiş, profesyonel ve özel ordular devreye girmiştir.

Savaşların niteliği etnik ve dini eksene, jeopolitik mülahazalara ve alabildiğine haysiyetsiz ve namert biçimlere kaymıştır. Düzenli daimi ordulara alternatif kurulan özel askeri şirketlerle “asker ahlakının” yerini paralı askerlerin sefil, sadomazoist kültürü almıştır. Yine devletlerin yurttaşlardan oluşan daimi ordusu profesyonel orduya çevrilip kendi halk tabanından koparılarak birer iç savaş ordusuna dönüştürülmüştür. Uluslararası savaş hukuku rafa kaldırılmıştır. Etnik temizlik, soykırım ve diğer insanlığa karşı işlenen savaş suçları BM’de çokça tartışılmış ve eleştirilmiş ancak önüne geçilememiştir. Aksine en fazla uygulanan faşist yöntemler yine bunlar olmuştur. Nazi faşizmi ile bir daha açılmamak üzere kapandığı düşünülen etnik temizlik ve soykırım dosyalarının Bosna’da, Ruanda’da, Sudan’da,(Darfur katliamı) Filistin/Gazze ve Kürdistan’da yeniden gündeme gelmesi ne yazık ki geçmişteki gibi insanlığa karşı işlenen suçlar olarak görülmemiş, dahası “uluslararası toplum” bu savaşlara ortak olmasa da utanılacak bir sessizlik ve tepkisizlik içinde seyirci kalmıştır. İkinci paylaşım savaşından sonra özellikle 1960’lı yıllarda tüm dünyada boydan boya tüm toplumları sarıp sarmalayan savaş karşıtlığından günümüzde eser kalmamıştır. Ortalıkta ya kendini egemeninin milliyetçi-ırkçı rüzgârına kaptırmış jingoistler (saldırgan milliyetçilik) vardır ya da sivil toplumcu, BM yasalarına tutunan ( son tutamak!) pasif savaş karşıtları vardır.

21.yüzyılın ilk çeyreğinde belki on milyonlarca insan ölmedi ancak sermayenin küreselleşmesiyle çok daha fazla insan gelecekten umudunu kesti, çok daha fazla insan dünya tarihinde benzeri görülmemiş derecede açlık ve yoksulluğun pençesine düştü.

Şimdiki savaşlar belli bir sona erişten o kadar uzak ki, bitmiyor, bitirilemiyor, kazananı olmayan, adeta savaşan tarafların başına bela olmuş, ayağına dolanmış savaşlar bunlar! Buna en tipik örnek Afgan savaşının sonunda ABD ülkeyi terk ederken koskoca uçakların peşinden ölümüne koşan Afganlardı.  Benzer görüntüleri ABD Vietnam’ı terk ederken de helikopterlerin kızağına tutunan Güney Vietnamlılarda görmüştü tüm dünya.

Doğrudan doğruya devletlerin karıştığı muharebelerin nihai belirleyici olduğu “kesin sonuçlu” klasik savaşlar çok geride kalmıştır. Bir düşünün 20.yüzyılın sonundan günümüze Clasuewitzci anlamda mutlak zafer veya kesin mağlubiyetle sonuçlanan savaş var mı hiç? Karşı tarafı silahsızlandırıp kendi iradesine boyun eğdiren güç var mı acaba?

Atom bombaları atılmadı ama fosfor bombaları, misket bombaları, vakum bombaları çokça kullanıldıkları için atom bombası etkisini kat kat aşan ekolojik, ekonomik yıkımlara ve toplu sivil ölümlere sebep oldu.21.yüzyıl savaşları “düşmanı” yenmek için onun en zayıf tarafı olarak gördüğü sivilleri katleden, şehirlerin ekonomik alt yapılarını yok eden, tarihi eser ve kültür varlıklarını dahi bombalayan bu anlamda hiçbir ahlakı olmayan, haysiyetten yoksun, namert savaşlar olarak şimdiden tarihe geçmiştir. Günümüz savaşlarında, özellikle Irak işgalinde görüldüğü gibi- tarihi eser ve kültür varlıklarına verilen zarar ikinci paylaşım savaşında Nazilerin Avrupa çapındaki, filmlere bile konu olan sanat yağmasını aratmayacak ölçüdedir.

Fosfor Bombası

Vakum Bombası(Termodinamik)

Misket Bombası

  21.Yüzyıl’da savaşlarda sanat ve tarihi eserler ile kültür varlıklarının yağmalanması ve yok edilmesi -Sırpların Bosna Banja Luka’da ikisi 16.yüzyıldan kalma 17 camiyi birden havaya uçurmaları. -Afganistan’da Taliban’ın nedensiz yere 12.yüzyıldan kalma eski Budist Bamiyan heykellerini roketatarlarla parçalamaları.  -ABD ordusunun Irak’taki tarih müzelerini yağmalaması. Modern tarihin en büyük müze hırsızlığıdır. Tam 14 bin eser çalınmıştır. -Yemen’in başkenti Sana’daki Unesco Dünya mirası ilan edilen “Eski Şehir ”in Suudi füzeleriyle vurulması. -Saraybosna’da 1,5 milyon kitaba ev sahipliği yapan belediye kütüphanesinin Sırplar tarafından yakılması. -Hendek savaşlarında Diyarbakır’ın Tarihi Sur ilçesinde başta 500 yıllık Kurşunlu Cami olmak üzere 17 tarihi eser ve yapının Türk özel kuvvetlerince tank, top ve roket ateşi ile yakılıp yıkılması. -İŞİD in 2015 de Suriye’nin antik Palmira ören yerini havaya uçurması, -Irak Samara’da Şiilere ait dünyaca ünlü Altın Kubbe camisinin İŞID tarafından bombalanması.        

Taliban’ın yok ettiği Buda heykelleri

El Askeri Cami/Altın Kubbe    

Yağmalanan Musul ve Irak Müzeleri

Palmira antik kenti/Savaştan önce ve sonra.    
Sivil Kayıplar!   Sivil kayıpları umursamamak hatta meşru görmek II.Körfez savaşıyla başlamıştır. ABD kuvvetlerinin şehir savaşlarında verdikleri ağır kayıpların ardından tüm halk potansiyel terörist olarak görülmeye başlanmış ve aldığı her darbe sonrasında “ayrım gözetmeksizin” sivil halka ölüm yağdırmışlardır. Dönemin hemen hemen tüm alt ve orta kademe komutası üstlerine “kayda değer sayıda bile olsa” sivil kayıpların olağan olarak karşılanabileceğini savunmuşlardır.   Günümüz Gazze savaşında ise BM Raportörünün şu açıklaması yoruma gerek bırakmıyor: “İsrail güçlerinin Filistinlileri zararsız görünseler dahi ateş edilmeleri gereken tehdit varsaydıkları beyaz bayraklı Filistinlileri öldürmelerinden anlaşılıyor”   “Dahiyah Doktrini”: Hizbullah’ın yoğun desteğe sahip olduğu ve ayrıca merkezinin bulunduğu Beyrut’taki yerleşim yeri Dahiyah ’tan adını alır. Bölge İkinci Lübnan Savaşı sırasında IDF tarafından yoğun şekilde bombalanmıştı. Doktrin, yaygın yıkıma ve sivil nüfus arasında, İsrail muhaliflerine (Hamas ve Hizbullah) karşı halk muhalefetini kışkırtmak üzere, acıya yol açmak için sivil altyapının hedeflenmesini teşvik eder.  

I.ve II.paylaşım savaşlarının sonu devletlerarasında kendi meşreplerince “çözüm” ile sonuçlanmıştı. Şimdi ise esas olan çözümsüzlüktür. 1918 ve 1945’te ölen milyonlarca insanın karşılığında ortada en azından her biri 25 yıl sürecek olan savaşsız bir ara çözüm oluşturulmuştu. İlkinin adı “Geçici Barış ve Ekonomik Buhran”, ikincisinin adı “Soğuk Savaş”tı.

Büyük devletlerin savaşı 1945 ile birlikte sona erdi. 1945’den bu yana çok az sayıda devletlerarası savaş meydana geldi ve bunlar genelde bir süper gücün müdahalesiyle bastırıldı. -Türkiye- Yunanistan. Kıbrıs 1974 -Hindistan-Pakistan. 1948, 1965 ve 1971 -İsrail ve Arap Devletleri. 1967’de 6 gün savaşı ve 1973 Yom Kippur -Irak ve İran. 1988  

20.yüzyılın sonundan itibaren öne çıkan vekâlet savaşları, iç savaşlar ve bölgesel savaşlar oldu. İkinci paylaşım savaşının bitiminde insanlar her şeye rağmen bombalanmış şehirlerinden başlarını yukarı çıkararak yeni bir hayat kurmanın mücadelesini verirken son 25 yılın küreselleşmeyle gelen savaşlarının insanlarda oluşturduğu sadece “acaba yarın bugünden daha mı kötü olacak?” şeklinde korkulu bir bekleyiştir. Ve mülteci göçleri. Savaşlara bağlı zorla yerinden etmeler ve göçler şimdiden on milyonları bulmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da İkinci Dünya Savaşı”ndan sonra da dünyada yeni birer düzen kurulmuştu. Şimdi esas olan düzensizlik, kuralsızlık ve çözümsüzlüktür.

Savaşlardaki değişimi reel sosyalizmin çözülüşünden bağımsız düşünmeyiz. Çünkü bu çöküşle birlikte dünya akıl almaz yeni bir çehreye bürünmüştür. 20.yüzyıl Avrupa’sının üç büyük kopuşu, I. ve II. Paylaşım savaşı ile SSCB’nin yıkılışıdır. En büyük olumsuz etkiyi yaratan hangisidir diye sorulursa reel sosyalizmin yıkılışı olduğunu söyleyeceğiz. Çünkü I.Emperyalist savaş Ekim Devrimi’ni doğurdu, II. Emperyalist savaş sadece Nazi faşizmini yenmekle kalmadı peşi sıra Afrika ve Asya’da ulusal kurtuluş savaşlarının itici gücü oldu.  Oysa SSCB’nin yıkılışı 20.yüzyılın tüm kazanımlarını yok etti.

İç savaşlar, Uluslararası Müdahale Gerekçesi Olmuştur!

Savaşın geleceğini uluslararası yasalarla denetleme çabaları 21.yüzyılda iyiden iyiye boşa düşmüştür. Eskiden de şimdi de savaşlarda generalleri mutlak anlamda bağlayan hiçbir kural yoktu! Onları bağlayan sadece aldıkları talimatlardı. Stratejik zorunluluk ve askeri mecburiyet generaller için esastır, uluslararası yasalar ve savaş hukuku ise talidir. Bu böyledir ve böyle olmaya devam edecektir.

Savaşlara ilişkin daha önce gerçekleşmemiş ilk değişim, Yugoslavya’nın parçalanması sırasındadır. Yeni olan şey, iç çatışmaları uluslararası çatışmalardan ayıran çizginin kaybolmasıdır. Yabancı orduların, burada sözü edilen ABD, İngiltere ve diğer Avrupa ordularıdır- egemen bir devletin (Yugoslavya) sınırları içindeki çatışmayı “çözüme” kavuşturmak için sınırdan geçmeleri 19.yüzyıldan soğuk savaşın sonuna kadar hiç söz konusu olmamıştı.

Diğer bir değişim savaşın resmi olarak ilan edilmeden yürütülmesidir. . Oysa bu çok eski ve köklü bir savaş kuralıdır. Uluslararası savaş hukuku düşmanlıkların makul bir savaş ilanı ya da “şartlı savaş ilanı” olan bir ültimatom (kesin uyarı) biçiminde önceden ve açık uyarı yapılmaksızın başlatılamayacağını söyler.

Eski Yugoslavya’ya NATO’nun asker çıkarması bu şekilde olmuştur. Birinci Körfez Savaşından sonra ABD’nin Güney Kürdistan’da üs kurması (Çekiç Güç) ve uçuşa yasak bölge ilanı, Emperyalistlerin Afrika savaşları, mesela Somali vb. “düşük yoğunluklu savaş” şeklinde lanse edilmiştir. Keza TC bilindiği üzere Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta yürüttüğü savaşı “savaş” olarak kabul etmemekte, ”sınır ötesi operasyon” olarak adlandırmaktadır. BM’deki konuşmasında Tayyip Erdoğan’ın elinde Suriye’de işgal edecekleri haritayı göstermesi bile üye devletlerin bunun bir savaş ilanı anlamına geldiğini görmelerini sağlayamamıştır. Keza Rusya Ukrayna işgali için “özel askeri operasyon” demektedir. “Kısa 20.Yüzyıl”ın yazarı ünlü tarihçi E.Hobsbawm bu konuda “Eğer bir ülkeyi bombalıyorsan bunun savaş dışında başka bir tanımı yoktur! İnsanı afallatan bir yeniliktir bu!” derken savaş konusundaki bu sahtekârlığı çok net deşifre etmiştir.

Soğuk savaş ve öncesinde görece istikrarın temel nedenlerinden biri egemen devletlerin sınırlarının geçilmemesi ilkesi idi. Günümüzde “önleyici müdahale” adı altında değişmiştir bu. Hâlihazırda yürütülen savaşların hemen hepsi uluslararası savaş hukukuna aykırıdır. Emperyalizm bu konuda fiili bir durum yaratmıştır. İç çatışmalarla uluslararası çatışmaları birbirinden ayıran çizgi kaybolmuştur. İleri silah teknolojisi (akıllı bombalar!) sözüm ona “milimetrik vuruş kabiliyeti” propagandası ile “sivilleri vurmuyoruz” denilerek meşrulaştırılmıştır. Oysa tam tersine yeni savaşlarda siviller artık “yan hasar”, istenmeden vurulan hedef değil hedefin ta kendisidirler. Dikey Faşizm yazımızda bu “yan hasarların” ne kadar çok sivili öldürdüğünü örnekleriyle yazmıştık. Her iki dünya savaşında ölen asker-sivil oranı 1/8 iken bu oran 21.yüzyıl savaşlarında nerdeyse tersine dönmüştür. Bu, savaşların niteliğini değiştiren çok temel bir göstergedir.

Soykırım ve etnik temizlik tanımlarında Birleşmiş Milletlerce benimsenmiş ve kabul edilmiş analitik ayrım dahi silikleşmektedir. Birleşmiş Milletler tanımlarıyla; Soykırım, aynı etnik gruptan insanların yaş ve cinsiyet fark etmeksizin kitlesel yok edilişidir. Etnik temizlik ise erişkin erkeklerin katli veya hapsedilmesi, yaşlı erkek, kadın ve çocukların sürgün edilmesidir. Yugoslavya’nın parçalanmasından günümüze böylesi analitik ayrımlar kalmış mıdır acaba? Siviller yaşlı, genç, erkek, kadın ve çocuklar tümden halı bombardımanlarıyla, İHA, SİHA’larla, konvansiyonel füzelerle kitlesel olarak katledilmektedirler. Milimetrik vuruş kabiliyeti dedikleri alenen soykırımın dezenforme edilerek gerçekleştirilmesidir. Sivilleri vurmuyoruz ama elektrik, su, doğal gaz, iletişim ve haberleşme hatları, endüstri bölgeleri, yollar ve köprüler hedefimizdir şeklinde yeni bir yaklaşım da var. İsrail’in Gazze’yi yok etme saldırısından hemen önce bu açıklamayı dünyaya ilan eden kimdi? Türk Dışişleri Bakanı! Kuzey Irak ve Kuzey Suriye için demişti. İsrail’in Gazze’de hali hazırda yapmakta olduğunu, halkı ışıksız, uykusuz, susuz ve aç bırakma, hastanesiz ve iletişimsiz bırakma projesini Türk dışişleri çok önceden deklere etmiş ve uygulamaya başlamıştı.

Savaşın gayri meşru olduğuna ilişkin tartışmalar I.Emperyalist Savaş sonrasında giderek yoğunlaşmıştır. Örneğin 1928 tarihli Kellog-Briand Paktı, öz savunma dışında herhangi savaşı “siyaset aracı” görüp reddetmiştir. Bu yasak Alman ve Japon liderlerin “saldırgan bir savaşı planlamak”  gerekçesiyle yargılandıkları Nürnberg ve Tokyo Savaş Suçları Mahkemeleriyle pekiştirildi. Ve BM Antlaşmasıyla sistemleştirildi. Bugünlerde güç kullanımının yalnızca meşru müdafaada ya da “BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanıyorsa” haklı çıkarılabilir olduğu fikri kabul görmüş gibi görünmekle birlikte, özellikle Ortadoğu’da yürütülen özgürlük mücadeleleri için uygulanmamaktadır. Savaş hukuku, öz savunma hakkı, savaş esirlerinin hakları ve yasaklı silahların kullanılmaması vb. Kürt özgürlük mücadelesi ve Filisin direnişi için geçerli değildir! Haklı dava iddiasında olan ulusal ve toplumsal güçler BM’nin sadece devletler için oluşturduğu uluslararası hukuk nosyonunu aşmakta zorlanmaktadırlar. Oysa bir ulusu, bir azınlığı ya da bir topluluğu temsil ettiğini kendi vatandaşları nezdinde kanıtlamış olan ve bu anlamda uluslararası meşruiyet sahibi siyasi hareketlerle ilgili BM’nin sayısız hukuki metinleri ve yasal mevzuatları mevcuttur. Buna rağmen savaş, “devlet çıkarı” için meşru bir hak olarak kabul edilirken, devlet dışı aktörler için “savunulamaz bir şiddet” olarak görülüp mahkûm ediliyor. Sadece devletlere tanınmış bir savaş hukuku dünya gerçekliğine cevap vermemektedir. Aşılmıştır bu. Kaldı ki devletler evrensel savaş hukukuna uymamaktadırlar. Saldırgan savaşı planlayanlar kimler? Etnik temizliğe varan uygulamaları gerçekleştirenler kimler? Ateşkesleri ihlal eden onlar, üstlerinin emirlerine uymayanlar onlar, savaş esirlerine, yaralılara, muharip olmayanlara zulmeden onlar, üniformasız paralı askerleri ortalığa salan onlar, sivil nüfusu katleden, hastane, Cami, kilise ve okulları bombalayan yine onlar, eskinin ”asker ahlakı” nı yerlerde sürükleyenler de onlar.

  II.Paylaşım Savaşındaki temel problem neydi? Dünyanın yeniden bölüşümü için Avrupa ve Asya faşizmlerinin soykırımlar eşliğinde yürüttüğü savaştı. Şimdi ise faşizm ve soykırımlar belirli bölgelere sıkışmaktan ve olağanüstü olmaktan çıkmış, küresel ve olağan bir hal almıştır.   Soğuk savaş ile ilgili problem neydi? Dünyanın sürekli olarak ölümcül bir felaketin (nükleer savaş) gölgesi altında yaşamakta oluşuydu. Şimdi ise felaketin gölgesi değil, kendisi var!  

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!

 “Askerler yalnızca üniformalı olduklarında savaşmalı, silahlarını “açıkta” taşımalı ve astlarının eylemlerinden sorumlu tutulabilecek bir üstlerinin emirlerine uymalıydılar. Ateşkesleri ihlal etmek, esir aldıktan sonra tekrar silaha sarılmak gibi alçakça yöntemlere başvurmamaları da gerekiyordu. Askeri zorunlukların izin verdiği ölçüde sivil nüfusa dokunmamak gerekiyordu.”  (Küresel Çağda Örgütlü Şiddet/Mary Kaldor).

Bir ek de biz yapalım: Esir değişiminin mevcut uluslararası savaş hukukuna göre yapılması, esirleri kurtarmak için onların hayatını riske atacak gizli operasyon ya da baskınlardan uzak durulması gerekiyordu. (Gare olayı!)

Askeri zorunluluk, savaşta “tek meşru amacın” karşı tarafın sadece askeri güçlerinin zayıflatılmasıdır. Bunun ötesinde esirlerin, yaralıların, hastaların, yaşlıların, muharip olmayanların, çocukların ve diğer sivillerin yaşamını idame etmesini sağlayan ve orduya ait olmayan ekonomik alt yapıların hedef alınmamasını gerektirir. Bu gruplara karşı “ölümü kaçınılmaz kılacak” silahların kullanılması savaş suçudur.19.yüzyıldan beridir uygulanan savaş hukuku belgeleri özellikle son 25 yıldır her fırsatta çiğnenmektedir. Emperyalistler ve işbirlikçileri  “Askeri zorunluluk” kavramına ve bu kavramla örtüşmeyen silah ve taktiklere başvurmaktan çekinmemektedirler. “Düşmanın moralini bozmak” gerekçesiyle sivillerin ayrım gözetmeksizin bombalanması utanmazca “askeri zorunluluk” olarak savunulabiliyor!

Uluslararası belgelerde “meşru savaş” denilen olgu önemini yitirmiştir artık. Giderek artan teknolojik kabiliyetlerle savaşın aşırılıkçı ve yıkıcı özelliklerinin artması, savaş mefhumunu benzeri görülmemiş derecede yozlaştırmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse, meşru savaşlar devletlere ait bir mefhum olmaktan çıkmış, sadece tüm ezilen sınıflar ve emekçi halklar için geçerli bir kavram olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır diyebiliriz. Clausewitz ’in ünlü eserindeki ana karakterler ve olgular, “dâhiler”, “askeri kahramanlar”, “vatanseverlik”, “haysiyet”, “onur” ve “cesaret”… Tüm bunların 20.yüzyılın sonundan itibaren resmi-düzenli ordular açısından müthiş bir dejenerasyona ve kırılmaya uğramadığını kim iddia edebilir!

“Savaşın hedefinin “devletin akılcı çıkarları” olduğu iddia edilse de devlete bağlılığı sağlamak ve erkekleri gerektiğinde “ölmeye ikna etmek” için daima daha duygusal gerekçelerin sunulması gerekmiştir. Nitekim modern bir profesyonel ordunun en eski örneği olan Cromwell’in yeni model ordusuna ilham veren de dini coşkuydu. Prusya’nın başarısı ise çoğu kez Lüterciliğin gücüne bağlanır.” (Mary Kaldor Age)

I.Paylaşım savaşına gelindiğinde ise filmi de çekilen  “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanında anlatıldığı gibi, ilk başta “Kral” ve “ülke” için coşku ve heyecanla savaşa katılan gençlerin savaşın acımasız gerçekliğinde nasıl büyük bir hayal kırıklığı, umutsuzluk ve psikolojik çöküntü yaşadığı en sert biçimde orada anlatılmıştır. Film, savaş üzerine gerçekçi anlatımıyla o dönemde Türkiye dâhil birçok ülkede yasaklanmıştır. Batı cephesinde 1 milyon Alman ve Fransız genç 300-400 metre uzaklıktaki siperlerde birbirlerini öldürmüştür. II.Emperyalist savaşta ise ne için savaştıklarını bilmeyen I.Emperyalist savaştaki babalarından farklı olarak Nazilerle mücadele etmek ve kendi “hayat tarzlarını” korumak için savaştıklarını bilerek topyekûn seferber olmuşlardı. Faşizme karşı demokrasi ya da sosyalizm adına hep birlikte mücadele ettiler.

 Günümüz savaşlarında ise askerleri doktrine eden ülke ve vatan sevgisinin yerine iktisadi teşviklerin (özel askeri şirketler ve sözleşmeli profesyonel ordu) geçtiğini hepimiz biliyoruz. Ama para tek başına savaşı güdülemek için yetersizdir. Aynı şey “devlet çıkarı” için de geçerlidir. Yetersizdir. Herkes bilir ki askerleri cephede asıl motive eden güç, ne aldıkları yüksek maaşlar ne de devlet çıkarlarıdır. Onları öldürmeye ve öldürülme riskini göze almaya ikna etmek için ya siperlerdeki silah arkadaşlığına ya da  “destansı” gerekçelere ihtiyaç vardır. Onlar evlerine birer katil ya da savaş suçlusu olarak değil birer “kahraman” olarak dönmek isterler. Şimdi bir düşünün “baba ocağına” başı dik dönen asker kalmış mıdır dünyada? Afganistan’dan, Libya’dan, Ukrayna’dan, Kuzey Irak, Kuzey Doğu Suriye ve Gazze’den dönen askerleri, aileleri sadece ölmediklerine şükrederek karşılamaktadırlar. Askerlerin çoğu ise bırakınız “savaş anıları” anlatmayı, sadece susmakta, yaşadıklarını unutmaya çalışmaktadırlar. İHA ve SİHA kullanan operatörlerin çoğunun psikolojik destek aldığını biliyoruz. Ve artık ölen tüm paralı ya da profesyonel (ilki özel askeri şirkete, diğeri devlete bağlı) askerlerin medyadan kaçırılarak gizlice olmasa bile sessizce gömüldüklerini de biliyoruz. Analar babalar çocuklarının, “vatan” için neden sınırların ötesinde kilometrelerce uzakta savaştıklarını anlamakta güçlük çekiyorlar. “Düşmanın” bu kadar uzakta olduğu bir savaş onlara hiç mantıklı gelmiyor!

Ortaçağda savaşlar nasıl ki  “uğruna savaşmaya değer topraklar” ya da hanedanın uyruğu olan halklar için değil, yalnızca Hanedanların servet birikimi ve güç gösterisi için yapılırdı ve asker ordular da toprağın gerçek sahipleri köylülerden değil, köleler, devşirmeler ve paralı askerlerden oluşurdu, günümüzde de bir tür neofeodal geriye dönüşle benzer durum yaşanmaktadır. Emperyalist kapitalist ordulaşmalar kendi halkını bile nerdeyse “yabancı bir güç” olarak konumlandırması ve askeri şirketler ve profesyonel askerlik uygulamalarıyla neo-feodal tarihsel bir geriye dönüşü yaşamaktadır.

Gazze!

Meselemiz, 21.yüzyıl askeri teorisyenlerinin hibrit ya da karma savaşlar olarak adlandırarak analiz ettikleri; 2006 Hizbullah-İsrail savaşı, askeri olmayan yöntemlerle hassas toplumların ayaklandırılmasının cereyan ettiği “Renkli Devrimler”,  ayaklanmalar ile başlayıp restorasyonlarla sonuçlanan Arap Baharı ya da 2014’de Rusya’nın Kırım’ı ilhakında olduğu gibi askeri kimliklerini gizleyen gayri nizami harp unsurlarının sokak gösterilerini örgütlemesi şeklindeki örneklerin ötesine taşmaktadır. Sayılanlar taktik ve stratejik yeniliklerden, yenilenmiş kontrgerilla doktrinlerinden ibarettir.

Gerçekten bu bir savaş mı? Askeri olarak bir savaş evet ama olay “politikanın başka araçlarla sürdürülmesi” şeklinde yapılan klasik savaş tanımından çok daha fazla bir anlam içermiyor mu? 21.yüzyıl savaşlarını politikanın bir alt disiplini gibi tanımlamak yetersizdir diye düşünüyoruz. Daha ideolojik ve tarihselliği olan kavramlara ihtiyaç olduğu çok açık.

Gazze’de havada uçuşan adeta insan tozu! Direnişçiler dışında şehirde insanın tozu kalmıştır sadece.

Dünyanın yaşadığı ve halen devam eden iki büyük savaşın anatomisi bizi savaşın değişen karakteri üzerine daha fazla düşünmeye davet ediyor. Birini, Gazze’yi tüm dünya televizyonları gün be gün verirken diğerine, Kuzey Suriye, Rojava ve Zap, Metina, Avaşin’de TC’nin Kürt halkı ve özgürlük savaşçılarına karşı yürüttüğü savaşa özellikle yer verilmiyor. Çok daha şiddetli ve çok cepheli olmasına rağmen bundan bucak bucak kaçılıyor. Âmâ gerçekler inatçıdır. Ve direniş kendini göstermekte kararlıdır.

Ortak özellikleri uluslararası savaş hukukunun kökten ve cebren ihlal edilmesi mi? Bunu zaten her gün herkes yüksek sesle ifade etmiyor mu?

 “Asker ahlakı” diye bir şey duymuş muydunuz daha önce? Evet, vardı bu bir zamanlar!

Ya da her gün herkes bilim ve teknolojinin zıvanadan çıkmış yeni silah teknolojilerinin denenmesi için çatışmalı ve ihtilaflı bölgelerin bir savaş laboratuvarı olarak kullanılmasından bahsetmiyorlar mı? Suriye, Rojava, Güney Kürdistan, Ukrayna, Filistin yasaklı bombalardan geçilmiyor.

Yine çoğu kişi bunun üçüncü dünya savaşının bizzat öncü çarpışmaları olduğunu söylemiyor mu?

Her iki savaş alanında “insanın kanını donduran”, “şoke eden”, görüntüleri her gün sosyal medya ve ya TV’ lerden izleyen insanların bunu zaman içinde giderek nasıl normalleştirdikleri her gün herkes tarafından tartışılmıyor mu? Sorgulanmıyor mu? Tüm başkentlerde kendi hükümetlerini bu namert savaşların durdurulması için protesto etmiyorlar mı? Ve hükümetler bunu duymazlıktan gelmiyorlar mı?

Had hudut, vicdan, sağduyu ve kural kaide tanımaz devasa savaş yürütücülüğünü 11 Eylül’den sonra Irak ve Afganistan’da da görmüştük. Emperyalizmin o dönemdeki vahşi saldırganlığına yabancı değildi insanlık. İsrail bununla bir benzerlik kurdu, Aksa Tufan’ını kendi 11 Eylül’ü olarak gördü ve Gazze’ye bugüne kadar Filistin tarihinde eşi benzeri görülmeyen saldırı başlattı. Burada İsrail açısından asıl mesele ne gafil avlanmasıydı ne de asker ve sivil kayıpları ya da rehinelerdi? Asıl mesele birilerinin böylesine zekice planlanmış, kapsamlı bir saldırıya cüret edebilmesiydi. Evet, mesele tam olarak cürettir! Bu öyle bir cüret ki sadece İsrail ve ABD’yi değil, tüm Arap âlemini sarsan ve aynı zamanda rahat koltuklarından hoplatan bir cüret! HAMAS (İslami Direniş Hareketi/ Harakat al Muqawama al İslamiya)  Ortadoğu’da kendini Demir Kubbeyle koruyan -ki bu bir korku duvarıdır- Siyonizm’in tepelenebileceğinin mükemmel bir örneğini verdiği için böylesine sınır tanımaz şekilde bombalanmaktadır. Etrafında onlarca sadıkça teslimiyet gösterenlerin bulunduğu mahallenin kabadayısı, mahallenin gerçek ve en eski sahipleri tarafından baskına uğramanın korku dolu şaşkınlığını hala üzerinden atamamıştır. 7 Ekim Filistin-İsrail savaşında unutulmayacak bir eşiktir. Bir milattır. Bu eylem aynı zamanda Filistin’in geleceğini sonu belirsiz bir yazgıcılıkla mühürleyerek emperyalizm ve Siyonizm’in insafına terkeden FKÖ ve Arap rejimlerine atılmış bir tokattır.

Her iki savaşın baş sorumluları TC ve İsrail neden uluslararası camia tarafından savaşı durduracak kadar güçlü ve gerçek yaptırımlara tabi tutulamıyorlar? 21.yüzyılın siyasi soykırım (Kürtler) ve etnik temizlik (Arap Filistin’i) savaşlarının cereyan ettiği bu coğrafya emperyalizm için o denli varlık yokluk sorunu ki her türlü melanete göz yumuluyor.  Her gün İsrail’in Gazze’deki soykırım savaşını eleştiren ülkelerin İsrail ile olan ticaretlerini sürdürmeleri; mesela TC’nin Azerbaycan üzerinden İsrail’e gidecek doğal gaz boru hattı projesini neden iptal etmediği sorgulanmıyor! Rojava ’da kullanılan kimyasal silahlar, radyoaktif içerikli lokal bombalar neden ABD ve Avrupa tarafından sessizlikle geçiştiriliyor? İsrail’in Filistin topraklarında dünyanın gözleri önünde yürüttüğü yerleşimci işgal politikasına yıllardır ses çıkarmayanlar, bunu sessizce onaylayanlar TC’nin Suriye’nin kuzeyindeki irredantizm (ülke sınırları dışında etnik olarak kendi ulusundan olan insanların varlığının zarar gördüğünü iddia ederek sınırdaş ülke topraklarını kendi ülkesine katma isteğiyle ilhak etme girişimi)  politikalarını da görmezden geliyorlar. Türkiye devleti Suriye’nin kuzeyinde yaklaşık 1000 den fazla yerleşim birimini kapsayan 10000 kilometrekarelik bir alanı ilhak etmiştir. İsrail ile aralarındaki tek fark TC’nin işgal ettiği Suriye topraklarına kendi halkı olarak gördüğü Türkmenler dışında, devrimci Kürt kuvvetlerine karşı işbirliği yaptığı Selefi ve Arap aşiretlerini de yerleştirmesidir.

İsrail’in etnik temizlik yürüttüğü bu süreçte Türkiye’de hiç kimse TC’nin İsrail ile olan ticaret hacminin yıllık 7 milyar dolar olduğunu ve bunun kesintisizce devam ettiğini söyleme cesaretini göstermiyor. Hükümet bir yandan “Gazze kasabı Netanyahu” ,”Terörist İsrail” derken diğer yandan Siyonistlerle ticaretini sürdürüyor! Ve bunu biz İran dini liderinin kendi web sayfasından öğreniyoruz. Ali Hamaney TC’nin Ortadoğu’da İsrail ile en yüksek ticaret hacmi olan ilk beş ülke arasında olduğunu grafiklerle göstermiş. En çok sattığımız ise çok stratejik bir ürün, demir çelik! Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan yaklaşık 30 bin Yahudi’nin de Gazze sürecinde yoğun bir şekilde arazi ve gayrimenkul almayı sürdürdüğünü gazetelerden okuyoruz.

Rojava ve Gazze sadece yüksek teknoloji içeren mühimmat ve silahlar, yasaklı fosfor ve misket bombaları, Dronlar ve diğer modern savaş araç gereçleriyle değil, en vahşi öldürme teknikleri ve Nazileri aratmayan ideolojik gerekçe ve söylemlerle etnik temizlik ve siyasi soykırıma tabi tutulmaktadır.

Her iki mücadelenin tüm dünya halkları ve egemen devletlere verdiği mesaj nedir peki? Verdikleri mesaj: İnsana sonsuz gibi gelen şiddetin bile, mücadeleyi durduramadığı ve egemenlerin galibiyetine yetmediğidir. 11.01.2024

Devam edecek